Kızılcık Şerbeti: Yeni düşünceler çatışmalardan çıkar

Din fetişizmi yaratanların balonları yakında söneceğe benzer. Yakın gelecekte tüm dünyada toplumsal bir değişimin gerçekleşmesini neden umut etmeyelim?

Gerçek yaşamdan uyarlanan ve canlandırdığı sorunlar çok sayıda izleyiciyi ilgilendirdiğinden “Kızılcık Şerbeti” gibi yapımlara kayıtsız kalınamıyor. İstanbul’da geçen hikayede çelişkiler ve karşıtlıklarla dolu toplumsal yapımız kentlilik üzerinden irdeleniyor; güncel siyasi tartışmalara girilmediği için de hakkında ekranda gösterildiği kadarıyla yorum yapılabiliyor. Dizinin meraklılarıyla paylaşılmak üzere hikayeye biraz daha yakından bakmayı deneyelim.

Son bölümden devam etmeden önce bir hatırlatma: Geçen bölümlerde muhafazakâr-dindar Ünal ve seküler-laik Aslan ailelerinin, evlat hatırına bir araya gelmeleri sırasında yaşadıkları kültürel gerilimin olumlu-olumsuz sonuçlarını izledik. Örneğin, o korkunç olaydan sonra baba evindeki yaşamını sorgulayan ve eski düşüncelerine olan güveni sarsılan Nursema, ailenin isteksizliğine karşın dinsel kimliğini koruyarak eğlence sektöründe çalışan Umut’la evlendi. Nursema’nın mütevazı bir yaşam sürdürmesine karşın baba evindeki bolluğu aramaması evliliğinin, “iki gönül bir olunca samanlık seyran olur” atasözüne indirgenemeyecek türden olduğunu kanıtlar. Umut kişisel özgürlüğe önem verdiğinden Amerika’da işletme okumuş bir kadın olarak eşinin işe girme arzusunu desteklemiştir. Anne Pembe’yse, mutlu olacağı inancıyla kızının bir an önce evlenmesini istediğinden onun özgürlüğünü kısıtlamıştır. Pembe, Mustafa’yla evlenerek sınıf atlayan gelini Nilay’ı da patentası altına almış, Nilay’ın yaşamda hiçbir değer üretemediği için entrika üretmesinde kendisinin de rolü olduğunu anlayamamıştır.

Evrenselik kazanmış bir olgudur: Burjuva evliliği, kadını sistemin bir parçası yapar. Kadın, onun değerlerini içselleştirir. Ev içindeki rolünü (“dişi kuş”) oynaması karşılığında eşinin mal varlığından payını alır, nüfuzundan yararlanır. Ünallar dini bütün bir çifttir; ailede istikrarın sürekli olabilmesi için bildikleri yoldan şaşmazlar, evlilik kurallarına harfiyen uyarlar. Ülkemizde muhafazakâr-dindar erkeğin aileye çok değer verdiği, aile kurumunu toplum düzeninin korunmasıyla ilişkilendirdiği bilinir. Aile, geleneklerin taşıyıcısıdır, kadından beklenen bir “varis” doğurarak ailenin devamını sağlamasıdır. (Nilay bu yüzden kıymete binmiştir.) Aile dirliğinin korunması için aile bireylerine sınırlar çizilmiştir. Nitekim Ünal ailesinin çocukları modern okullarda eğitim alırken İslâmi değerlerle yetiştirildiklerinden dinsel kimliklerinden kopmamışlardır. Ünallar, oğullarının evlenecekleri kızları kendilerinin seçmelerine -hem de Nilay seküler kesimden, Doğa’ysa hem seküler kesimden, üstelik evlenmeden hamile kalmış- evlat hatırına katlanmışlar, ama eşini seçme hakkını kızlarına tanımamışlardır. Umut hem seküler hem de emekçidir.

Baba Abdullah’ın iş yaşamında da din temelli bir dayanışma ruhu belirleyicidir. (“Söz namustur”, “kul hakkı geçmesin” ticaretin ilkesidir.) İş adamı, dindar kimliği sayesinde korunup kollanır. Ancak işteki dayanışma ruhu, aile ilişkilerine yansıyınca trajik olaylara yol açmıştır. Ömer, ikizi Bekir, Leman aile ve akrabalık sisteminin kurbanları olmuşlardır. Aynı dertten muzdarip olan Nursema ve Mihri, neyse ki hayatın akışında, eskiden fark edemeyip refleks gibi yineledikleri davranışlarını sorgularken nasıl bir yanlıştan döndüklerini kavramışlardır.

Öte yandan kent yaşamında seküler değer yargılarının öne çıktığı İstanbul gibi bir metropolde “gösterişçi tüketim” modasından kurtuluş yoktur. Batı yaşam tarzı normları, İslâm’a uyarlayarak sürdürülür. Ev dekorasyonu, mobilyalar, pahalı eşyalar, envai çeşit teknolojik araçlar, marka giyim kuşam, velhasıl İslâmi moda Ünal ailesini de teslim almıştır. Bu da ailenin seküler yaşam tarzına daha yakın olduğunun göstergelerindendir. Tabii para ganidir. Sistem, kültürel aidiyetlere bakmaz, ekonomik olarak güçlü erkekleri kayırır. Baba Ünal da büyük oğul Mustafa’dan umudunu kestiği için holdinglerini iş adamlığı hasletlerine sahip küçük oğlu Fatih’le yönetmektedir. Diğer iş adamları amca Ömer, aynı çevreden Mihri’nin babası Ertuğrul, kamusal alanda sorumluluklarını sürdürmek için rasyonel bir tavır içinde hareket etmek zorundadırlar. Başka bir deyişle, pastadan paylarını alabilmek için oyunu kurallarına göre oynarlar. Aynı şekilde ticaretin koşulu olan uzlaşıyı benimsemişlerdir; katılıktan kaçınırlar. Hal böyleyken ailenin Umut’u damat olarak benimsemesi beklenemezdi. Ünal çifti kızlarını “şirket evliliği”ne sürüklemek gibi, verdikleri yanlış karardan pişmanlık duydukları için Nursema’yı kıramamışlardı. Umut ise evlilik gibi bir ortak yaşama alışık değildir; üstelik gururludur, iç güveyliğini de reddeder. Sınıfsal baskı altında bunalmıştır. Evlilik sorumluluğu ağır gelmiştir. Borca girer. Nursema’nın ülkedeki ekonomik krize yenilmemek için gösterdiği özveri bakalım evliliği kurtarmaya yetecek midir? (Son bölümde Nursema bir televizyon kanalında işe girer. Umut dermanı yeni tabirle fenomenlerde aramaya kalkar.)

Fatih’in Doğa’yla kızlarının velayeti hakkındaki tartışmalarıysa had safhaya varır. Doğa, haklılığını savunur; anneanne Sönmez, “ama Fatih de güçlü” diyerek bir gerçeğin altını çizer. Fatih yetişmiş olduğu kültürün değerlerinden kopamadığından babasının izinden gitmiştir; para ve nüfuz sahibi bir erkek olarak egosu yüksektir. Evliliğini kurtarmak için bile olsa, çevirdiği dolaplar, Doğa’nın Fatih’e olan güvenini sarsmıştır. Boşanmakta kararlıdır. (Son bölümde Fatih, Doğa’nın kendisine boyun eğmesini beklemekten usanır, evliliğini kurtarmak için Doğa’nın tüm taleplerini kabul eder. Samimi mi yoksa iş adamlığı alışkanlığıyla, “bu iş fazla uzadı” diye mi, düşündü, bilemiyoruz. Şimdilik durum budur.)

Abdullah Ünal ise oğlunun aksine “karda yürüyüp izini belli etmez”. Genç, güzel, modern, marjinal tarafları olan iş kadını Alev’e aşıktır, onun da gönlünün kendisinde olduğunu sezdiği için kıza aşk itirafında bulunur. Alev ‘i de heveslendirmiştir. Alev koca avı peşinde değildir. Ama Apo’cuğunun iş ve aile düzenini bozmamak için kendisiyle yalnızca bir romans yaşamakla yetinmek istediğini anlayınca kalbi kırılır. Oysa, Apo’nun konumunda birinin -üstelik o yaşta- aşk karşısında öz denetimi bırakamayacağını kestirecek kadar yaşam deneyimine sahiptir. (Son bölümde adeta bir mucize gerçekleşir. Apo, kimbilir ne güçlüklerle inşa ettiği holding patronu kimliğini aşk uğruna yıkmayı göze alarak Alev’e evlenme teklifinde bulunur. Bu da aile için çok zor bir dönemin başladığına işaret eder. Pembe ailesini korumak için aslan kesilecektir. Alev’i eşinden kıskandığı anlarda bile kıyameti koparmıştır.)

Aslan ailesine gelince; din kurumuyla bağları güçlü değildir ama inançlıdırlar. Sönmez Aslan kızlarını Cumhuriyet’in temel ilkelerine sadık kalarak yetiştirmiştir. Ama orta yolcudur. Torunu Doğa’nın hatırına iki aile özelinde, farklı kültürel aidiyetlere sahip kesimlerin, ortak değerleri barındıran bir geçmişe dayanarak aradaki duvarları yıkacağını ummaktadır. Sözgelimi Pembe, bir yandan Batı’ya tepki gösterip doğum günü, evlilik yıldönümü vb. ritüelleri “hıristiyan adeti, bize uymaz” diyerek reddetse de Nilay’ın “tesettüre girme” kutlamasını; torunu Cemre’nin “kırkı çıktığında”, Aslan ailesiyle birlikte, güle eğlene vaftiz törenlerindeki gibi bebeği yıkama seremonisini -ki İslâm’da böyle bir adet yoktur- bizzat kendi düzenler. Sırası geldi mi, eşinin bir gün bile kendisine çiçek getirmediğinden yakınır. Doğa’yla yıldızı barışmaz ama düşüncelerinden etkilenir. Giderek Doğa’ya kendi doğrularını kabul ettirme ısrarından vazgeçer. Özgüveni yüksek, dişli bir kadındır ama farkında olmadan değişmektedir. Modern toplum hiçbir şeyin değişmez olmadığının kanıtıdır. Bireyleri dinin izin vermediği tutum ve davranışlara zorlar. (Müslüman siyasetçilerin uluslararası ilişkileri de onları haliyle seküler yaşama çekmiştir.) Sekülerleşme süreçtir. (Nursema’nın, yaşamdan kopmuş, kendini dine adamış, çevresindekilere dini telkinlerde bulunmayı görev edinmiş dolayısıyla kendi olamamış eski arkadaşı Dilruba’yı hayranlıkla dinlediğini yadırgamayalım. Erkek koruması altında yaşamaya alışmış Leman da dindarmış numarası yaparak kendisiyle parası için evlenen Kayhan’ın dalavereleri karşısında hâlâ “beyini” kayırmayı vazifesi addediyor.)

Muhafazakâr-dindar kesimden varlıklı bir iş adamı olan Ertuğrul, belli ki Osmanlı’dan başlayan Modernleşme sürecini Cumhuriyet’ten sonra da izleyen kültürlü bir aileden gelmektedir. İş yaşamı toplumsal etkileşimi güçlendirdiğinden o da Ömer gibi topluma entegre olabilmiştir. Kıvılcım’la kurdukları dostane ilişki ve özellikle aralarında geçen şu diyalog, dizinin topluma iletisi olarak düşünülebilir: Kıvılcım sözünü sakınmayan bir kadındır. Ama insani, kültürel amaçlı konuşmalara saygılıdır. Ertuğrul da kendisi üzerinde dinsel bir etki yaratmaya çalışmaz. Mihri’nin sorunları konusunda laik bir eğitimci olan Kıvılcım’a danışır. Dertleşirken mistisizme kayan üslubunu Kıvılcım sorun etmez; düşüncelerine katılmasa da Ertuğrul’a, konuşmasıyla zihninde “yeni kapılar” açtığını söyler. Kastettiği yeni kapıların dinsel olamayacağının ikisi de farkındadır. (Prof. Dr. İoanna Kuçuradis hoca bu konuda şu mealde , “kişinin düşüncelerine değil ama kendisine saygı gösterilmeli” der. Yerinde bir uyarıdır bu.) Ertuğrul hem Kıvılcım’a hem de düşüncelerine saygılıdır. Öte yandan Ünal ailesiyle etkileşimi, Kıvılcım’ı da duygularına kapılıp kalıp yargıların tuzağından kurtulmasını sağlamıştır.

Özetle, dizi bitmeden kesin yargıda bulunmak yanlıştır. (Ayrıca yapımcının senaryoyu değiştirme hakkı vardır.) Ancak hikayede diyalog süreci kesintiye uğratılmadığı sürece farklılıkların da etkisiz hale gelebileceği yönünde bir ima bulabiliriz. Kişileri değerlendirirken nesnel gerçeklikten kopmamak bu yolda atılacak ilk adımdır. Konu kişiselleştirilince diyalogun kesilmesi kaçınılmazdır. Bu anlamda iki liseli genç Çimen ve Metehan, ailelerini ayıran gerilimi kendi aralarında yaşamazlar. Ertuğrul’un kızı Mihri de dini kuralları çiğnememek için kent kültüründen yararlanamamış ama Nursema ve dini kimliğine saygılı iki gençle arkadaşlığı sayesinde içinde yaşadığı toplumda yerini arayan her genç kız gibi, baskıcı gelenekleri aşıp geleceğini kendi başına kuracağı izlenimi veriyor. (Son bölümde, baba-kız Kıvılcım’ı dış görünüşüyle de kabullendiklerini ifade ederler.)

Unutmayalım ki, kimlik bize kendi irademiz dışında, anne-babamıza, doğduğumuz yere, cinsiyet, sınıf vb. özelliklerimize göre verilir. Kimlik çatışmaları diyalog yolunu kapatır. (Nefret suçları nasıl işleniyor?) Ancak, Doğa’nın yasalara bağlı, mesleğinde başarılı, tesettürlü avukat örneğinde görülebileceği gibi, karşımızdakini kategorize etmeyi aşmak kolay değildir; içine duygular, ön yargılar karışır. Belki de çoğumuz Doğa’nın avukat seçimini dış görünüşe göre hüküm vererek yadırgamışızdır. Bundan kurtulmanın zor yanı, önyargının da kimliğimizin bir parçası olmasıdır. Sistemin işine geldiği için bilerek keskinleştirdiği bu gerilimin siyasetçilerin aracılığıyla kitlelere aktarılması , toplumun mağdurlarınn hak arayışına ne denli zarar verdiği ortadadır.

Kitlelerden söz etmişken , Ünal ailesinin ev içi hizmetlisi muhafazakâr dindar Hayat hikayede karakter olarak yer almaz. Hizmetlinin evin hanımlarıyla dostluk ilişkisi sınıfsal sömürüyü gizler. (Aslan’ların hizmetlisi Sevilay da aynı durumdadır.) Eski hizmetlilerden bir genç kızın Ünal’lara geri dönmesiyle patlak veren skandalsa yalnızca emek sömürüsünü değil, toplumsal yapımıza sinmiş cinsiyet eşitsizliğini de gözler önüne serer. Kökü çok eskilere dayanan bir adettir: Varlıklı ailenin küçük beyini, kötü cinsel deneyimlere karşı korumak için evin hizmetlisi genç kız “kullanılır”. Mustafa için seçilmiş olan genç kız, intikam almak için olsa gerek, Mustafa’yı yatak odasında, içeriden kilitler, onu baştan çıkarmayı dener. Aile kapının önüne üşüşünce kapıyı açar. Halim selim, saf, vicdanlı Mustafa, “ben bir şey yapmadım” diyerek hıçkırıklara boğulurken, yıllar önce kızla ilişkisinde ne denli zorlanmış olabileceğini getirir akla. Ünallarsa gerek geçmişteki ve gerekse kızı kovarken sergiledikleri ikiyüzlülükleriyle yüzleşmeyi akıl etmezler. Babasının işe yaramaz diye küçümsediği ama sevdiği işte çalıştığında pekâlâ başarılı olabilen Mustafa da aile kurbanıdır.

Sonuç olarak, ülkemizde dindarlık siyasileşmiş, ön yargılar ve dini kodlar yaygınlaşmıştır. (Ayrıca sekülerlik de sorunlu.) Koşullar, haliyle siyasi yaklaşımı olan dizilere de izin vermiyor. Bunca handikapla ülkenin geleceği için umutlanabilir miyiz? İnsanlığın, yoksulluk, işsizlik, göç, çevre, gıda, su, vb. çözüm bekleyen o kadar çok sorunu var ki. Vahiy dinlerin temsilcileri iktidara da geliyorlar ama çözümsüzlükten başka bir şey üretmiyorlar. Bu yüzen de zor durumdalar. Dizide de değiniliyor, Çimen ve Metehan’ın temsil ettiği gençlik kesimi, ucu kendi geleceklerine dokunduğu için gerçek sorunlara odaklanıyorlar. Din fetişizmi yaratanların balonları yakında söneceğe benzer. Yakın gelecekte tüm dünyada toplumsal bir değişimin gerçekleşmesini neden umut etmeyelim?