Laiklik Meclisi
"Kısacası, laiklik olgusunun ve samimi savunusunun toplumun algılama kapasitesi ve kışkırtılma potansiyeli bağlamında tasarlanandan farklı yönlere çekilebilme olasılığı üzerinde ciddiyet ve dikkatlice durulmalı ve kasıtlı olarak geliştirilebilecek ya da kendiliğinde gelişebilecek karşıt savlara, hata çatışma olasılıklarına karşı fevkalade dikkatli ve uyanık olarak yürünmelidir."
Hükümetin anti-laik davranışları ve Cumhuriyet döneminin en anti-laik nitelikli parlamentosunda laiklik ilkesini zedeleyici girişimlere tevessül edileceği konusunda derin kuşkuların ortaya çıkmasına tepki olarak bazı önlemler alınma yoluna girilmiş ve bu bağlamda Laiklik Meclisi adıyla bir girişim başlatılmış bulunmaktadır. Böylesi demokratik girişim şimdilik, laik olan çok farklı üyelerden oluşmaktadır. Ancak Türkiye’nin içine sürüklendiği koyu cehalet ve karanlık ülke sathında yaygınlaşıp, laiklik meclis girişiminin amacı da toplumun giderek büyük kesimleri tarafından anlaşıldıkça üye sayısının artacağından kuşku duymamaktayım. Fakat laiklik yönünde atılmış böylesi fevkalde hamlede bir husus hakkında kuşku duymadan edemiyorum. Haksız çıkma dileğimle, bu yazıda sizlerle bu kuşkumu paylaşmak ve haddimi aşarak, bu güzel çalışmanın başarıyla yürütülmesine ufak bir katkıda bulunmak istedim.
Değerli okurlarım, din konusu ülke içini olduğu kadar ülke dışını da ilgilendiren, adeta 15 000 voltluk akımla işlem yapılıyor kadar hassas bir konudur. Özellikle de, Ortadoğu’da hâkim İslâm dininin henüz reform geçirmemiş olmasına ilaveten, bu alanda Batı’da olduğu gibi ünlü filozofların bulunmayıp, din olgusunun halk öğretileri üzerinden tartışmaya kapalı olarak sürdürülmesinin bağnazlığa dönüşmesi laiklik mücadelesinde dikkate alınması gereken bir olgudur. O zaman önce, izninizle, ülke dışından ülkeye yönelik proje, propaganda, hatta psikolojik silah olarak dahi niteleyebileceğimiz alanı ele alalım. Hepimizce malûm olan konuyla başlamak gerekirse, Kurtuluş Zaferinin hemen sonrasında, Başta İngilizler olmak üzere Batılıların bağımsızlığını teslim ettikleri Türkiye ve Ortadoğu üzerinde hâkimiyet kurma kanalının din/dincilik olduğu açıkça ifade edilmiş hatta metinleştirilmiştir. Hatta Batılılar, İslâm olmadığı halde, Müslümanlığı kural ve kaideleriyle fevkalade iyi öğrenmiş kişileri casus olarak daha Osmanlı döneminde bu topraklara göndermeden edememişlerdir. Bu projenin çok iyi bilinen örneğini, Reşit Efendi lakabıyla Osmanlı topraklarında dolaşan, asıl adı Arminius Vamberi olan kişi oluşturur. Bu zatın ve benzerlerinin vatandaş görüntüsünde toplumun gericileştirilmesinde önemli rolleri olmuştur. Hal böyle olunca, Ortadoğu’nun çok önemli bir devleti ve askeri gücü olan Türkiye’nin yumuşak karnının din/dincilik olduğunun unutulmaması ve ihmal edilmemesi gerekir.
Batı’nın din konusunu eline dolamasının soğuk savaş dönemindeki sebebi ile günümüzdeki sebebi farklıdır. Soğuk savaş döneminde, Sovyetlerin Afganistan’ı işgali üzerine ünlü ‘yeşil kuşak’ projesi ile İslâm’ın komünizme karşı kullanıldığını biliyoruz. Fakat günümüzde Batı’nın başa bela olarak gördüğü komünizm çöküşte olduğu için İslâm’ın kurgulanması da farklılaşmıştır. Samuel Huntington’un sözünü ettiği medeniyetler çatışması görüşü, Batı’nın İslâm’a olan bakışının bir veçhesini yansıtır. Batı, gerek felsefesi itibariyle, gerek henüz reform geçirmemiş olması nedeniyle İslâm dininden hem çekinmekte, hem de denetlemek istemektedir. Felsefesi bakımından dinler arasında fazla bir fark olmayabilir, fakat İslâm dünyasına henüz bir Luther’in gelmemiş olması Batı’yı tedirgin etmektedir. İslâm sözcüğünün başına Batılılar tarafından ‘ılımlı’ sıfatının hangi içerik ve ne anlamda getirildiği derinlemesine irdelenip, şeklen değil, kastedilen derin anlamıyla anlaşılmalı ve Batının neden bu konu üzerinde durduğu irdelenmelidir. Böylesi derin içerikle Batının İslâm’a bakışı bağlamında İslâm toplumunu dışta tutmak, fakat felsefesinden soyutlayıp şekle bulayarak, Batı dünyasına dâhil etmeden sömürüye açık tutma amacı güttüğü halka anlatılmalıdır. Bu anlatım yapılırken de amacın Batı düşmanlığı olmadığı, ancak Batının, kendi açısından ekonomik olarak çok da haklı görülebilecek şekilde, İslâm toplumunun yükünü üzerine almadan, toplumu sosyolojik olarak bölmek ve ekonomik olarak kullanmak istediği açıklanmalıdır. Fetullah Gülen’in de, önceleri ortağı olup şimdilerde görüntüsel karşıtı görüntüsündeki var olan siyasi yapının da Türkiye’ye yönelik biçilmiş örtülü rollerinin de tam böyle tanımlanabileceği ve ülkemizin sürüklendiği cehalet ve dinciliğin tam da biçilmiş görevin gereği olarak geliştirildiği yorumu yapılabilir. İslâm’da henüz ateşi sönmemiş mezhep farklılıkları kadar samimi dindarlarla farkında olarak ya da olmayarak dinciler arasındaki ciddi çekişmeler de gündeme taşınabilir, hatta programlanabilir dahi. Tam bu noktada samimi laik yanlıları ile koyu dinciler, hatta kimi samimi inanç sahipleri arasında dahi ihtilaf, hatta had safhalarda çekişmeler dahi gündeme gelebilir. Batı’nı üzerimize saldığı dincilik ile güttüğü çatışma ortamı bağlamında, toplumun selameti adına girişilen laiklik mücadelesinin farklı sebeplerden de olsa toplumca net olarak anlaşılamaması veya kasıtlı propaganda edilmesiyle, Batı’nın halkımız üzerinde kurguladığı oyuna istenmeden de katkı yapılmış olabilir. Samimi laikliği savunanların dinle bir alıp-veremediği olmadığı halde, durum yanlış algılama ve/veya kasıtlı propaganda ile dinsizlik olarak halka yansıtılabilir. Sosyo-psikolojik açıdan, böylesi olası bir çatışma ortamında dincilerin ve yerli yabancı çatışmacıların sesinin samimi laiklik yanlılarınınkinden çok daha gür çıkabileceği olasılığı üzerinde düşünülmelidir. Kısacası, laiklik olgusunun ve samimi savunusunun toplumun algılama kapasitesi ve kışkırtılma potansiyeli bağlamında tasarlanandan farklı yönlere çekilebilme olasılığı üzerinde ciddiyet ve dikkatlice durulmalı ve kasıtlı olarak geliştirilebilecek ya da kendiliğinde gelişebilecek karşıt savlara, hata çatışma olasılıklarına karşı fevkalade dikkatli ve uyanık olarak yürünmelidir.
Hal böyle olunca, laiklik konusunun ele alınması, işlenmesi ve sosyo-politik alana sokulmasının çok ciddi ve dikkatli bir plan dâhilinde yapılması zaruridir. Laiklik söylemlerinde olabildiğince “din” ya da “dindarlık” gibi halkın potansiyel hassasiyetinin yüksek olduğu kavramlardan olabildiğince kaçınılmalıdır. İfade ve anlatımlarda vurgunun, ulusun çok farklı inançta insanları barındırdığı ve her bir vatandaşın düşünce ve inancından bağımsız olarak her konuda aynı haklarla yaşama durumunda olduğu, vergi verdiği, eşit koşullarda yurt savunmasına katıldığı ve kamusal alandan eşit koşullarda yararlanma hakkını haiz olduğu kavramlarıyla devlet, kamusal görevler ve Habermas-türü kamusal alan üzerinde olmalıdır. Düşüncem o dur ki, tüm bu ve benzeri söylemlerde devletin tüm vatandaşlara eşit ve kapsayıcı yaklaşım yapması gibi dolaylı yoldan anlatımın tercih edilmesi daha makul olur.
Laiklik konusu işlenirken yoksulluk-varsıllık bağlamında iktisat; kamusal yönetim, kamusal alan, kamusal hizmetlerde eşitlik, aidiyet vb konularında siyaset bilimi; eğitim, aile yapısı gibi toplumsal olgular bağlamında sosyoloji ve pedagoji; öğreti, inanç sistemi ve toplumsal yapılar bağlamında felsefe ve psikoloji dalları laiklik konusunun işlenmesi, örülmesi ve halka anlatımında üzerinden yürünecek dallardır. Laiklik gibi hassas bir konuda ad-hoc yürüyüş ve kişisel hikâyelerden çıkılarak değil de, her bir dalda uzmanlardan oluşan komisyonlar kurulup, her alan tarihsel süreç ve günümüz koşulları bağlamında irdelenip, mücadele yöntemleri araştırılıp, öylece yürünmelidir.