Devrimler çağı: Tiers-État'dan Ekim'e
1789, 1848, 1905, 1917 peş peşe gelen ve tekerrürlerden ibaret tarihler değildir. Sınıfa karşı sınıfın mücadelelerinin "örgütlü bir halkın önünde hiçbir gücün duramayacağı"nın kanıtıdır.
Hikmet Yaman
Karl Marx 1848 yılında Friedrich Engels’le birlikte kaleme aldığı Komünist Manifesto’da “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir” der. Çünkü tarihi yaratan insanın iradesi sınıf mücadeleleri içinde gerçeklik kazanır. Bu irade elbette kendiliğinden ortaya çıkmaz. Tarihin mutlak zorunluluğundan değil, o tarihi yaratan insanın aynı zamanda tarihsel koşulların belirlenimine bağlılığından söz edebiliriz.
Bu tarihin en önemli dönemeçlerinden biri “1789 Fransız İhtilali” , diğeri ise “1917 Ekim Devrimi” dir
Fransız Devrimi Avrupa kıtasının tümünü derinden etkileyen, büyük altüst oluşları ve önemli tarihsel değişiklikleri başlatan bir dönüm noktasıdır.
1789’da başlayıp,1848 devrimiyle son bulan Fransız burjuva demokratik devrim süreci; feodalitenin içinde büyüyüp serpilmiş olan kapitalizmin belli bir ekonomik güce ulaşmasını ve dolayısıyla burjuvazinin siyasal iktidar talebiyle ortaya çıkmasını sağlayan irade, burjuva sınıfının son kez “ilerici” rol üstlendiği bir devrim olarak tarihte yerini alır.
Bu devrimi öncesindeki diğer burjuva devrimlerinden ayıran en önemli olgulardan biri de halk kitlelerinin katılımıdır. “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik”, sloganıyla iktidara talip olan burjuvazi, “yurttaş”ların ayaklanmasıyla mutlak monarşiye karşı öncü olmuştur.
“Tiers-État” yani “Üçüncü Kesim”, ruhban kesim ve aristokrasinin dışında devrimin saflarında yer alan “halk”tır. Bu aynı zamanda bir ittifaktır; burjuvazinin, kent ve kır zanaatkârlarının, devrimi sempatiyle karşılayan köylülüğün ve emekçilerin ittifakı… Burjuva sınıfının ortaya attığı ama sonuna kadar götüremediği taleplerin aydınlar ve halk tarafından sahiplenilmesi ve daha sonraki devrimci kalkışmaların ve özgürlük mücadelelerinin öncüsü olması önemli bir olgudur.
Devrim Fransa’da, “aydınlanma felsefesi”nin yerleştirdiği değerler ve asıl olarak da burjuvazinin siyasal ve hukuki haklardan yoksun olduğu, monarşi, kilise ve aristokrasinin ranta ve toprağa bağlı mülkiyet ilişkileri içinde, derin bir ekonomik krizin ortasında başlar. Burjuvazinin ekonomik etkinliğine rağmen işgücü ihtiyacının kırlara bağlılığı, büyümenin önünde engeldir. Ve burjuvazi bu engelleri yıkmak için feodalizmin duvarlarını zorlar.
Krallık, derebeyleri ve kilisenin elinde bulunan iktidara karşı siyasal ve demokratik haklar, bu hakların korunması, güvenceye bağlanması, cumhuriyet, meclis vb. talepler etrafında yoğunlaşan tartışmalar sonunda bunları elde etmek için ayaklanmayı yani devrimi doğurur.
26 Ağustos 1789 tarihinde kabul edilen İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirgesi, aralarında direnme hakkının da yer aldığı temel hak ve özgürlükleri güvence altına almanın yanı sıra, mülkiyet hakkının kutsallığını da korudu. “Özgürlük, eşitlik, kardeşlik” ancak burjuva mülkiyet düzeni temelinde mümkün olsa da tarih mülksüzlerin uyanışına da tanıklık eder.
106. yılını kutladığımız Ekim Devrimi sözü edilen mülksüzlerin ayağa kalkışını iktidarı ele geçirerek taçlandırmıştır.
Artık işçi sınıfının zincirleri parçalanmış ve “kutsal mülkiyet hakkı”yla palazlanıp semiren ve sömüren bir sınıfı (burjuvazinin) ve birlikte yol almaya devam ettiği feodalizmi tarihin çöplüğüne göndermenin nasıl olacağının parlak ışığını göstermiştir. Bu durdurulamaz tarihin akışı sınıfsız sömürüsüz bir dünyanın ütopya olmaktan çıkışının ilk kıvılcımıdır.
1917 yılı başlarında bir monarşi olan Rusya, yıl bitmeden Bolşevik Partinin önderliğinde emekçi sınıfların iktidarının ilk vatanı olmuştur.
Ekim Devrimi, emperyalist ülkelerin Birinci Paylaşım Savaşı sırasında, bütün dünyanın emekçi halklarına umut taşıyan habercisiydi. Yoksulluğun, sömürünün kader değil, her şeyin sahibi olduklarının mutlak olduğunu söyleyen sömürücülerin işi olduğunu kavrayan emekçi halk bir ülkenin kaderini ele geçirmişti.
Bolşevikler emekçilerin desteğini kazanmadan bir devrimin gerçekleşebileceğine hiçbir zaman inanmadılar. Halkı kurtaracak bir devrimin kahramanlardan oluşan öncü gücün eseri olacağı iddialarına karşı mücadele ettiler. Bir ülkenin objektif koşulları devrimci bir dönüşüme ne kadar elverişli olursa olsun devrimin en önemli şartı, onun gerekliliğine işçi ve emekçilerin ikna olmasına bağlıydı. Ama aynı zamanda “Ayaklanma için dün erkendi, öbür gün çok geç, yarın tam zamanı, iktidar hemen alınmalı”ydı. Bunu becerecek olan da Parti’nin örgütlü öncülüğüdür.
1789, 1848, 1905, 1917 peş peşe gelen ve tekerrürlerden ibaret tarihler değildir. Sınıfa karşı sınıfın mücadelelerinin “örgütlü bir halkın önünde hiçbir gücün duramayacağı”nın kanıtıdır.
1917’de başlayıp 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sonlanan bu yaşanmışlık, bütün eksikliklerine rağmen, en gelişmiş kapitalist toplumların yanına dahi yaklaşamayacağı başarılara mührünü basmış; bugün tüm dünyada yaşanan adaletsizliklerin çok büyük bir bölümünden kurtulmuştu. Emperyalist kapitalist dünya buna tahammül edemezdi elbette. Sosyalizmin ilk kalesini yıkmak için elinden geleni ardına koymadı. Ve bunu “şimdilik” becerdi. Ancak Ekim Devrimi ve onun yarattığı sosyalizm deneyi insanlığın kapitalizme mahkûm olmadığını göstermiştir. Ve işçi sınıfı ayakları üzerinde yeniden doğrulacaktır.
106. yılında yeni Ekimlere!