Utangaç CHP’cilikten kahraman Geziciliğe: Gezi, CHP’ciliğin üstünü örter mi?

Komünistler için sokak da sandık da düzene, düzen siyasetine ve düzenin bütün aktörlerine karşı ancak ve ancak politik bir içerikle ele alınabilir. Bir öyle bir böyle olmaz.

Utangaç CHP’cilikten kahraman Geziciliğe: Gezi, CHP’ciliğin üstünü örter mi?

Ali Ateş

Seçimler geride kaldı. Seçim sonuçlarının politik ve toplumsal açıdan değerlendirmesi ne yazık ki henüz tam olarak yapılamadı. Aynı zamanda Türkiye sosyalist hareketinin de kendisine yönelik sağlıklı bir değerlendirme içinde olduğunu söylemek pek mümkün değil.

Öne çıkan birkaç noktayı şöyle özetlemek mümkün. Umutsuzluğa kapılmamak gerektiği verilen ilk tepki. Anlaşılır; ancak bunun kendisi, sol açısından bir bütün olarak “nerede eksik var” sorusuna bir yanıt oluşturamayacağı açık. “Mücadelenin sandığa sığmayacağı” yaklaşımı, bir başka politik sonuç olarak ortaya konuyor. Haklı ve doğru önerme, kendisine dayanarak olarak Gezi eylemleri hatırlatması yaparken, “Gezicilik” bu kez seçimlerde alınan tutumun üstünü örttüğü için politik bir önermeye dönüşmüyor. Hatta daha ilerisi doğrudan CHP’ciliğin üzerini örtmeye çalışan bir “biçimciliğe” sahip. Seçim sonrası Türkiye sosyalist hareketinde yapılan başka bir değerlendirme de “yüzde elliye yaklaşan AKP karşıtı blokun” varlığına işaret etmek. Bu sosyolojik/siyasal olgunun doğruluk payı ise büyükşehir merkezlerine sıkışan bir sol siyasetin işçi sınıfı ile arasındaki mesafenin nedenlerinin üzerini örten bir işlev görmesi nedeniyle önemli bir hata payını içermesi oluyor.

Bu genel noktaları açmadan önce birkaç noktayı belirtmek yazının bütünlüğü açısından gerekli. Aritmetik siyasetin solu da belirlemesi, CHP’nin desteklenmesi siyasetini gündeme getirdi. Devrimciliğin karşısına konulan aritmetik solculuğun zeminini güçlendirmek için yaratılan algının başında “AKP gidiyor” bulunuyordu. Neredeyse aydınların ve solun büyük bir bölümü “AKP gidiyor” havasına girdi. Aslında bu yeni değil. Neredeyse 10 yıldır “AKP ha gitti ha gidecek” psikolojisi solun siyasetine damga vurmuş gibi. Hatta “AKP giderken bir tekme de biz vuralım” ya da “AKP gidişinde yeri olmayanın gelecekte yeri olmaz” tezleri kulaklarımızda çınlıyor. Bu tezin politik sonucu dün HDP’nin desteklenmesi bugün ise CHP’nin desteklenmesi olmuştu.

Ancak 10 yıldır AKP’nin gitmediği ortada. (Bu başlı başına ayrıca ele alınması gereken bir konu.) Bu durum, bir yanıyla “liberal akıl” tarafından belirlendiğinin göstergesi diğer yanıyla ise sosyalist solun, ülkenin toplumsal/siyasal haritasına dönük olarak bir okuyamama sorununun varlığına işaret ediyor. Sonrasında ise, ülkenin toplumsal/sosyolojik/siyasal dinamiklerini okuyamama hatası “aslında gidebilirdi, ama CHP yüzünden” tezlerine bırakıyor. Seçim öncesi CHPcilik yapıp seçim sonrası CHP eleştirisi yürütmek gibi bir tutarsızlığın eşlik ettiği tuhaf bir durum. Bunun nedenlerini irdelemek yerine değil, topu başkasına atma psikolojisi, solun devrimci bir değerlendirme sürecine girmediğinin bir başka göstergesi.

Bir tek TKH bu konuda ihtiyatlı bir yaklaşım geliştirdi. Aşağıdaki görsel seçimlerden yaklaşık 6 ay önce yayınlanmıştı.

AKP’nin gitmediği ortada demiştik. Bir başka gerçeklik ise Cumhuriyet’in 100. Yılında Meclis’in en sağcı bileşimle oluşması. CHP’nin uzun süredir yüzünü sağa dönmesi, ortanın solundan ortanın sağına geçişi, Millet İttifakı’nı ortaya çıkarmış, sonuç ise sağa karşı sağ bir cephenin kurulması olmuştu. Seçim sonuçları AKP’nin sağına YRP’yi, YRP’nin sağına ise Hizbullah’ı yerleştirirken yine Deva, Gelecek ve Saadet’in Meclis’te YRP ve Hizbullah’ın yanına oturttu. MHP ve İYİP’in yüzde 20 üzerindeki oylarını da eklerseniz Meclis’in fotoğrafı ortaya çıkıyor. 20 yıllık AKP iktidarına karşı “sağa karşı sağ” açılımının mimarı CHP’nin, bu tablonun baş sorumlusu olduğu çok açık. Ancak bundan daha büyük sorun ise solun bu tablonun parçası haline gelmesidir. “İkinci Yetmez Ama Evetçilik” diyeceğimiz bir durum söz konusudur. “Bir oy Kemal’e bir oy bize” şeklinde örülen siyasetin gerekçesini ise seçimleri referandum olarak görmek ya da göstermek olmuştur. Ancak seçim öncesi tablo aslında netti: İster AKP isterse CHP eliyle olsun gündemde olan sermaye düzeninin restorasyonundan başka bir şey değildi. Demek ki, solun yukarıdaki “okuyamama hatası” aynı zamanda sermaye kanatlarının “manasını” anlamak noktasında baskın hale gelmişti. Kılıçdaroğlu’na verilen oyun düzenin bir kanadına değil aslında Erdoğan’a hayır demek anlamına geldiği üzerinden “bir oy Kemal’e, bir oy bize” siyasetinin manasını oluşturma çabası ise ampirik gerçeklerin karşısında hiçbir şey ifade etmiyor. Bu “utangaç CHP’ci” tutum, eninde sonunda başka bir yetmez ama evetçilik olarak görülmek durumunda!

Seçim sonuçlarının, gösterdiği en önemli nokta, mücadelenin asla ve asla sandıklara sığdırılamayacağı gerçeği. “Devrim diye yola çıktık, sandık başında CHP müşahidi olarak kendimi buldum” şeklinde dile getirilen “solcu birey esprisi” aslında Türkiye sosyalist hareketinin üzerinde durması gereken bir konudur. Örgütsüz solculuğun dile getirdiği bu ironi, bir yanda küçük burjuva solculuğun çıkmaz sokağını gösterirken aynı zamanda “devrimci örgütlü bir kuvveti” yaratamayan solun da bir eleştirisi olarak okunmalıdır. Bu açıdan seçim sonuçları bir başka ikilik üzerinden değerlendirilmelidir. Seçmen – Örgütlü birey ikiliği, Türkiye’nin aydınlık yarınları açısından bir tercih olarak bugün ülkenin ilerici değerlerine sahip bütün yurttaşların önünde durmaktadır. 5 yılda bir sandık başına giderek ülkenin değişimini düzen siyasetini bırakmak yerine örgütlü bir güçle bu gidişe müdahale edilmesinin arasındaki büyük fark, seçim sonuçlarıyla bir kez daha görülmüştür. Ne yazık ki içinden geçtiğimiz kesit, sadece yurttaşları “seçmen” yerine koymadı aynı zamanda solu da peşine takmıştır. “Seçmen” düzen siyasetine mahkûmiyet, “örgütlü birey” ise ülkenin toplumsal dinamiklerini değiştirme/dönüştürme gücü anlamına gelir ki, “örgütsüzlük solculuk=seçmen” davranışının sınırları çok net olarak görülmüştür. Örgütlü politik mücadelenin etkisi ise seçmen davranışının çok ötesinde politik etkiye sahip olduğu TEKEL, Gezi, ODTÜ, Boğaziçi Üniversitesi gibi birçok örnekte karşımızda.

Diğer bir nokta ise sokakta kazanılmadan sandıkta kazanılamayacağı gerçeğidir. Çoğu zaman sol literatürde sandık/sokak ikiliği birbirinin karşısına konularak anılıyor ve bugün seçim sonuçları üzerinden sandık yerine sokak, Meclis yerine barikat şeklinde kendisini ifade eden bir “radikal solculuk”la malul bir davranışı çağrıştırıyor. Ancak, eninde sonunda, burjuva siyaset düzlemi dışında bir zemini işaret etmesi açısından, “radikal solculuk”tan çok öte bir anlama sahip olarak, sokak-sandık ikileminde mücadeleyi tek başına sandığa kilitlemenin sınırları bu seçimde fazlasıyla görülmüştür. Kaldı ki 10 yıl önce milyonların sokaklara çıktığı Gezi Direnişi hatırlanırsa, sandık siyasetinin hükmü hiçbir zaman sokağın hükmünün yerine geçemiyor. Sandıktan yenilgi ve umutsuzluk çıkabilir, ancak direniş, sonucu ne olursa olsun, umudu ve mücadele azmini ileriye taşıyor. Toplumsal direnişlerin siyasetteki etkisi, sokakta güçlü bir solun siyasette daha etkin olacağını Gezi’de göstermişti. Parlemanterizmin ya da mücadeleyi salt sandığa sıkıştıran bir mücadele hattının ise sınırları bellidir ve çoğu zaman buradan devrimci bir siyaset ve hat ortaya çıkmıyor. Tersine ve çoğunlukla reformizmin beslendiği bir çizgiyi temsil ediyor. Bununla birlikte sokak-sandık ikiliğini karşı karşıya koymadan, mücadelenin farklı momentleri olarak görmek en doğrusudur. Bugün ise şunu açıkça ifade etmek gerekir: Okulda, fabrikada, meydanlarda olmayan solun, sandıkta büyük bir başarı beklentisi zaten mümkün değildi. Sokakta var olmayanın sandıkta da yeri çok olmuyor. Bu başka bir açıdan şöyle söylenebilir: Ülkenin toplumsal dinamiklerini temsil edemeyen solun sandıkta başarı beklentisi, ancak ve ancak oportünist ve pragmatist bir siyaset arayışına sürükler ki, bugün seçimlerde sosyalist solun başına gelen de bu olmuştur. CHP’ye payandalık-HDP’ye yamanma anlamına gelen “İkinci yetmez ama evetçilik” ya da “Bir oy Kemal’e bir oy bize” siyaseti, tam da bu durumun tezahürüdür. Siyaset yapmak adına, düzen siyasetinin kuyruğuna takılma durumu. Örgütlü bir toplumsal gücü temsil etmeden burjuva siyasetin kulvarında solculuğun ise Türkiye’nin büyük dönüşümünde ancak bir motif olmanın ötesinde bir anlamı ise bulunmuyor. “Bir oy Kemal’e bir oy bize” siyaseti eninde sonunda düzenin tahkimatına ve meşruiyetine hizmet etmek dışında bir anlama gelmedi.

Seçim sonrasında, seçimlerde ortaya çıkan genel tablonun yaratmış olduğu “hayal kırıklığı”, bu kez solun yeniden sandık karşısında sokağı hatırlaması şeklinde tezahür etti. Toplumda görülen “umutsuzluk” haline karşı “sokak” siyasetini öne çıkarma, yeniden Gezi Direnişi’ni hatırlatma ve Gezi’ye sarılma girişimleri olarak karşımıza çıktı. Yukarıda değindiğimiz gibi, toplumsal dinamiklerle devinmek ve toplumsal direnç odaklarını harekete geçirmek solun temel görevi. Bu görevleri sandık siyasetine kurban eden solun bir kısmının yeniden Gezi’yi hatırlaması ideolojik olarak pozitif bir adımken, bunun, burjuva sandık siyasetine kurban edilen siyasetin ‘devrimci siyasete’ dönüş anlamına gelemeyeceğini ise kalın harflerle yazmak gerekiyor.

Çünkü ortada büyük bir “Kılıçdaroğlucu solculuk” var. Bunun muhasebesi yapılmadan ve düzen siyasetinin arkasına eklemlenen siyasetin hesabı görülmeden “Gezi’yi hatırlatıp” “radikal solculuk yapmanın” sentetik ve eklektik bir biçimcilikten öte anlamı olmuyor. Geçmiş yıllarda “Gezi Direnişi”ni, sosyalist örgütlenme ve mücadelenin bütün safhalarının üstüne koyanları eleştirmek adına dile getirilen “hareketçilik, biçimsel radikalizm, Gezicilik” gibi suçlamaların da bir kalemde unutulması ise siyasetin şakası gibi. Aslında, mesele basit: “Bir oy Kemal’e bir oy bize” şeklinde dile getirilen CHPciliğin, düzen muhalefetinin kuyruğuna takılma siyasetinin ve aynı zamanda seçimlerdeki başarısızlığın üzerini örtme numarası. “Biçimsel radikalizmle” ya da “radikal solculukla”, umutsuzluğa kapılan kitlelere umut taşındığı iddia etmek ise “suni dengeci” bir devrimci-demokrat siyaset tarzıdır ki, bunu mahkûm edeli, bizler açısından, yıllar oldu. Bu “suni-dengeci” diye kodladığım ya da “suni dengeyi kırma siyaset tarzı” ile öncü siyaset ve eylem arasında da bir dizi fark var ama, onu başka bir yazının konusu olarak geçelim.

Seçimlerden hemen sonra Gezi’ye sarılarak, seçim siyasetini ve seçim sonuçlarını aklamak çok mümkün değil. “Kahraman Gezici”lik yaratarak “utangaç CHPciliğin” üstünün çok örtülemeyeceği açık olsa gerek. Sağ siyasetin bu kadar etkin hale gelmesinde CHP’nin sorumluluğu ortadayken, CHP’yi bir kurtarıcı olarak emekçi sınıflara umut olarak göstermenin devrimci ve sosyalist siyasette faturası bu kadar kolay ödenemez. Kılıçdaroğlucu solculuğu örtmek için Gezi Direnişi’ne sarılarak buradan bir kahramanlık öyküsü yazmak belki günü kurtarabilir ancak CHP destekçiliğinin utangaç ruh halini pek kolay dağıtamayacaktır.

Sabah akşam CHP ve Kılıçdaroğlu üzerinden sol siyaset eleştirisi yapmanın zamanı ve yeri mi diye sorulabilir? Aşağıdaki ekran görüntüsü hem bu soruya hem de yukarıdaki satırların niye yazıldığını fazlasıyla anlatıyor. Seçimlerden hemen sonra Kılıçdaroğlu’nun yeni MYK’sının kimlerden kurulduğunun, CHP’nin hangi sınıfı temsil ettiğinin fotoğrafıdır. Komünistler için sokak da sandık da düzene, düzen siyasetine ve düzenin bütün aktörlerine karşı ancak ve ancak politik bir içerikle ele alınabilir. Bir öyle bir böyle olmaz.