Polisler müdahale etmese 1 Mayıslar huzur içerisinde kutlanabilir
Yaşamı boyunca da dediği gibi yapmış, hep tepki göstermiş olumsuzluklara. ‘Utanç günleri’ diye anlattığı olaylara bakmak bile yeterli: Struma gemisiyle Türkiye’ye getirilen Musevilerin Karadeniz’de öldürülmelerinden utanç duymuş, Varlık Vergisi ve sonuçlarından, 6-7 Eylül olaylarından, Kanlı Pazar’dan, Denizlerin asılmasından, 82 Anayasasının kabulünden…hepsinden utanç duymuş.
Yukarıdaki sözler 2000 yılında yitirdiğimiz Prof. Dr. Mîna Urgan’a ait. Yarın 109. doğum günü. Başlıktaki sözünü de doğum tarihini de Urgan hakkında yazmaya karar verip, notlarımı toparlarken fark ettim. Amacım, akademisyenlerin aynı zamanda aydın olması gerektiği konusunda yazmak ve Mîna Urgan örneği üzerinden ilerlemekti.
Elbette her akademisyenin aydın olmadığını biliyorum ama diğer yandan bir akademisyenin aydın olabilmek için toplumun diğer kesimlerinden daha fazla olanağa sahip olduğunun da farkındayım. Aydın olmanın ölçütünün akıl yürütme, değerlerine sahip çıkma, buna uygun tavır alma ve doğacak sorumluluğu taşımak olduğu düşünülürse, bunun tam olarak bilimsel bilgi üretim süreciyle örtüştüğü söylenebilir. Gerçekten de bilimsel sürecin, hipotez oluşturma, çalışmayı planlama, düşünceyi kanıtlama ve sonuçlarını yayınlamadan oluşan dizgesinin, aydın olma süreciyle benzerliği çok açıktır. İkisinin de temeli sorgulamaktır. Şunu söylemek istiyorum; gerçek bilim insanı olmak beraberinde aydın olmayı da getirecektir. (1) Enis Batur’un tanımıyla, “doğrunun eğriden ayrılması uğruna, değil başkalarının çıkarlarını, kişisel çıkarlarını da göz ardı edebilen, daha iyisi, başka türlü yapmak elinden gelmeyen kişidir” aydın. (2)
Buraya kadar anlattığım aydın ve akademisyenin bilgi/bilim düzleminde buluşmasıydı. Bunun dışında ayrıca eleştirellik düzleminde de aydın/akademisyen kimlikleri kesişir. Eleştirellik düzlemi için belki de en uygun örnek Edward Said’dir. İsrail askerlerine karşı Filistin’de temsili taş atması gerçek anlamıyla eyleme dönüştürülmüş bir eleştiridir ve kalınca bir kitap yazmaktan daha değerli olabilir.
Elbette bunun tersi de olanaklıdır: “Bu düzen içerisinde durup entelektüel kimliğini korumak isteyen birinin önünde tek bir çıkış yolu vardır: Negatif entelektüellik. Negatif entelektüel, inanç ve önceliklerini devlete göre hizalayan, düşünce sistematiğinin merkezinde iktidarın çıkarlarına hizmet yer alan ve attığı her adımda iktidara yakınlaşmayı gözeten bir ‘aydın’dır…. Bu anlamda düzenin sembolik kolluk kuvveti pozisyonundadırlar.” (3) Bir tür ‘organik aydın’ yani.
Mîna Urgan’ın bilimsel çalışmaları için bir şey söylemem olanaksız. Kendisi İngiliz Dili ve Edebiyatı profesörüydü ve yazdığı beş ciltlik İngiliz Edebiyatı Tarihi adlı çalışmasının çok önemli olduğu söylenir. Okumadım; okusam da değerlendirebileceğimi, daha doğrusu benzerleri arasındaki yerini saptayabileceğimi, sanmıyorum ama emeklilik döneminde yazdığı Bir Dinozorun Anıları’nda (şu anda 101. baskısı kitapçılarda) gerçek bir aydını gördüğümü söyleyebilirim. Şöyle diyor Urgan: “Çağımıza uymak zorundayız palavrasına da hiç mi hiç inanmıyorum. Eğer yaşadığım çağın en yüce ideali köşeyi dönmekse; eğer yaşadığım çağ toplumsal adaletsizlik üstüne kuruluysa; eğer yaşadığım çağ inandığım her şeyi yadsıyorsa; eğer yaşadığım çağa bayağılık ve çirkinlik egemense ben böyle bir çağa neden ayak uydurmak zorunda kalayım? Tam tersine baş kaldırırım, direnirim böyle bir çağa karşı. Bu yüzden dinozorlukla suçlanmam da vız gelir bana.”
Yaşamı boyunca da dediği gibi yapmış, hep tepki göstermiş olumsuzluklara. ‘Utanç günleri’ diye anlattığı olaylara bakmak bile yeterli: Struma gemisiyle Türkiye’ye getirilen Musevilerin Karadeniz’de öldürülmelerinden utanç duymuş, Varlık Vergisi ve sonuçlarından, 6-7 Eylül olaylarından, Kanlı Pazar’dan, Denizlerin asılmasından, 82 Anayasasının kabulünden…hepsinden utanç duymuş. Sadece utanç duymamış, günün koşullarına göre gereken tepkiyi de göstermiş. Nazım Hikmet’e özgürlük için kampanyaya, Aydınlar Dilekçesi ’ne imza atmış. Af Örgütü’ne, TİP’e üye olmuş. Cezaevlerindeki baskıya karşı açlık grevi yapmış. Tüm bunlara karşın yine de hep yeteri kadar tepki gösteremediğini düşünmüş.
Sadece tepki gösteren biri de değilmiş, müthiş bir yaşamı olmuş ve önüne çıkan fırsatları doğru değerlendirebilmiş: “Çocukluğunda Mustafa Kemal ile vals yapmış, Büyükada’da sürgünde bulunan ve balık tutmakta olan Troçki’nin teknesine kadar yüzmüş, Sait Faik ile rakı içmiş, Ahmet Hâşim ile küçükken yakın bir ilişki kurmuş, Yahya Kemal Beyatlı’nın karakterinden tiksinmiş, Yaşar Kemal’le Paris’te kâh o yana, kâh bu yana gezmiş, Sabahattin Eyüboğlu ile İngilizceden kitap çevirmiş, Halide Edip’in üniversitede asistanlığını yapmış, Mehmet Ali Aybar ile aynı davaya baş koymuş, küçük bir çayhanede neyini üflemekte olan Tevfik’e rastlamış ve onunla konuşma şerefine nail olmuş, Aziz Nesin ile güzel bir arkadaşlık paylaşmış, Behice Boran ile yarım yüzyıla yakın bir dostluk bağı kurmuş, aile dostları olan Nazım Hikmet’i de küçükken birkaç defa görmüş, Necip Fazıl ile arası şair dine dönmeden önce sıkı fıkıymış, Cevat Şakir, Abidin Dino, Orhan Veli ve daha birçok insanla hayatının büyük çoğunluğunda bir arada bulunmuş…” (4)
Bundan önceki yazılarımda bilim insanının nasıl olması gerektiğini anlatırken, aydın olma özelliğine yeterince değinmediğimi fark ettim. Sanırım Mîna Urgan bu açıdan, çok ön planda olmayan iyi bir örnek. Son sözü yine ona bırakayım: “Ben tarafsız değilim, açık seçik taraf tutuyorum. Yobazlığa karşıyım, ırkçılığa karşıyım, gericiliğe karşıyım, insanların sömürülmesine ve savaşa karşıyım. Sosyalizmden, sevgiden, kardeşlikten, aydınlıktan yanayım.”
(1)Günal, İ. Onur Hamzaoğlu Olayı ya da Akademisyen Kimdir? DEÜHYO ED, 5: 82-4, 2012.
(2)Batur, E. Alternatif: Aydın. Hil Yay., 1985.
(3)Alpan, AS. ‘Yeni Türkiye’nin Kanaat Teknisyenleri. soL 19: 19-20, 2014.
(4)Bu paragrafı Ekşi Sözlük’ten not almıştım. Yazıyı hazırlarken, Ekşi Sözlük’e kabul edilemeyecek nedenlerle erişim engeli getirildiğini öğrendim. Bu yüzden hangi sözlük yazarının olduğunu yazamıyorum.