Sevgili Yoldaşlar
Sinema filminin ve kurgusal niteliği nedeniyle belgeselin, gerçeğe sadık kalıp kalmadığını ve gerçeği ne ölçüde yansıttığını değerlendirmek kuşkusuz, sinema sanatının tümleyici bir öğesi olarak izleyiciye düş
Tülin Tankut
Andrey Konchalovskiy’nin senaryosunu bir kadın senaristle birlikte yazdığı ve yönetmenliğini üstlendiği Sevgili Yoldaşlar filmine esin kaynağı olan 1962 yılında SSCB yönetiminde cereyan eden olayları muhtemelen izleyiciye yaşatmak için siyah- beyaz çektiği bir dönem filmi. 77. Venedik Uluslararası Film Festivali Jüri Özel Ödülü sahibi filmin tanıtımında, “devlet şiddetini gözler önüne seren bu zamansız film, körü körüne sadakat ve korkunç gerçekler arasındaki uçurumu irdeliyor” deniyor. İlk cümlecik neyse de (güncel çünkü) ikincisi, bu da bir anti- Sovyet propaganda filmi mi, sorusunu getiriyor akla. (Az mı izlettiler bu tür filmleri izleyiciye? İşlerine gelmediği için vazgeçmiyorlar da.) SSCB’nin dağılışından sonra dış mihraklarca, yoldaş sözcüğünün tarihsel olarak içerdiği eşitlik, dayanışma kavramlarından koparılarak anlamı güçsüzleştirici bir biçimde itibarsızlaştırılması çabalarına, siyasetin dışında edebiyat ve sinemada da tanık olmuyor muyuz?
Filmde geçen olaylar tarihin yabancısı değildir; dahası günümüzde emperyalist yayılmacılık, kendini yenileyen faşizm, tarihin ilk evrelerinde yapılan zulme rahmet okutmaktadır. Değil kitle protestosu, küçük grupların bir araya gelerek hak arayışları bile şiddet yöntemiyle bastırılmaktadır. Ama yorumların çoğunda, 1962 olaylarından sırf Sovyet sosyalizmini kötülemek için “tarihin kanlı sayfaları”, “işçi katliamı” v.b. söylemler yer alıyor. Peki film için de aynı çizgide denilebilir mi?
Sinema filminin ve kurgusal niteliği nedeniyle belgeselin, gerçeğe sadık kalıp kalmadığını ve gerçeği ne ölçüde yansıttığını değerlendirmek kuşkusuz, sinema sanatının tümleyici bir öğesi olarak izleyiciye düşer. Politik bir film izlendiğindeyse, filmin dramatik ve estetik etkisine kapılmadan içeriğin hakkını vererek değerlendirmek gerekir. Senarist ve yönetmen, her ne kadar ilkesel olarak gerçeklerden yola çıkmayı benimsediklerini iddia etmiş olsalar da günümüzün rekabetçi ortamında piyasa kurallarına uyma kaygısı taşımaktadırlar. (Bu durum ödül mekanizmasını da şaibeli kılmıyor mu?)
Sevgili Yoldaşlar’a gelince; sinema sanatını temsil ettiği için sanatsal açıdan değerlendirilmeyi gereksinir ki, bu uzmanların işidir. Filmde yansıtılan 1962 Novoçerkassk olayları hakkında siyasi yorum yapmaksa kaynakçalardaki bazı muğlak, eksik, taraflı bilgiler yüzünden bir izleyici yorumunu zora koşacağından yazıda yer alan yorum ve verilen bilgiler filmde yansıtılanlarla sınırlı tutulmuştur. Hikâyeyi özetledikten sonra kanımca yukarıdaki soru da yanıtını kendiliğinden bulacaktır.
Film, Novoçerkassk’da mütevazı bir evin yatak odasında başlar. Kadın (Lydmila), giyinirken bir yandan da gizli bir ilişki yaşadığı yataktaki evli sevgilisiyle konuşmaktadır. Adam: “Herkes gıda fiyatlarının artışını konuşuyor. Kadın: “Stalin döneminde düşerdi.” Adam: “Kentte dedikodular dolaşıyor ama bu değişim (hükümetin reformları) en yakın gelecekte yaşam standartlarını artıracak.” Kadın: “Dünyaya komünizme ulaşmak üzereyiz, derken fiyatları yükseltiyorlar.” Adam: “Merkez Komite’nin talimatları açık. Partinin dedikleri kanundur; bunları tartışmaya hakkın yok.” Karşılıklı diyalogların gösterdiği gibi kadının aksine, erkek yetkililerin yanlış politikalarını eleştirmeye yanaşmaz.
Kadın tartışmayı uzatmaz; satış mağazasından yiyecek istihkakını almak üzere evden ayrılır. KGB’li olduğu için ayrıcalıklıdır; dükkânın önündeki kalabalığın arasından sıyrılarak arka taraftaki tezgâhtan sıra beklemeden gıda paketlerini alır. Satış görevlisi kadın, fiyat artışından yakınınca, “Sovyetler Birliği’nde açlıktan ölünmez” diyerek kadını paylar.
Lydmila, dedesi ve kızıyla yaşamaktadır. İş yaşamının yanı sıra ailenin bütün yükü onun omuzlarındadır. Dedenin sigara ve içki istekleri hiç bitmez. Ekranda hep ev işiyle uğraşırken görünür. (Ütü, yemek) Kızı, Elektrikli Lokomatif Fabrikası’nda çalışan gencecik bir işçidir. O da fabrikada ücretler düşürülürken gıda fiyatlarındaki artıştan, hayat pahalılığından yakınır. Kadın savaş görmüş biri olarak savaş koşullarında geçen yaşamın zorluğunu hatırlatır. Tartışmaya katılan dedeye,” bu geçici bir dönem” deyince dede kinayeli konuşur: “Kennedy (Dönemin ABD başkanı) üzerimize nükleer bir bomba atsa da güya geçici sıkıntılarımız sona erse.” Yaşlı adam ülkenin içinden geçmekte olduğu dar boğazdan rejimi suçlar: ABD ile yarışmaktan halkın ihtiyaçları ötelenmektedir. Kadın kuaföre gittiğinde konuşulan konu gene aynıdır. Eleştirilerin rejime yönelik olmasını haksızlık olarak nitelendirir: “Stalin döneminde savaştan sonra bile gıda fiyatlarını düşürdüler.” Diye savunmaya geçer.
1 Haziran 1962 tarihinde, Elektrikli Lokomatif Fabrikası’nda çalışan işçiler, maaşların düşürülmesi, et ve süt ürünlerine yapılan zamlar nedeniyle greve giderler. Konuyla ilgili olarak bir grup KGB’li toplantı halindedir. Tarım konuşulmaktadır. Bir öğrencinin, “Çar zamanında et boldu, şimdi yok” sözleri gündeme getirilirken Lydmila, uygulanan programlardan genelde memnun kalındığını ama teknik konularda aksaklıklar olduğunu kabul eder. O sırada telefonla Bölge Komitesi Sekteri’nin fabrikaya gideceği haberi bildirilir. Bunun üzerine grup dağılır, fabrikaya gitmek üzere bindikleri arabada ağız dalaşı başlar. Lydmila,” İnsanlar cahil, ne yapacaklarını bilmiyorlar; suç bizde, onları ikna edemiyoruz” diyerek parti adına özeleştiri yapar. Komünist gençlerin kendilerini flörtlere kaptırdıklarını söyleyerek, değerlerine sahip çıkan kuşaklar yetiştiremediklerinden yakınır.
Sekreter fabrikaya geldiğinde öfkelidir. Grev nedeniyle demiryolu seferlerinin aksayacağından tedirgindir. Bir yandan da basiretsizliğinden ötürü partiden atılmaktan korkmaktadır. İşçi ücretlerinin düşürülmesine içerlemiştir. Bundan fabrika müdürünü sorumlu tutar. Çatacak yer arıyordur.” Sosyalizmde grev kabul edilemez”, diye kükrer. Balkondan aşağıda birikmiş olan işçilerle konuşmayı dener, ama isyanla karşılaşır; yetkililer ayrıcalıklara sahip olmakla suçlanırlar, ancak bunu hak edecek bir görüntü sergilemezler; örneğin Lydmila’nın kızı yırtık çorapla gezer; diğerleri de akla gelebilecek lüks villalar, yazlıklar, kürk, pahalı giyim-kuşam, mücevher, av partileri v.b. ayrıcalıklardan uzak görünürler. Zaten kalabalıktan yükselen ‘onlar et yiyiyorlar’ itirazları da bunu kanıtlamaktadır. Sekreter tam içeriye dönerken aşağıdan atılan taşla odanın camı kırılır. Peş peşe taşlar camlara isabet etmeye başlayınca görevliler, odadakileri gizlice fabrikadan kaçırırlar.
KGB karargâhında olaylar sırasında çekilen fotoğraflardan kışkırtıcılar tespit edilmeye çalışılır. Ele başlarının diğer fabrikaları da greve katmak istedikleri istihbaratı alınmıştır. Rütbeli kişiler plan yaparlar. Buna göre ordu teyakkuzdadır; tam teçhizatlı asker emir beklemektedir. Toplantı odasında yetkililer, uzun bir masada yan yana. Yüzleri dinleyicilere dönük olarak oturmuşlardır. İçişleri Bakanlığı’nın aldığı önlemler konuşulmaktadır. KGB raporuna göre, fabrika işçilerinin üçte biri hapis yatmış kişilerdir. Kasabanın Don nehri bölgesi, tarihte hep tehlikeli bölge sayılmıştır. Halen de devrim karşıtı eğilimleriyle bilinen Kazakların hareket merkezi konumundadır. Masadakilerden biri, “kışkırtıcı bunlar, CİA, Amerika’nın Sesi (radyo)” diye öfkelenir. Bir başkası “Sabırlı olmalıyız, onlarla konuşmalıyız” der. Bunun üzerine dinleyiciler arasından Lydmila ‘nın sesi duyulur: “Konuşmanın yararı yok. Hepsini yasalar elverdiğince tutuklayıp mahkemeye verin.” Kendini tanıtır: “Şehir Komitesi Üretim Sektörü, Lydmila Syomine… Bu insanlar Sovyet hükümetine öfkeliler. Ne yapacakları belli olmaz. 20. Parti Kongresi’nden sonra eski siyasi mahkumlardan tahliye olanlar kente döndü.” Masadaki Hükümet Komitesi Başkanı , “Argümanlarınızı yazın ve bizzat bana teslim edin” der kadına. Yanında oturan sevgilisi, henüz her şey belirsizken kadının kendi için zararlı olabilecek bir beyanda bulunmasına tepkilidir: “Konuşmak zorunda mıydın? Derdin ne senin? Başkan: “Yoldaş Syomine haklı. Olayların kentten sızmasına izin vermeyeceğiz. Kent giriş çıkışlara kapatılacak. Tam abluka.” Emirleri sıralar; dinleyiciler arasındaki generale, “gerekirse ateş açın bu serserilere. Ordu birlikleri olayların kente yayılmasını engellemeli. Bir durum olursa ateş edin. General ayağa kalkar,” Mühimmat verilmemesini ben emrettim” der ve ekler: “Komitenin değerli üyeleri, anayasaya göre, ordu halka ateş etmemelidir.” Başkan: “1956 yılının Buda Peşte’sini hatırlıyor musun? Faşistlerin komünistleri asıp derilerini yüzdüğünü?” General: “Hatırlıyorum.” Başkan: Amerika’nın Sesi de bu pislik torbalarına halk” dedi. General: “Ordunun görevi ülkeyi dış düşmanlardan korumaktır.” Başkan: “Askerlerinize mühimmat dağıtmanızı emrediyorum.”
Evde anne- kız ve dede olayları tartışırlar. Kız özgürlükten, adaletten söz eder; belli ki gençliğin değişim dönüşüm potansiyelini taşıdığı için; ancak söylemleri dış mihraklardan sızan (” Amerika’nın Sesi radyosu”) propaganda faaliyetlerinin izlerini taşımaktadır. Kızın Stalin aleyhindeki sözleri, “sen de korktuğun için susuyordun” demesi annesini sinirlendirir, kendini tutamayıp kızı tokatlar. Dede de olaylara tepki olarak sandıktan çıkardığı eski asker üniformasını giymiştir. Sandıkta sakladığı, ailesinden kalma “Kazan Tanrının Annesi” tablosu da odada yerini alır. Kadın: “Seni böyle görürlerse hapse atarlar.” Dede: “Beni böyle gömsünler, tabloyu da mezarıma koysunlar.”
Lydmila’yı işinde, masa başında çalışırken görürüz. Yanı başındaki televizyonda spor etkinlikleri gösterilmektedir. Bir görevlinin getirdiği haberlerse kötüdür: üç bin kişilik bir kalabalık, ellerinde Lenin portreleri ve kızıl bayraklarla, yönetimdeki (1) Kruşçev hükümetini kınayan sloganlarla kente doğru yürümektedir. İstikamet Kent Komitesi’dir. Derken kalabalığın beş bini geçtiği, tankları aştığı haberleri gelir. Lydmila ve arkadaşları masa başında emir beklemektedir. Ama Moskova’dan ses çıkmaz. Kalabalık binayı işgal etmek üzeredir. Panik havası. Lydmila’nın binadan kaçış sırasında üst katta komünist gençlik teşkilatından eli tüfekli bir genci görmesiyle allak bullak olması. Dışarıda birisi kalabalığın fotoğrafını çekerken balkondaki yetkilinin halka yönelik tehditleri: “Dağılın, yoksa ateş açacağız.” Fotoğraf çekene arkadaşının, korkmaması için “mermiler kuru sıkı” deyişi. Ve dağılmayan kalabalığın üzerine ateş açılır. (2) Ortalık bir anda karışır. Gerçek mermi kullanılmıştır. Asker üniformalı bir yetkili, “kim ateş etti?” diye bağırır. Askerlerden gelen yanıt: “Biz havaya ateş ettik.” Yetkili: “Peki o ölüler, yaralılar ne?” diyerek öfke kusar. Lydmila’yı ateş altında, canı pahasına yaralıları güvenli bir yere götürürken görürüz. Derken kızını arar; evde, hastanede en son da morgda, ama bulamaz.
Eve döndüğünde, kışkırtıcıları tespit etmek için fotoğrafları inceleyen yüzbaşı gelir, bu kez sivildir. Arama izni vardır. “Parti Kent Komitesi İşkolu temsilcisi misiniz? Diye sorar.” Kadın onayladıktan sonra kızının pasaportunu, kitaplarını görmek ister. “Gizlilik taahüdü imzalayın” der. Kadının kızıyla ilgili sorularını yanıtlar: Suçu mahkemede belli olur. Belki bir yerde saklanıyordur. Azmettiriciye üç yıl hapis cezası verirler. Tabii kayıt dışı söylüyorum bunları. Kızınız gelirse bize haber verin. Bir suçlu vardır, bir de azmettiricilerin cahil kurbanları. Bütün fabrikayı hapse atamazlar.” Yüzbaşının tavrı dostçadır, açıklamaları az da olsa kadının içine su serper.
Gece sokağa çıkma yasağı, semtleri dolaşan resmi arabalarla anons edilir. Dede, ölmüş yeğeninin 1922- 23 yılında kendisine yazdığı mektubu okur kadına. Mektubu alır almaz köye gitmiş ve yakınlarının ölüleriyle karşılaşmıştır. Lydmila: “Başka yolu var mıydı? Don bölgesinde korkunç şeyler oluyordu. Beyazlar, Kulaklar… Kazaklar canavarlaşmıştı. Ne yapılsaydı? Şolohov bunun romanını yazdı, okumalısın. Cephedeydim, her şeyi gördüm. “Dede: “Köyümüzde yapılan işkenceleri görmedin. Don bölgesinde Tanrı yoktur.” Dedenin köklerine dön, iması üzerine kadın, “beni korkutamazsın” diyerek tartışmayı sonlandırır. Bu tür konuşmalara, devrim düşmanlarını cesaretlendireceği için karşı çıkar. Ama bir yandan da oturduğu apartmandaki tutuklamalara, sokakta yasaklara uymayanlara ateş açıldığına tanık olur.
Olayların dışarı sızmaması için herkese imzalatılan gizlilik taahüdünü, bu tür uygulamaların geçici olduğu düşüncesiyle imzalamak zorunda kalmıştır. Sevgilisi, önceki toplantıda Başkan’ın istediği raporu sorar. Dürüstçe, “gerek kalmadığını düşünerek yazmadım”, der. “Hem kızımı denetleyemediğim için cezamı çekmeye hazırım. Partiden de istifa edeceğim.” Ama işler umduğu gibi çıkmayıp toplantıda dillendirdiği, yasalar uygulansın, siyasi suçlular mahkemede yargılansın önerisi, şiddet yanlılarınca kullanılarak göstericilere ateş açılmıştır. Tehlikenin farkında olan sevgilisi temkinlidir; boş bir odada, ona, “Sevgili Yoldaşlar” hitabıyla başlayan raporu “usulünce” yazdırır. Elinde raporuyla konuşma sırasını beklerken uzun masada oturan zevatın sertlik yanlısı konuşmaları, kadının grevdeki kızıyla ilgili korkularını büsbütün artırır. Kendini tuvalete atar, ağlamaya başlar; ıstavroz çıkarır, Tanrı’dan af diler. “Yaşamasına izin ver, Tanrım” diye dua eder. Peki dini neden hatırlamıştır? Bireyselliğine sığınmasının nedeni, bastırılanın (dini inançların) geri dönüşü müdür? Dini değerlere dönerek yoksa yörüngeyi değiştiriyor mudur? Onu gerileten annelik duygusu mudur? (Bu durum finalde netlik kazanacaktır.) Canı pahasına kızını aramakta kararlıdır. Ölü ya da diri. Toplantıya dönmez.
Sivil ve askeri yetkililer hazırlıklarını tamamlamak için büyük bir faaliyet içindedirler. Evde arama yapmaya gelen yüzbaşı yine sivil kıyafet giymiştir; o gün kadına dostça davranmış, şimdi de kızını bulmasına yardım edecektir. Yasaklara karşın birlikte arabayla kentten ayrılırlar. KGB’li oldukları için yoldaki kontrolleri fazla sorun yaşamadan atlatırlar. Yol boyunca eski günleri yadedip devrim şarkıları söylerler. Mezarlığa vardıklarında gizlice gömülen ölülerin arasında kızı ararlar, ama orada da bulamazlar. Dönüşte kadın kızına ağlarken votkayla avunmaya çalışır. Bir yandan da ordu ve sivil kadrolar arasındaki çatışmanın devrime zarar vereceğinden kaygı duymaktadır. Muhatabı sanki oymuş gibi, “Alçak KGB! Siz ateş açtınız, ordunun üstüne atıyorsunuz” diye bağırır adama. (2) “Sözlerine dikkat et, zaten başın belada” diye uyarır adam onu. Arabayı nehir kıyısına park eder. Kadın içkinin etkisiyle konuşma ihtiyacı hissetmiştir: “Svetka 1944’te doğdu. Savaşın başından beri cephede hemşireydim. Biricik aşkımla 1943’te kursta tanıştım. Görevden ayrılıp kızımı doğurdum. Gerçek bir kahramandı o. Sovyetler Birliği’nin kahramanı…Başka kentte bir karısı vardı.” Ağlar, âna döner, kendi kendine söylenir: “Komünist değilse, kime inanayım! Hepsinin canı cehenneme!” Ölülerin, isimleri bilinmeden alelacele gömülmesine isyan eder. Aklı kızındadır: “İnsana saygısızlık, mezarını bilmezsem nasıl ziyaret ederim?” Arkadaşı yine uyarır: “Gizlilik sözü bunun için, bunları konuşmamak için.” Kadın: “Keşke Stalin geri gelebilse. O olmadan yapamayız. Başaramayacağız.” Yaşamın hazlarını anımsamış gibi, önünden akıp giden nehre bakar, karşı kıyıda neşeyle atlarını yıkayan genç Kazakları görür – değer mi insanları bölmeye, gibisine- giysileriyle nehre girer. Bir süre suda dinlenir. Devrim şarkıları söyleyerek, votka içerek Novoçerkassk’a dönerler. Alan ışıklandırılmış, dans eden gençler. (Hükümetin hazırladığı moral gecesi) Adam, ayrılırlarken “Görüşecek miyiz?” diye sorar. Kadın işleri nedeniyle mecburen görüşeceğiz havasında olumlu yanıt verir. Adam: “Kızından haber alırsan beni ara. “Kadından ses çıkmayınca sorar: “Bana inanmıyor musun?” Kadın yine yanıt vermez, az önceki ‘komünist değilse neye inanayım’ sözünü çağrıştırırcasına. Sevgilisinin ve yol arkadaşının –bazı partililerin de – tenzili rütbeyle sürgüne gönderilme korkuları ağır bastığından uygulanan yanlış politikalar karşısında siyasi irade göstermektense eyyâmcılığı benimsemelerini hazmedemez. Oysa yaşananlar, devrime olan inancını pekiştirmiş, öz çıkarlarını hiçe sayarak partiden istifa etme kararı alırken sevgilisinin acele etmemesini söylemesi üzerine kararını ertelemiştir. Arkasına bakmadan evine doğru yürürken adam, “kızının pasaportu bende, bir sorun olursa ben hallederim” diye seslenince dönüp pasaportu alır. Babası evdedir. Kızı çatıda saklanmıştır.” Tanrım! Yaşıyor,” diyerek çatıya koşar. Ana – kız kucaklaşırlar. Belli kız çok korkmuştur; daha önce hiç karşılaşmadığı olaylara bir anlam veremediği için de şaşkındır. Annesinden olup biteni açıklamasını ister. “Hapse mi gireceğim?” diye sorar. Kadın, “pasaportun bende, bakir topraklara gideceksin. Daha iyi olacağız, daha güzel olacak” diyerek umut tazeleyici sözleriyle onu sarıp sarmalar.
Peki, Lydmila’nın son kararını nasıl değerlendirmeli? Filmde, anti- sovyetik propaganda sahnelerini öne çıkarma sığlığına düşüp filmi değersizleştirme yanlışına düşmekten kaçınan, devrime bizzat tanık olmuş yaşlı yönetmeninin – kadın senaristin de katkısıyla- tarihi, toplumu, maddeci yönteme elden geldiğince sadık kalarak, Sovyet gerçekliğine yaklaşımı, sorunun yanıtı için epeyce bir ipucu sunuyor izleyiciye. Sözgelimi, yetkililer arasında muhalif cephe geniştir ama örgütlü olmadıkları için suskundurlar. Emir kulu olduğu için göstericilere ateş açın emrini veren bir general, sahada hiç çalışmamış olan Lydmila’nın yol arkadaşına, sahada olmanın güçlüklerini anlatır, yasaları çiğnemek zorunda bırakıldığı işinden dert yanar. Lydmila , kolektif siyasi çalışmanın disiplinine sahiptir; Stalin’e bakışı rasyoneldir, ki bunu somut örneklerle sık sık dile getirir. Stalin’in başta olduğu dönemde Hitler’i Sovyetler Birliği yenilgiye uğratmış ve faşizmin sonunu getirmiştir. Lydmila ve yol arkadaşı biraz da devriminin yeterince korunamadığından duydukları üzüntü ve hüzünle, yol boyu devrim şarkıları söylerler. (“Yoldaş, yoldaş/ Sahada ve savaşta / Anavatanını koru, fedakârlıkla.”) Anavatan, faşizme direnirken milyonlarca Sovyet yurttaşını yitirmişti. Toplumsal bellek bunu unutur mu? Öte yandan Lydmila, kadın haklarına devrim sayesinde kavuşmuş; bunun sayesinde yönetimde iyi bir konuma yükselebilmiştir. Ancak tarihsel bir gerçeklik olarak kadına yüklenen toplumsal rollerden tam anlamıyla kurtulamamıştır. Dindar ve milliyetçi bir ailede büyümüştür. Dedesinin, “köklerine dön” telkinlerini anımsayalım. Din ağırlıklı gelenekler, feodal ilişkilerle örülmüş aile kalıtından arınmak kolay değildir. Buna annelik ideolijisini de ekleyebiliriz. Bilinen toplumların hangisinde annelik ideolojisiyle baş edilebilmiştir? SSCB anneliği görece olarak kolaylaştırmış, kadınları özgürleştirmiş; ancak devrimin kazanımlarına sahip çıkılamaması sonucu, Gorçabov(3) kadınlara evlerine geri dönme çağrısı yapma cesaretini gösterebilmiştir. Lydmila kızını bulduğunda anne olarak sevinir ama davasına duyduğu sadakatten hiçbir şey yitirmemiştir. Ülke gerçekleriyle yüzleştikten sonra, devrimci ilkelerin ihlâl edildiği dönemsel koşulların kızı için hazırladığı ne olacağı belirsiz, karanlık yazgıyı kabullenmesi, her şey bir yana rasyonel değildir. Kızı yaşamalıdır! Dolayısıyla, yazının başında alıntılanan bir yorumda ona yakıştırılan “körü körüne sadakat” nitemi, adanmışlığı küçümseyen bir zihniyetin ürünüdür.
Andrey Konchalovskiy 1937’de doğdu. Sanatçı ve aristokrat bir ailenin çocuğudur. 1980’de ABD’ye yerleşti. Hollywood’ta çalıştı. 1990’da Rusya’ya döndü.
1) Nikita Kruşçev, 1941- 45 yılları arasında ülkesine hizmet vermiş; 1953’te Stalin ölünce onun yerine geçmiş, 1964’te görevinden ayrılmış, yerini L. Brejnev almıştır.
2) 1992’de olayın sorumluları hakkında soruşturma açılmış, mahkeme orduyu suçlu bulmuştur. Ancak, göstericilerin üzerine ilk olarak KGB’nin mi, – ki filmde Lydmila bunu savunuyordu- yoksa ordu birliklerinin mi ateş açtığı hâlâ tartışmalıdır.
3) Mihail Gorbaçov , 1990- 1991 yıllarında SSCB Başkanı, SSCB’nin dağılmasının sorumlusu.