Suçlanacaksa, tüm kadro suçlanmalıdır
Eğer kapitalist sisteme sadakat gösterilecekse, bunun doğal sonucu olarak küreselleşmeye de sadakat gösterilmesi ve onun tüm emirlerine uyulması kaçınılmazdır. AKP bu işi, alnının akı ve vicdanı doğrultusunda yapıyorken, ikinci bir siyasi yapılanmaya ne gerek vardı ki?
28 Mayıs akşamına kadar göklere çıkarılan Kılıçdaroğlu, 29 Mayıs sabahı aniden değişim rüzgârının önüne atıldı. Merak ediyorum doğrusu, seçim kazanılmış olsa idi Kılıçdaroğlu’nun akıbeti, değişim rüzgârının da yönü ne olacaktı acaba! Bir olayın ex-post yorumu ve eleştirisi çok kolaydır, önemli olan olayın ex-ante analizini yaparak, olası çözüm önerisi üretmektir. Kanaatim odur ki, seçim öncesinde AKP’nin adeta kesin kaybedeceği, CHP ve altılı masanın ise kesin kazanacağı algısı nedensellik analizine tabi tutulmadan varılmış afaki sonuçlardı. Her iki taraf için de ileri sürülenler analizden yoksun duygusal ya da sezgisel tahminden öteye geçememiştir. Aritmetiğe dayandırıldığı ifade edilen savlar en basit matematik algoritmasından dahi uzakta idi. Bugün tartışacağım bu konuyu, partiler iç meselesinden uzak tutup, siyasi ufkumuz açısından ele almak istiyorum. 28 akşamına kadar altılı masa yıkandı-yağlandı, özellikle de CHP iktidara yürüyor havasında el üstünde taşındı, yerli ve yabancı ünlü akademisyenlerle İkinci Yüzyıl Programı olarak adlandırılan bir siyasi eylem taslağı hazırlandı, programın analizleri yapıldı(!) ve AKP’nin ülke siyasetinden uzaklaştırılacağına inanan herkes huzur içinde sonucu beklemeye koyuldu. Kısacası her şey ve herkes hazırdı, makamlar dahi paylaşılmış, vaatler yapılmış, siyasi yapı değişecek ve ülkeye demokrasi gelecek diye beklentiye geçilmiş idi. Ancak, iktidar kadar muhalefet de kördü, zira gündeme oturtulması gereken gerçek konu gündemde yoktu. İhmal edilen fakat işin özü olan konu belki bu seçimi kazandırmaya yetmeyecekti, fakat ülke üzerine çullanan kâbusu halk gözünde aleni kılarak, bu seçimde değilse bile, ileriki dönemlerde ülkeyi selamete çıkaracak ana nokta idi. İşte bugün bu noktayı siz değerli okuyucularla tartışmak istiyorum.
Önce İkinci Yüzyıl Programı’na bulandırılmış olarak CHP’nin ilan ettiği ve savunduğu programa özü itibariyle bakalım. Programda, kabaca, İngiltere’den geleceği söylenen temiz para, depremzedelere bedava ev vaadi de dâhil olarak, hemen hemen her alanda saçılacağı söylenen paralarla, ekonomi açıdan CHP programının AKP programından, belki bazı detay dışında ne farkı vardı? Böyle bir programla CHP iktidara gelmiş olsa idi, aynen bugün olduğu gibi ekonomide para bollaşması, bütçe açığı, dolayısıyla enflasyon yaşanmayacak mı idi? CHP iktidarının ülkeye sağlayacağı tek avantaj, muhtemelen, ekonomi açıdan bazı kamu israflarının önlenmesi, siyasi açıdan da yapı değişikliği ve kısmen hukuk yolunun açılması olabilirdi. Diğer bir deyişle, CHP iktidarında kuvvetler ayrılığı sistemi ile bugünküne göre daha demokratik görüntülü(!) bir siyasi sistem kuruluyor olabilirdi.
Peki, CHP ve altılı masadan beklenen sadece siyasi sistem değişikliği mi idi? Tutuklu gazeteciler, siyasiler, Osman Kavala ve Gezi tutukluları için beklenen adil hukuk sisteminin kurulması gerekli ve doğrudur. Hukuk sistemi toplumun aydın kesimi için de geçerlidir. Ancak bu ihtiyaç toplumun acaba yüzde kaçını yakından ilgilendiriyor, hatta toplumun büyük kesimi, sermayenin bir kesimi düzgün bir hukuk sistemi ister mi acaba? Burada mesele, düzgün bir hukuk sisteminin halkın ne denli talebi arasında olabileceğinden öte, sömürüye açık çevresel konumlu bir ekonomide böylesi düzgün bir hukuk sisteminin emperyalistin ajandasında kaçıncı sırada olduğudur. İşin daha başka bir boyutu da şudur, eğer hukuk sistemi ekonomik alt-yapının üst yapı organı ise, alt-yapıya değinmeden üst–yapıda nasıl bir değişiklik yapılabilir ki, yapılan bir değişiklik ne kadar sistemle uyum sağlayabilir ki? Kısacası demem o ki, sistem üretim alt-yapısı ve üst-yapısıyla bir bütünlüktür ve parçalı düşünülemez ve oluşturulamaz. Bir örnek, rahmetli Mümtaz Hoca anayasaya dayanarak özelleştirmelere karşı dava açardı da, bugün niçin bir Mümtaz Hoca yok, niçin özelleştirmelere karşı dava açılamıyor da, tam tersi, bugün siyasiler yabancılara ne satarız diye açık ifadede bulunurken oy kaybına uğramıyor? Bugün hangi güçler AKP iktidarını, rahmetli Erbakan Hoca’nın dahi itirazına rağmen iktidara taşıdı da, hatta bugün oğul Erbakan babasının karşıtı olanların yanında durmaktan kendini alamadı! Yani, Türkiye kendi kabuğu içinde değil, artık çok kutuplu azgın kapitalist havuzda çırpınan ve bu çırpınışta kendisine yabancılaşan bir ekonomi ve toplum olarak ele alınıp, bu koşul içinde fakat ona karşı olarak çözüm aranmalıdır. Piranalar havuzunda çırpınan Türkiye’yi havuzla uyumlu siyaset mi, yoksa havuzun niteliğini algılayıp, üretilebilecek karşıt siyaset mi düzlüğe çıkaracaktır? Mesele işte tam da bu iken, CHP bu yola değil, AKP’ye gitmesi muhal insanları toplama gayreti içinde, toplumu piranalar havuzuna uyumlayacak eklektik bir proje geliştirdi. Orijinali varken, taklidine itibar edilmez! Danışmanlardan, akıl veren hocalardan bu konularda ne bir ses duyduk ne bir itiraz gördük.
CHP’nin yapması gereken, içinden geçilen tünelde makyaj değil, tünelin dışına çıkma hedefinin ortaya koyulmasıydı. Bunun bir yolu siyaset yapısında değişimin sağlanması ve tek-adam sultasının sonlandırılmasıdır. İkincisi ve daha önemli konu ise, ekonomik demokrasinin oluşturulması yönünde, uzun dönemli ekonomide sanayileşme ve teknik ilerleme projeleri geliştirmek olmalı idi. Doğal olarak, toplumu cahilleştiren eğitim sisteminin düzeltilmesi, üniversitelerde siyasi işgale son verilmesi, medya ve iletişim kanallarının özgürleştirilmesi gibi burada sayılamayan daha birçok mesele de gündeme taşınmalı idi.
CHP yenilikçi ve değişimci iddiasına rağmen, programında buna dair en ufak bir ipucu sunmadı topluma. Bu konuda tek örnek olarak yoksulluk meselesine bakabiliriz. CHP sözcüleri yoksulluk konusunu sistemik bir patoloji konusu olarak değil, adeta çözülebilir, belki de hafifletilebilir bir sosyal sorun olarak ele aldı. Yoksulluğun çeşitli tanımlarına girildi, derin yoksulluk vb gibi sıfatlarla yoksulluğun çeşitli halleri tanımlandı, kişileştirildi ve bazı öneriler geliştirildi, fakat yoksulluk bir sistem sorunudur ifadesi asla kullanılmadı. Bunun sebebi, CHP’nin de bir küresel sistem partisi olma niteliğini kaybetmeme korkusu idi. Yazık!..
Eğer kapitalist sisteme sadakat gösterilecekse, bunun doğal sonucu olarak küreselleşmeye de sadakat gösterilmesi ve onun tüm emirlerine uyulması kaçınılmazdır. AKP bu işi, alnının akı ve vicdanı doğrultusunda yapıyorken, ikinci bir siyasi yapılanmaya ne gerek vardı ki? AKP’nin bu denli yap-işlet-devret bağımlılığı millet üzerine emperyalistlerin çullanması olarak anlatılırken, salt AKP değil, kapitalist sistem de tüm olumsuzluğu ile öne çıkarılmalı idi. Gerek iç gerek dış taban açısından korkulan nokta da bu oldu; CHP ve ona akıl veren akademi camiası da ne yazık ki bu raydan ayrılmayı hiç içine sindiremedi, ayrılmaya cesaret edemedi.
Hal böyle iken CHP bu sorunlara yapısal temelli değil, yüzeysel ve korkak eda ile yaklaşarak güçlü çözüm önerilerinde bulunmak yerine, AKP’den oy çalma gayreti içinde ülke aleyhine girişilmiş her hareketten kendine yontma gayretine girdi. CHP’nin yapması gereken ne AKP’liler gibi Osmanlı’ya öykünmek, ne de gardırop Atatürkçüleri gibi bir asır geriye gitmek olmalıydı. Osmanlı tabii ki ecdadımızdır, ama yıkıldı; Atatürk dönemi de kuruluş felsefesi ile anılır, fakat çağın koşulları bugünkünden çok farklı idi. Her iki geçmişi de tarihsel hazinede mahfuz ederek, biz bugünkü koşullarda, azgınlaşan kapitalist havuzda gemimizi nasıl yürüteceğimize bakmalıyız; havuzu anlamak istiyor muyuz, havuzda mı kalacağız, yoksa havuzu ret mi edeceğiz.
Bu tartışmada muradım şudur ki, seçim gününe kadar CHP yandaşlığı yaparak, yukarıda saydığım hiçbir şeye itiraz etmeyenler, hatta kendilerine mevki-makam tahsis ettirenler, bugün partiyi eleştirirken, seçim öncesi programlarını da bir kez daha, bu sefer bizzat kendilerine oku çevirerek gözden geçirmelidirler. Zira seçimdeki başarısızlığı salt pasif liderlik ya da sair sudan kişilik özelliklerine bağlamak, sorunu hiç anlamamaktır. Son NATO toplantısında Biden’ın Erdoğan’ı seçim sonucu nedeniyle kutlarken, kısa haber bandında yansıdığı kadarıyla, gülümseyerek, “bir beş yıl daha berber çalışacağız” gibi ifadesi beni pek rahatsız etti.
Bu seçim ve toplumun üzerinde giderek koyulaşan karanlık hepimize bir ders olur mu acaba! Göreceğiz!