Tülin Tankut yazdı: Gündelik hayat: Gündelik hayatı sürdürmekte zorlananlar (1)

Tülin Tankut güncel gelişmeler ışığında toplumsal hayattaki dönüşümü ve mücadele başlıklarını yazdı.

İsrail-Hamas çatışmasında, Filistin halkının çoluk çocuk uğradığı mezalim akıllardan çıkabilecek gibi değil. Ya İsrail’in dünyayı susturmasına ne demeli? Eşitlik, özgürlük, dayanışma gibi insani değerleri korumanın son derece güçleştiği günümüzde bu yaşananlar,   dünyaya “Uyan!”, uyarısıdır.

Her canlı hayatta kalmayı ister, yalnızca insan değil. Ama bu ancak bizi koruyacak olan hukuk sistemi sayesinde gerçekleşebilir. Yasaların doğru dürüst işlemediği bir düzende yaşama tutunamama tehlikesi baş gösterir. 1980’li yıllardan itibaren bir avuç varlıklının dışında yaşamın tadı tuzu kaldı mı? Neoliberalizmle birlikte din, dünyanın her yerinde siyasal olarak etkin hale geldi. Öyle ki, günümüzde dini inançları, gelenekleri ve dünya görüşleriyle tanımlanabilen milliyetçi-sağcı siyasi partilerin sayısı arttı. Bunların yönetim biçimleri de demokratikleşmeyi boşlayıp otoriterliğe kaydı. Sertlik yanlısı yönetimler, zayıf demokrasilere yerleşti. Amaç, elden geldiğince en geniş tabana seslenmekti. Demokrasileriyle övünen Batı toplumlarında da din, hâlâ kurumsal ve siyasal olarak gücünü koruyor. (Papa, dünyayı dolaşıyor, her yerde tezahüratla karşılanıyor.)

Bilindiği gibi din, bağnazlığa çekildiğinde bölücü bir nitelik kazanır. (Biz ve “öteki” algısını ortaya çıkarır.) Meşruiyetini din üzerinden sağlayan çevreler dünyevi iktidarı böyle elde ederler. Dini, salt inanç ve ibadet sistemleri içinde yaşamak anlamına gelen sekülerleşmeyse modern toplumlara özgüdür. Ülkemizde de Cumhuriyet’in ilk yıllarında “Batılılaşma ve modernleşme” çabaları büyük kentlerde görülmüş, kent dışında kalan bölgelere kadar yaygınlaşamamıştı. Kırsal-kent ayrımı günümüzde de tam olarak ortadan kalkmadı. Kırsaldan kente göç eden nüfus dini, geleneksel ve kültürel değerlerini hâlâ sürdürmekte.

Anayasayla garanti altına alınmış olan temel yurttaşlık hakları, din özgürlüğünü de kapsar; ama dini siyasallaştırma peşindeki akımlar hükümetlerin desteğiyle güçlendi, “Allah ile kul arasına girilmez”, “İslam’da zorlama yoktur” gibi söylemleri hiçe sayıp faaliyetlerini genişleterek eğitim sistemine kadar girdiler. (İslâm’da zorlama yoksa, seçmeli olması gereken din dersi niçin zorunlu hale getirildi?)

Halen serbest piyasacılık ve dincilik birbirini destekliyor. Hukuk sistemiyse zaten sömürüye olanak veren cinsten. Dini argümanlar, gelir dağılımındaki adaletsizliği, yoksulluğu öbür dünyaya ertelediğinden sınıf örgütlenmesini haliyle zora koşuyor. Öte yandan kul hakkı, helalleşmek gibi dini kavramların siyasette kullanılması, toplumdaki eşitsizliği meşrulaştırmaya yarıyor. İslâmi kesim bireyselleşirken cemaatleşmede karar kılan kesim, hızlı bir yoksullaşmayla birlikte, halka hizmet götürdükleri iddiasındaki İslâmi örgütlenmelere katılıyor. Sosyal devletin vaatlerini yerine getirememesi cemaatlerin, tarikatların işine yaradı. (Söz gelimi, öğrenci yurtları ellerine geçti) . “Hayırseverlik etiği”yse, toplumsal kurtuluş mücadelelerini zayıflatıyor.

Uzman çevrelerin, “İslâmi hassasiyetleri” olan yüzde 40’lık bir kesim üzerinde dinci politikaların etkili olduğu iddiaları yaygınlaştı. Televizyonda tanık olduğumuz gibi konuşmacılar, eğitimli kesim için İslâmi bilgileri Mesih diliyle konuşarak akla, bilime uygunmuş gibi göstermeye çalışıyorlar. Geniş kitleler için kullanılan yöntemse hiç şaşmaz:

Dini menkıbeler üzerinden oluşan söylemler aracılığıyla, asr-ı saadet düzeni (Hz. Muhammet) ütopyasını canlı tutmaya yarayan öbür dünya tasvirinin, inananların zihninde rasyonel bir yapı olarak biçimlenmesi sağlanır. Cennet mutlulukla cehennem korkuyla anılır. Dini gerçekliğin yaşamdaki gerçeklik gibi somut bir biçimde zihinlere çakılması, dini liderin  de kutsallığına inanılmasını ve onun emirlerinin harfiyen yerine getirilmesini kolaylaştırır. Dünyevi sorunlar karşısındaki çaresizlik, ki günümüzde giderek büyüyen gündelik hayatı sürdürebilmekte zorlanma, inananı güce teslimiyete iter. Ne zaman nereden geleceği bilinemeyen sorunlarla başa çıkılamayacağına inanır kişi. (Allah yardımcın olsun, sözünü hatırlayalım) Öte yandan söz gelimi iktidar partisine oy veren sade vatandaşın güçlü bir siyasi partinin seçmeni olmak duygusu özgüvenini artırır. Lidere de sonsuz güven duyar, liderin tahakkümünü bile kabullenir. Evdeki babası, büyüğü gibi, o da sever de döver de. (Bülent Ecevit, Kemal Kılıçdaroğlu gibi liderleri ahlaki yönden takdir ederler ama iş oy vermeye gelince bildiklerinden şaşmazlar.)

Özetlersek, önyargıları içselleştirmiş kişiyi, sömürüye karşı sınıf dayanışmasının gücüne inandırmak kolay değildir. 60’lı, 70’li yıllarda, laiklik bu denli tahrip edilmemiş, dini akımlar henüz yükselişe geçmemişti. Kamusal eğitim de en azından din ve din dışı meseleleri birbirinden ayırt etme olanağı sağlayabiliyordu öğrencilere. Sol kesim siyasete canlılık getirmiş; topluca tiyatroya gitme, panel, münazara, film gösterimi, şiir geceleri vb… etkinleri geniş kitlelerce ilgiyle karşılanmış, sahiplenilmişti. Basın, radyo ve televizyon da eğitici işlevini günümüzdeki kadar yitirmiş değildi.

Dinci kesim hali hazırda teknolojik olanakları TV kanallarından, videosundan, sosyal medyasından 7-24 kullanırken laiklik aleyhine de bol bol propaganda yapıyor. İslâmcı partilerin güçlenmesinde bu da önemli bir neden. Oysa neoliberalizmin mimarları bile artık bu sistemin düşüşe geçtiğini itiraf ediyorlar, yeni model arayışına giriyorlar, dahası aralarından alternatif olarak kamuculuğu önerenler bile çıkabiliyor. Kamu çıkarını korumaksa kapitalist ideolojiye aykırıdır. Kamuculuk, dinci, popülist, keyfi yönetimlerin de harcı değildir. (Helalleşmek değil, hesaplaşmak!) Demek ki, emekçi sınıfların katılımını sağlayacak örgütlenmelerin oluşturulmasına acilen ihtiyaç var! Bu arada yağmurdan kaçarken doluya tutulmak gibi bir tehlikeyi de gözden kaçırmamalı: Neoliberalizm koşullarının “sınırsız özgürlük “ anlayışının pompalanması özellikle gençlerin zihinlerinde bilgi kirliliğine yol açıyor. Liberal söylemlerde “fırsat eşitliği”nden dem vurulsa da bu gerçek anlamda “eşitliğin” -soysal ve ekonomik eşitlik-  savunulması anlamına gelmiyor.

Kuşkusuz emekçi sınıflar spontane hareketlerle, uzmanların da dikkat çektiği gibi, “devrimci durum” yaratabiliyorlar. HES, EYT, veli eylemleri ve daha niceleri. Kendi sorunlarına sahip çıkacak bir siyaset biçimine ihtiyaç duydukları çok açık. Öbür dünyadaki  yaşamı beklemekse sabır işi; inananların çoğu bu dünyada da insan gibi yaşamak istiyor.

Ama dinci siyasetin alternatifinin sol olduğuna kanaat getirebilmek için yaşamın maddi gerçekliğini doğru kavramak ve değerlendirmek gerekir. Kişinin kültürel alt yapısı küçük yaşta ehil olmayan ellerden edindiği dini dogmalara dayanıyorsa ona sosyalizm bilgisini aktarmak işe yaramayacaktır. Onun zihin dünyasında laiklik, sömürü, kapitalizm, emperyalizm sosyalizm gibi kavramların yeri yoktur. Yapması gereken öncelikle yurttaş olarak yasal hakkını kullanmayı öğrenmektir. Kadınlarınsa dincilerin telkinlerinden daha çok  etkilendiği, kendilerinden dinin taşıyıcısı olmalarının beklendiği öne sürülür. İddiaları bir yana bırakırsak, araştırmaların da gösterdiği gibi, toplumsal cinsiyeti toplumda bir güç simgesi olarak gösterenlerin başında dinci kesim gelmektedir. Bu kesim kadın haklarına saldırmayı , gücünü (sözde) dinden alarak kendilerinde hak görür.

Ülkemizde 42 milyon kız çocuğu ve kadın yaşıyor. Bunların 1.5 milyonu okuma yazma bilmiyor. Kapitalizmin mağduru kadınları sol siyasete çekmek içinse önce onları, çocuk yaştan itibaren marûz kaldıkları, kadın-erkek eşitsizliğini fıtrata dayandıran dini telkinlerden kendilerini kurtarmaları gerekir. Bu nedenle yazının devamı kadınlarla ilgili olacak; sonra da yukarıdaki   sorunlar için bir yurttaş olarak karınca kararınca çözüm önerilerimi paylaşacağım.