Utanıyorum

Kapitalist sistemde sermaye yoğunlaşıp merkezileşirken fert başına gelir ölçütüyle ortalama refah düzeyi yükseliyor görüntüsü sergilenirken, aynı zamanda yoksulluğun da yükseliş ve yaygınlaşma görüntüsü sergilenmektedir.

Her şeyi ve her olguyu tüm çirkinlikleri perdelemek ve süreci meşrulaştırarak için kullanarak insanlığı felakete sürükleyen kapitalizmden iğreniyorum. Her gün onlarca toplumsal olayla, siyasilerin insan düzeyini aşan çirkin beyanat ve yalanlarıyla karşılaştığımda sistemin yozluğundan ve bu yozluğa bigâne kalan insanlıktan utanıyorum. Bugün içimizi daraltan bir örnek üzerinde duracağım. Örneğe geçmeden önce, başlangıçta bir cümleyle de olsa, sistemin öğütürken eğittiği insan dokusunu nasıl böylesi edilgen davranış modeline yönelttiği konusuna parmak basmak istiyorum.

Şu içimizi burkan örnekle işe başlayalım. Her gün hemen hemen her köşe başında içimizi sızlatan SMA’lı çocuk sahibi ailelerin çaresizce insanlara yalvarışlarına, adeta devleti dışlarcasına gelene geçene avuç açmalarına dayanamıyorum. Dayanamıyorum da yardım ediyor muyum diye sorarsanız, yanıtım hayırdır! Yanıtım hayırdır, çünkü şöyle düşünüyorum ki, ben devlet değilim ve böylesi bir toplumsal sorumluluğun ancak vergi hissem kadarını taşımak durumundayım, ondan fazlasını değil. İnsanları vergi yükümlülükleri dışında şefkat ve merhamet duyguları ile göreve çağırılmaları modern devlet yapılanmasının değil, aşiret ya da kabile yapılarının işleyiş kalıbıdır. Bu düşüncemde yanlışım varsa, lütfen hiç çekinmeden bana yazın ve anlatın ki, ben de öğreneyim. İşte iletişim adresim: (izzettinonder@gmail.com).

SMA vakaları karşısında görevleri bağlamında devlet olgusunu mercek altına aldığımızda kabaca iki sistemik düşünce tarzı karşımıza çıkıyor. Birinci tarz düşünürler, devlet konusunu sosyoloji ağırlıklı politik arena bağlamında ele alırlar. 1789 Fransız Devrimi’nden esinlenip, politik demokrasi anlayışına dayalı bu grup düşünürlere göre devlet, politik serbest tartışma ortamı olarak, çeşitli toplumsal-baskı gruplarının temsilcileri aracılığıyla oluşturdukları kurallarla toplumun yönetiminde toplum adına söz sahibi olan sanal yönetim – baskı aracıdır. Bu yaklaşımın demokrasi anlayışı, toplumsal sınıfların asimetrik dağılımı varsayımına dayanır. Şöyle ki, hemen hemen hiçbir baskı grubu, varsıllar da yoksullar da, asimetrik güç dengesiyle, tek yanlı olarak devlet erki üzerinde hâkimiyet kuramazlar. Batı demokrasi modeli olarak da bilinen bu modelde denge unsuru olarak orta sınıf sistemin işleyişinde başattır.

Kökleri, 1840’larda İngiltere’de gelişen sanayi devrimine dayanan, 1929 Krizi ve İkinci Paylaşım Savaşı ertesinde güç kazanan ikinci tarz düşünürler ise, birincilerden farklı olarak, sınıfsal temelini vurguladıkları devleti, sermaye birikiminde aktif rol alan bir ajan olarak niteler. Bu yaklaşımda, üretim ve birikimde sermayenin yanında olan devlet, paylaşımda dahi sermayenin yanında yer alır. Devletin üretim ve sermaye birikimine katkı yapmayan harcamaları, bu yaklaşımda sistemin suhuletle işletilebilmesi, perdelenmesi, hatta sermayeye piyasa açma amacına yönelik olarak görülür ve ancak bu yönü ile teoriye dâhil edilir. Ne var ki, sınıfsal özelliği ağır basan kapitalist devlet, söz konusu meşrulaştırıcı harcamaları da, artık değerin payından koparılan bölüm olduğu idrakiyle, dolaylı yoldan sermayenin rızası çerçevesinde gerçekleştirebilir.

Günümüzün güçlenen ve giderek merkezileşen sermaye yapılanması bağlamında devlet yapısı ikinci yaklaşıma evirilmiştir. Bunun anlamı şudur ki, devletin sermaye birikimine, hatta sermayenin merkezileşmesine katkı şiddeti yükselirken, meşrulaştırıcı harcamalara yönelme derecesi zayıflamıştır. Bundan dolayıdır ki, kapitalist sistemde sermaye yoğunlaşıp merkezileşirken fert başına gelir ölçütüyle ortalama refah düzeyi yükseliyor görüntüsü sergilenirken, aynı zamanda yoksulluğun da yükseliş ve yaygınlaşma görüntüsü sergilenmektedir. Kısacası, günümüzün ileri sanayi ekonomilerinde görülen varsıllık içinde yoksulluk manzaraları ikinci görüşü kanıtlamaktadır. Bir başka açıdan bu görüntünün anlamı da, artık değer üzerinde sosyal politikalar bağlamında devlet ile sermaye arasındaki paylaşım kavgasının sermaye lehine ağırlık kazandığıdır. Bu durumu şöyle bir basit örnekle açıklayalım. Tüm sosyal devlet harcamalarında her bir kuruş harcama, aksi halde sermaye birikimine gidecek olan artık değerden yapılmaktadır. İşte, devletin sosyal politika adına yaptığı her bir kuruş harcama, diğer koşullar sabit varsayımıyla, sermaye birikimi aleyhine yapılmış olduğundan sermaye bu tür harcamalara karşıdır. Bundan dolayıdır ki, sosyal harcama konusunda devlet ile sermaye çatışmalıdır. Bundan dolayıdır ki, sosyal politika amaçlı harcamalar genellikle kamu açığına ve enflasyona yol açtığından, söz konusu politikaların farklı gelir grupları arasında yeniden dağıtım gücü sınırlı olup; yeniden dağıtım genellikle aynı gelir grubu içinde zamansal olarak gerçekleşir.

Devlet hakkında bu kısa açıklamadan sonra SMA’lı çocuklar durumuna gelince, gebelik öncesi gen testinin ve hamilelik denetiminin teknik olarak yapılamadığı durumlarda, hastalığın denetlenemez ve belirsiz nedenlerle ortaya çıkmış rastlantısal olumsuzluk olarak ele alınıp maliyetinin sosyalleştirilmesi gerekir. Bu gereklilik, Rousseau-vari yaklaşımla, insanların temel özgürlüklerinden vaz geçerek bir toplumsal yapıya dâhil olmalarının temelindeki genel güvenceye sığınma duygusuna dayanır. Bu gerekçe, nedeni belirsiz önlenemez bireysel maliyetlerin toplum tarafından karşılanmasını zorunlu kılar. Teoride bireyin vergi yükümlülüğünün bir açıklaması da sigorta primi olarak yapılır. Bu görüşün doğal sonucuna göre de, gebelik öncesi gen denetiminin olası olduğu koşullarda buna rıza göstermeyen ve/veya herhangi bir sebeple atlayan bireylerin oluşan maliyeti topluma yıkmaya hakları yoktur. Bu koşullar da tartışılır olmakla berber, meselenin bel kemiğinin burası olduğunu düşünüyorum. Şimdi, bu kabulle sistemin ve devlet mekanizmasının işleyişine bir kez daha göz atalım.
Konunun devlete sosyolojik açıdan yaklaşım yapan görüşte yanıt nettir: Sonucu, toplumsal mücadeleler belirler. SMA’lı grupların tüm toplum karşısındaki gücü?!!..Böyle bir konuda şefkat ya da merhamet kullanılabilir mi? Devlet olgusunu tanımlayan teorik alt-yapı gerçek dışı –dinsel vs- ifadelere sığınıyorsa, niçin şefkat ve merhamet gibi iç burkan duygusallık kullanılmasın ki! Hatta bu yolla, sistemi perdeleyen ideolojik anlatım devleti de toplum gözünde büyütür ve meşrulaştırabilir dahi!

Devleti sınıfsal niteliği ile açıklayanların görüşüne yönelirsek, onlar bu tür sosyal nitelikli harcamaların artık değerden sermaye aleyhine yapılan kesintiler olarak görür; yani, devlet – sermaye çatışması! Sermaye mülkiyetinin özel kesimde olduğu durumda, devlet sermayenin yanında olduğundan, böyle bir çatışmaya da gerek kalmadan çözüm, kişisel şefkat ve merhamet odaklarına havale edilir. Günümüz kapitalist devletinin sefil görüntüsü!

Görülüyor ki, devletin tanımı farklı görüşler tarafından nasıl yapılırsa yapılsın, olgunun dokusal yapısı kapitalist oldukça meselenin özü değişmeyip, sorunun etrafında gezinilip, çözüm sorunun çetrefilliği ya da halkın merhametsizliği gibi gereksiz alanlara havale edilerek, sermaye ve onun hizmetkârı devlet olgusu ve sistem ideolojisi örtülü şekilde kurtarılır.

Bu konu iki farklı alandaki tartışmalarla daha da açılıp, netleştirilebilir. Bunlardan biri kanser tedavisinde devletin katkısı, ikincisi ise yaygın kamu sigorta sisteminin anlamsız şekilde özel sigorta sistemi ile ikamesidir. Bu konuları da, daha derin düşünerek, gelecek yazılarda işlemek dileği ile!…