Akil ve basiretli yöneticilerimiz

Gerek sendikal mücadelelerde, gerek akademi dünyasında suları ürkütmeden yürümek, özellikle de kriz ve mücadele dönemlerinde bazı ince kavramları mücadeleye katarak bilinç oluşturulmasına katkı yapmanın önemli olduğunu düşünürüm; her ne kadar bilinç oluşumunun uzun dönemde ve çevre koşulunda gerçekleştiğini yadsımasam da!

Bazen düşünüyorum da bu ülke bu denli akil ve basiretli (!) yöneticilerin elinde nasıl oluyor da batmadan su yüzeyinde kalabiliyor! Acaba, diyanetin bu denli öne çıkması sonucunda ülkemiz bir kutsallık çemberi içine mi alınmış, yoksa aşağı doğru kayıyor da bu gidişatı bir türlü anlayamıyor muyuz? Yaptığımız asıl yanlış, siyaseti kuran siyasetçilere bakmak, fakat siyasetin temelden yapılmasına amil olan kütlelere, bu kütlelerin nasıl böyle oluşup geliştiğine bakmamaktır. Ancak şimdilerde milyonlarca yabancı ülkemizi işgal edince, onların yükselteceği siyaset ve oluşturacağı siyasetçi profilinden ürküyoruz. Oysa bu profili oluşturmak üzere milyonlarca işgalcinin ülkeye girişine yol açan kadro, fazla idrak edemeden oy verdiğimiz bu siyasi kadrosu değil mi! Bu siyasi kadro, nasıl ki fiili anayasal durumu hukuksallaştırmak istiyorlarsa, aynı mantıkla bugün gizlenen eşkâlini de fiiliyata dökmek istemektedir. Zira kurumsallaştırılmasına çalışılan bu yeni eşkâlle hem emperyaliste hizmet ederken iç muhalefetten kurtulma yolu sağlanmış, hem de iç sükûnetle(!) emperyalistin ülke üzerindeki emellerinin gerçekleştirilmesiyle daha yüksek menfaatlere kapı açılmış olacaktır. Biz, Nas söylemi ile faizin baskılanmasını anlayamadığımız gibi, yap-işlet-devret soygun düzenine rağmen siyasetçileri desteklerken, benzeri trajedileri ileride daha çok yaşamaya şimdiden kendimizi alıştırmalıyız. Zira felsefeden yoksun bırakılmış olarak anlık oluşum ve parlamalarla karar veriyoruz, çünkü ileri aşamaları göremiyoruz.

Son dönem politika curcunasına bir bakarsak, nasıl oyun içinde oyun kurulduğunu çok net görebiliriz. Geçen hafta Merkez Bankası Başkanı yılsonu enflasyon tahminini % 38 olarak ortaya atmış ve ücrete ve asgari ücrete zam yapılmazsa bu oranın korunabileceğini yetkililere bildirmiş. Bu ifadenin ikili anlamı vardır. Birincisi, tüm devlet ricali gibi MB Başkanı da bu ifadesiyle asgari ücretin yükseltilmemesi yönünde ihsas-ı reyde bulunmuş oldu. Demek ki, bu kişi toplumun tüm metalarını üreten insanlara ancak bu düzey geliri reva görebiliyormuş! Tahterevalli misali olsa gerek, asgari ücret oralarda olmalı ki, beyefendinin ve vergilerimizi kullanan tüm siyasilerin keyifleri kaçmasın! İkincisi, bulunduğu makam icabı usta bir finansçı olması gereken bu zat-ı muhterem nasıl olur da geçimini sağlamaya mecbur olan asgari ücretlilerin ve/veya emeklilerin finans dünyasına girerek plastik binbir kartla –kredi kartı- biraz nefes almaya çalışırken para tabanını genişleterek enflasyona sebep olduğunu göremez! Acaba, göremiyor mu, yoksa ağa babası siyasiler, onların da ağa babaları sermayenin sufle ettiği emri uygulayıcı kurşun asker misali görevini samimiyet ve sadakatle yerine getirmeye mi çalışıyor! Bu zat, finans dünyasının inanılmaz icadı plastik kartların nasıl etkili bir silah olduğunu finans derslerinin ilk günlerinde öğrenemedi mi?

Bizatihi asgari ücret olgusu, metanın ana üreticisi emek cephesine yakışmayan bir kavramdır, nerede kaldı ki asgari ücretin baskılanması! Bu faslı, sömürücü burjuva anlayışına bırakarak asıl konumuza yoğunlaşalım. Asgari ücretin baskılanması çok ağır bir sömürüdür. Düşünebilir miyiz ki, meta üreten emek, uç halde, ertesi gün tekrar işe gelebilecek kadar en basit beslenme ve temel ihtiyaçlarının asgari düzeyde karşılanmasını sağlayacak kadar ücret almaktadır. Peki, yaratılan ve piyasa sürecinde ortaya çıkan değerin geri kalan bölümüne ne olmaktadır? Bu bölüm, Marksist öğretide “sömürü” olarak, burjuva öğretisinde ise, sermaye birikiminin sağlanması amacıyla “kâr” olarak patrona gitmektedir. Burada bir dakika duralım. Normal dönemlerde, özellikle de 1961 Anayasası doğrultusunda kalkınma amaçlı korumacı-ithal ikameci politika uygulamasında zenginler üretmedik mi! Fakat her nedense gerekli kalkınma hamlesine bir türlü geçemedik. Hatta orta gelir tuzağı kâbusundan dahi bir türlü kurtulamadık. Burada mesele tüm suçu sermaye sahibi patronlara atmak değildir, ama bu kadar çabanın bugünkünden daha iyi sonuçlarını beklemenin de bu denli külfete katlanan emekçiler ve tüm halkımızın hakkı olduğunu düşünüyorum. Zenginler ne yapar? Bu soruya hepimizin verebileceği makul yanıtlar vardır.

Şimdi gelin, her akşam TV ekranlarında kâh acı ile kâh algılayamadan seyrettiğimiz emekçiler ve emeklilerin banka kartları ile yaptıkları akıl almaz cambazlıklarının arka perdesine bir bakalım. Ekranlara yansıyan şikâyetlerde halkın bir bölümünün açlık sınırını da geçip, yoksulluk sınırına dayandığını izlemekteyiz. Peki, bu vatandaşlar hangi konuda şikâyet ediyorlar? Tüm şikâyet konusu ücret ya da gelir düşüklüğü sebebiyle yaşadıkları geçim derdi olarak gözüküyor. Şikâyetlerin arasında “sömürü” ya da patronun kârının olağanüstü yüksekliğinden ya da patronların safahat içinde zevk sürdüklerinden söz eden var mı? Yok! Biraz daha ileri gidelim, bu dostlarımız kredi kartını kullanırken neye ve niçin muhatap olduğunu biliyor ve ekrana yansıtıyor mu? Hayır! Hal bu ki, durum gerçekten çok acıdır. Emekçiler üzerindeki birinci sömürü, patronun kârını yükseltmek için siyasi erki de arkasına alarak ücreti/asgari ücreti baskılaması sonucunda oluşur. Toplum olarak birinci sömürü aşamasını piyasa ücreti ya da piyasa koşulu olarak algılıyoruz ya da algılatılıyoruz. Düşük ücret koşullarında kredi kartı kullanan emekçi her seferinde asgari miktarı öderken, biriken faiz yükü ile ikinci aşamada da banka sömürüsü –finansal sömürü- altına girmektedir. Kısacası patron, sömürdüğü değeri bu kez de finans alanına sevk ederek hem emeği ikinci kez sömürmekte, hem de bu sömürüden de faiz geliri elde etmektedir. Finans alanına aktarılan parasal değer teknik anlamda ‘mevduat çarpanı’ olarak bilinen katsayı ile çoğalarak para tabanını genişleterek, müthiş bir enflasyon enfeksiyon odağı oluşturur. Bu nasıl bir emek piyasasıdır ki, emeği birinci aşamada sömürerek, onu ikinci aşama sömürüye sürüklemektedir! Bu nasıl bir hükümettir ki, vatandaşlarına anayasanın temel buyruğu olan insanca yaşama hakkını sağlayamamaktadır! Peki, bir de tersinden sorgulayalım: Bu nasıl bir seçmen kitlesidir ki, iki kademeli sömürü vardiyasından geçmesine rağmen bu süreci işleten ve başında bekçi olan siyasi erki kendi elleriyle siyasete taşımaktadır!

Bu modelin oluşturulması ve işletilmesinde kolaylık sağlayan üst-yapı kurumlarından söz etmeden yazıyı sonlandırmak eksik olur. Emekçilerin örgütü sendikalar ve bu konunun akademide işlendiği alan da “Çalışma Ekonomisi Bölümü” ya da öğrencilerin ifadesiyle “çeko ” olarak bilinir. Biri mücadele, diğeri bilim görüntüsü altında emekçi kesim adına ne yapmaktadır? Burjuva ekonomi sisteminin sömürü mekanizmasını piyasa perdesi altında gizleyerek, işleyişin devamını sağlamaya çalışmaktadır. Biri emekçi ücretlerinden yapılan kesintilerden, diğeri ise kamu bütçesinden aktarılan ödentilerden gelir elde ederken sömürüyü reddetmeden, sömürünün sürdürülebilmesi için makul düzeyin aşılmamasını sağlamaktadır; “sürdürülebilir sömürü”! Ne yaparsınız, sermaye alt-yapı, sendika ve akademi de üst-yapı olunca netice bu oluyor!

Eleştirinin sert olduğunun farkındayım. Belki başka bir yazıda, şimdilik içinde seyrettiğimiz burjuva sisteminde söz konusu sistemlerin de gerekli olarak yeri ve makul görevi olduğu konusuna aydınlık getirebilirim. Fakat söz konusu makul olma hali, sistem eleştirisinden sistem bekçiliğine dönüşürse, bizzat her iki kurum için de da korumalarındaki zümreye ihanetin söz konusu olduğu çok net bilinmelidir. Gerek sendikal mücadelelerde, gerek akademi dünyasında suları ürkütmeden yürümek, özellikle de kriz ve mücadele dönemlerinde bazı ince kavramları mücadeleye katarak bilinç oluşturulmasına katkı yapmanın önemli olduğunu düşünürüm; her ne kadar bilinç oluşumunun uzun dönemde ve çevre koşulunda gerçekleştiğini yadsımasam da!