Aşkın yeni bir tanımına ihtiyaç var

Dinsel bağnazlıkla bilimsel bilgiyi bulanıklaştırarak magazinle, halkı uyutarak, toplumu muhafazakârlaştırma yoluyla yaşama, aşka, kültüre savaş açıp kitleleri sindirerek itaate zorlamaya çabalayanlar var sırada; zira iç içe geçmiş küresel ve yerel sorunlar akıl almaz bir biçimde tırmanıyor.

Tülin Tankut

Günümüzde aşktan yana dertli olmayan kaldı mı? Toplumda başat oluşu nedeniyle burada kastedilen kadın – erkek aşkı. Peki, cinsellikte haz olmasaydı üreme olur muydu? Kuşkusuz angaryadan ibaret bir üreme, çiftleri cezbetmezdi.  Kadın cinsiyse tarih boyunca erkeğin haz nesnesi sayılmıştır. Derken, doğum kontrol hapı bulunuyor, doğurganlıkla cinselliğin   birbirinden ayrılmasıyla cinsellik kavramı genişliyor. Gebe kalma korkusunun ortadan kalkması, kadın cinselliği üzerinde olumlu bir etki yaratıyor. Kadın-erkek eşitliğinin görece sağlanabildiği Batılı ülkelerde partnerlerin yakınlaşmasında pek güçlük çekilmezken cinsellik tabusunun ağır bastığı toplumlarda kadın ve erkeğin cinsel ve duygusal olarak birbirlerinden beklentilerini keşfetmeleri kolay olmuyor.

1990’lı yıllarda da aşk ve cinsellik toplum genelinde erkek cinselliğini temel alan biçimiyle sürdürülüyordu. Ancak tüketim kültürünün bir parçası olmamak her iki cins için de mümkün değildi. Herkes, kapitalist sistemin potansiyel tüketicilere sunduğu hazcılık akımından kendi imkanları çerçevesinde yararlanmak istiyordu. Kadınlar da cinselliklerini kısıtlayan ahlaki değerlerden kurtulmanın rahatlığını hissediyorlardı. Ama sistem, öznelliğin ve kadın cinselliğinin keşfi karşısında cinsel tabuları sorgulamaya uygun, güvenilir bir ortam oluşturmaktan uzaktı.  Bir “özgürlük” lafıdır gidiyordu. Oysa özgürlük, insanın doğuştan getirdiği bir özelliği değildir. Kendimizi geliştirdikçe, ehlileştirdikçe o da bu sistem içinde, ancak küçük bir özgürlük alanı yaratabiliyoruz.

Neoliberal açgözlülüğün körüklediği tüketim kültürüyse köylere kadar indi.  Sermaye, kapalı toplumun tutucu değerlerini hiçe sayarak yalnızca cep telefonu satmaya odaklanmışken ve bu   değerler, gelenekler iç göçle kentlere taşınırken siyasetçiler oralı olmadılar. Bundan yararlanan irtica savunucusu kesim, sözde korumacı tavrıyla kentleri ele geçirme derdindeydi. Sermayeyse, cinsellik alanına durmadan yatırım yapıyordu; örneğin çocuk, kadın, erkek giyim kuşamı yetmiyormuş gibi, yeni pazarlar üretmeyi hedefliyordu.  (Farklı cinsiyet kimliklerine sahip kişilere özel; gösterişli giyim, aksesuar, koku…kafeler, barlar…) Ama aynı özen onların “hakları” için gösterilmiyordu.) Piyasanın el atmadığı alan nerdeyse kalmamıştı. Beden, halihazırda en gözde kâr kaynaklarından birisini oluşturuyor; spor, spa; genç erkekler spor merkezlerine çekiliyor-   kas yapmalı, protein takviyesi almalı- genç kızlar erken yaşlarda ve   yaşlılıktan korkan kadınlar gençleşmek için bıçak altına yatırılıyor; velhasıl güzellik adına bedene işkence ediliyor. (Ruhsal durum? Şifacılar ibadullah! üfürükçüsüden spritüel kuantumcusuna. Sonunda işi ormanda çığlık attırma terapisine kadar vardırdılar!)  Özendiği varsılların dünyasında kendine yer olmadığı gerçeğine toslayan kişileriyse çeşitli tehlikeler bekliyor. Sistem, düzene ayak uyduramayanları safra gibi bünyesinden attığından, kişi içine düştüğü çıkmazdan kurtulmak refleksiyle karanlık işlere bile bulaşabiliyor.

Oysa sevmek, sevilmek alıştığımız bir şeydir. Kadın ve erkek hâlâ geçmişteki gibi âşık oluyorlar birbirlerine. Ama erkek, kadının güzelliğine, bedenine; kadın da onun maddi gücüne, statüsüne aşıksa, birbirlerinin yerini tutacak pek çok kadın ve erkek partner bulmaları işten bile değildir.  Duyguların, partnerlerin arasına giren  istismar tohumlarıyla bulanıklaşmasıysa, güven kaybına yol açarken  şiddete başvurma olasılığını  artırıyor. Maddi yetersizlik, yasaklı madde bağımlılığı da ilişkiyi zorlayıcı bir etken olabiliyor. Araştırmalar sevginin, partnerleri bir arada tutmak için yeterli olmadığını gösteriyor. (Evlilik terapistleri arayı bulacağız diye çırpınıp dursunlar. )

Genç kuşağa gelince; ileri teknoloji sayesinde sosyal paylaşım sitelerini kullanarak birbirleriyle haberleşebiliyorlar. Ancak bu, bilinç değişikliğine yol açmıyor. Örneğin “face”te tanışıp birbirlerine âşık oluyorlar. Bu yeni bir eğilim ama, yüz yüze iletişim gerçekleşmediğinde aşıklar birbirlerine güvenebilirler mi?  Sanal ortam içgüdülerin harekete geçmesini kolaylaştırıyor. (Çiftler birbirlerine çıplak fotoğraflarını gönderiyorlar) Sonunu düşünmeden anlık hazlara teslimiyet! Anlaşmazlıklar baş gösterince erkek, cinsel rolüyle yüzleşeceğine, terk edilmeyi erkekliğine yediremiyor, gerçekliğe teslim oluyor. Alkole, yasaklı maddeye sığınıyor, çünkü o zaman toplumsal baskıyı hissetmiyor. (Kadına şantaj, tehdit, sonu ölüme varan şiddet.) Bu koşullarda ne aşkın mahremiyetinden söz edilebilir ne de masumiyetinden.  Denilebilir ki, dini inançların koruyucu kalkanı kişinin aykırı davranışlarda bulunmasını engeller. Ama bu her zaman işe yaramıyor. (1) Örneğin bizde de batıdaki gibi, dini yorumlayanlara kulak asmayan, dini baskıdan kaçanlar arttı.

Peki aşk, cinselliğe mi indirgendi?  Batı çıkışlı cinsel deneyimler revaçta: “Friends with benefits”, “fuckbody”, “one  night stand” Bir yandan da aşkta kadın ve erkeğin geleneksel rollerini sorgulamayanların  aşk arayışları sürüp gidiyor. Aşkın insan varlığını besleyen, var kalma çabasını, yaşama motivasyonunu arttırdığına inananlar çok. Ne de olsa yüzyıllardır aşk ve sanat, edebiyat (daha sonra sinema, TV dizileri- karşılıklı olarak birbirini besleyip durdu.) Ancak, geleneksel aile yaşamını politik olarak tartışmak, tabularla yüzleşmek dünya genelinde yaygınlık kazanamadığından aşk ideolojisinin tuzakları fark edilmiyor ya da bile bile lades – “aşk optik bir yanılsamadır”, “aşkın gözü kördür”- zaaflar üstün geldiğinden umursanmıyor. İdeolojik bir kavram olarak aşk, evlilik vaadiyle kadının ezilmişliğini gizler ve biz kadınlar da güven duygusuna olan ihtiyacımız yüzünden özgürlüğümüzden ödün vermeyi zorlanmadan kabul edebiliriz. Günümüzdeyse bu ihtiyaç daha önce hiç olmadığı kadar kendini hissettirmektedir.

Bunun sorumlusu kurulu düzendir. Bencillik, rekabet, yolsuzluk, yozlaşma artarken toplumu ayakta tutan başta eğitim ve hukuk olmak üzere kurumları çalışamaz hale getiren neoliberalizmdir. Gelişen doğum kontrol teknolojileri bugüne kadar işe yaramış, kadın istihdamında artış sağlanmış; ancak iş yaşamı ve anneliğin bir arada yürütülmesi konusundaki (kreş, yuva) sorunlar aşılamamıştır. Kadınların çalışması, doğum oranının düşmesine neden olurken yaşlı nüfusun bakımı konusunda politikacıları bir korkudur sarmış, iş yaşamında kadın istihdamının gerekip gerekmediğine kadar uzanan tartışmalar başlamıştır. Tabii, okkanın altına giden yine kadınlardır; kadın sorunu, çocuk sorunu haline getirilmeye çalışılmaktadır! Kadın örgütlerinin cinsel haklar, üreme hakları mücadelesi sonucu, yasal kazanımlar korunmuş, artırılmış olsa da bu mücadelelerin politik bir hareket olmaktan çıkarılması tehlikesi göz ardı edilmemelidir. (Bizde İstanbul Sözleşmesi kaldırıldı.) Ancak, genç kuşağın beklenti ve talepleri değişim ve dönüşüm eğilimi içindedir. Kadınlar, çocuk yaşta anne olmak istemiyorlar. Hayalleri, okuyup meslek sahibi olmak yönünde. Erken evliliğe ve çocuk sahibi olmaya zorlanan kadın, eğitim hakkından yararlanamadığından iş gücüne katılmakta zorluklarla karşılaşıyor. Vasıfsız, düşük statülü, güvencesiz işler bulabiliyor haliyle. Oysa evlilik, çocuk, isteğe bağlı olmalı; zorunluluk olmaktan – geçim kapısı- çıkarılmalıdır.

Yazı aşkla başladı ancak yeni bir tanıma ihtiyacı olduğu konusu henüz bitmedi. Dinsel bağnazlıkla bilimsel bilgiyi bulanıklaştırarak magazinle, halkı uyutarak, toplumu muhafazakârlaştırma yoluyla yaşama, aşka, kültüre savaş açıp kitleleri sindirerek itaate zorlamaya çabalayanlar var sırada; zira iç içe geçmiş küresel ve yerel sorunlar akıl almaz bir biçimde tırmanıyor. Toplumu sindirmekle üstesinden gelinebilecek gibi değil bu sorunlar. (Devam edecek.)

 DİPNOT:

1) Son yıllarda ülkemizde dini çevrelerin, siyasi yaşamımızı etkilemeye başladığı, herkesin malumudur. 8 yaşındaki bir kız çocuğunun boğularak katledilmesinde bunun da payı yok mu? Manipüle edilmiş dini bilgilerin kişinin öğrenme, sorgulama dürtüsünü ortadan kaldırdığı bilinir. Toplumun zararına olan her türden koşullanmaysa, kendi kendini sürdürme ve doğrulama temelinde gelişir. Kişi batağa saplansa da görevini yaptığı inancıyla gönül rahatlığı içindedir. Geleneği, göreneği dini kuralmış gibi algılar; sırf koşullanmayla kazandığı alışkanlık yüzünden “akla aykırı” şeyler yapar. İşte küçük kızın katlinin sorumlularının durumu budur; kan bağına dayanan feodalliği sürdürebilme cesaretini, hukuk bölgeye erişemediği için bulabilmişlerdir. Ne hazindir ki bu münferit bir olay değildir; önlem alınmadığında bu ve buna benzer bölgelerdeki –varsa- diğer kadınlar ve çocuklar da aynı tehdit altındadır. (2 yaşındaki Sıla bebek de kurbandır.)

(2) Küresel medyanın paralı askerleri olan sözde bilim insanları ve onların diğer ülkelerdeki uzantılarıysa ayrı tellerden çalıyorlar. Batı işi, toplumu “Cinsiyetsizleştirme Projesi”, dünya nüfusu için 1 milyar insan yeterliymiş, dolayısıyla doğum oranını düşürmek gerekirmiş görüşünden ortaya çıkmış. Buna ne denir? Kapitalizmdir,” ne yapsa yeridir”. Neyse ki, algoritmaların kıskacındaki dünyamızda araştırıp soruşturmadan her söylenene inanmamayı yavaş yavaş öğreniyoruz. Neoliberalizmin mimarları ABD’den çıktı. ABD hâlâ dünyada en büyük askeri güç; dolar hâlâ tahtını koruyor! NATO kafa NATO mermer zihniyet hâlâ uyuyor.