Av. Abdurrahman Bayramoğlu yazdı: Sabaha en yakın zamandayız
"Sanal dünyanın uyuşturucu hapı olan sosyal medya mecraları tümümüzü esir almış durumda. Bundan kendimi ayrı tutmuyorum. Kolayımıza geliyor, hepimiz birer klavye şövalyesi olup çıkıyoruz. Öte yandan, gözümüzün önünde bu ülkenin insan eliyle yaratılan en büyük çevre felaketi yaşanırken, minyatür bir Gezi direnişi örgütlemeyi hayal bile edemiyoruz"
Laiklik Meclisi üyesi Av. Abdurrahman Bayramoğlu, Yeni Yaklaşımlar sitesinde yayımlanan “Sabaha en yakın zamandayız” başlıklı yazısını Yurtsever okurları için yayımlıyoruz.
Ülkede politik mizahın yapılabildiği geçen yüzyıldan bir karikatür anımsıyorum. Pek çok ‘Evet’ sözcüğünün birleşmesinden oluşturulan ‘Hayır’ şeklinde bir karikatür… Bedri Koraman karikatürüydü sanırım.
Türkiye’de politikanın bu karikatürde anlatıldığı gibi olduğunu düşünüyorum. Üzülerek söylemeliyim ki, radikal islamcılar ve irili ufaklı bir takım sol gruplar dışında, kurulu düzene gerçekten hayır diyen, itiraz eden ve direnen politik yapılar olmadı ülkemizde.
Bu keskin genellememi, “En azından yaşadığım dönemlerde…” diye düzelterek biraz yumuşatmayı kabul edebilirim.
Ancak 12 Eylül sonrasının Türkiye resmine bakınca, yasal düzlemde siyasi faaliyet sürdüren partiler bakımından görüşümü, “Hiçbir zaman…” olarak pekiştirmem gerekir. Dahası 15 Temmuz 2016’dan sonra, bu ülkede artık muhalefet de kalmamış, herkes tek tipleşmiştir.
Geçen yıl yapılan milletvekili ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin, küçük bir kısmı ortalığa saçılan ‘var kayıtları’ ve yaklaşan yerel seçim sürecinde yaşananları gördükçe, kimin neyin mücadelesini verdiğini anlamak olanaksız. Tam olarak, at izi it izine karışmış durumda ne yazık ki.
***
Can Atalay meselesi bağlamında da bu konuları dillendirmiştim. Ancak deyimimi mazur görün, ‘ruhsatlı partiler’ tarafından yürütülen seçim çalışmalarını izledikçe, insanın içi kararıyor. Gece zifiri karanlık…
Sanal dünyanın uyuşturucu hapı olan sosyal medya mecraları tümümüzü esir almış durumda. Kendimi ayrı tutmuyorum. Kolayımıza geliyor, hepimiz birer klavye şövalyesi olup çıkıyoruz. Öte yandan, gözümüzün önünde bu ülkenin insan eliyle yaratılan en büyük çevre felaketi yaşanırken, minyatür bir Gezi direnişi örgütlemeyi hayal bile edemiyoruz.
***
George Orwell, “Aslında hiçbir şey yasa dışı değildi. Çünkü artık yasa diye bir şey yoktu.” sözünü ülkemiz için söylememişti elbette. Ama söz tam da günümüz Türkiye’sini anlatıyor gibi.
Evet gibi. Çünkü Türkiye’ye tam uyması için, “Adamın buyruğu yasa oluyordu. Buyruğa karşı gelenler ise zaten yoktular.” diye tamamlamak gerek bu sözü.
İktidarların oldubittileri, partizanlıklar, adamına göre mahkeme kararları, rüşvet ve yolsuzluk gibi olguların, ülke tarihimizin bir gerçeği olduğunu biliyoruz. Hatta Dünya tarihinde de pek çok devlet için sıradan durumlar olduğu söylenebilir bunların. Ancak 12 Eylül rejiminin ürünü olan bu iktidar dönemi, bu toplumsal virüsler için adeta Nirvana oldu. Ve ne yazık ki yasa dışılığın araçları da hep Anayasal! Kurumlar…
İlk olarak TBMM, Siirt’te okuduğu şiir dolayısıyla siyasi yasaklı olan RTE’nı, ısmarlama bir Anayasa değişikliği sonucu siyasi yasaklı olmaktan çıkarıyor, ardından YSK uydurma bir gerekçeyle Siirt seçimlerini iptal ederek, şahsa özel bir seçim düzenliyor ve tek adam tek başına girdiği sözde seçimden büyük bir zaferle çıkarak milletvekili oluyor.
Düzmece sınavlarla yeni düzenin kullanışlı aparatları tüm kurumlara yerleştirildikten sonra düzemce yargılamalarla, yönetemedikleri ne kadar güç odağı varsa bertaraf ediliyor.
12 Eylül rejiminin 30. Yılına denk gelen 12 Eylül 2010 tarihinde, mezarlardan çıkardıkları ölülere sahte oylar kullandırıp, muktedirlere, yargı sopasıyla toplumu yönetme yetkisi veren Anayasa değişikliklerini gerçekleştiriyorlar.
Sandıklar açılırken aldıkları bir kararla mühürsüz oyları geçerli saydıkları 17 Nisan 2017 tarihli referandumla, yaptıklarının tepesine Türk Tipi tüyü dikiyorlar: Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi.
Artık her yetki tek adamdaydı. Ondan gayri herkes onun verdiği rolü buyruğunca oynayan figüranlardı yalnızca. Biz yurttaşlar dahil hepimiz bu herkesin içindeyiz. Hatta en çok da biz…
Öyle ya, biz 31 Mart 2019 tarihli yerel seçimlerde, aynı zarfın içine üçü gerçek biri sahte olmak üzere, dört oyu sıkıştıracak denli başarıyla oynamadık mı rolümüzü?
Pazar günü masum diye oy verip seçtiklerimizin, Pazartesi günü terörist olarak görevden alınmalarını normal kabul etmedik mi?
Anayasaya göre seçilme yeterliliği olmadığı halde iki defa seçmemiz yetmezmiş gibi, yine Anayasanın açık hükmüne karşın, kuzu kuzu sandığa gidip üçüncü kez seçmedik mi?
AİHM kararına karşın yıllardır içeride tutulan Kavala ve Demirtaş gözümüzün önünde dururken, ya da daha doğru bir deyimle demir parmaklıklar ardında çürürken, Can Atalay’ın AYM kararıyla serbest bırakılacağına inanmadık mı?
Demem o ki, tiyatronun en önemli aktörleri bileriz ve başarının çoğu da bize ait…
***
Türkiye uzun yıllardan beri bir hukuk devleti değildir. Belki hiçbir zaman olmadı da. Ancak ülkemiz artık kanun devleti bile değil. Çünkü artık kanun diye bir şey yok.
Varmış gibi davranıp, buyruklara kuzu kuzu uydukça bu düzen sürer.
Seçim falan kazanmakla da iktidar olunamaz artık. Müsaade edildiği kadar ileri gidilebilir. Senaryoda ne yazıyorsa o…
Düzenin çarkları tıkır tıkır işliyor. Egemenlerin keyfi yerinde…
İyi de solculara ne demeli?
Üç beş yılda bir yapılan sözde seçimlerin demokrasi için yeterli olduğuna inananlara,
Kendileriyle birlikte halkın da meclise girmiş olduğunu sananlara ne demeli?
Bu kadar kolay mıydı kırmızı koltukların bağrında derin uykulara dalmak?
Bu kadar kolay mıydı vazgeçmek devrimcilikten?
Hepsi bu kadar mı?
***
En umarsız andayız ve en karanlık anında gecenin.
O zaman uyan ey halkım, sabaha en yakın zamandayız.