Bilgi-yaratıcılık ikilemi

"Gerçekten de bir konuya ayrıntılarına dek egemen olmanın, daha doğru bir ifadeyle uzmanlaşmanın, yaratıcılığı körelttiği iyi bilinir; çünkü bir konuya bu derece hâkim olma belli düşünce kalıpları yaratır ve sonuçta kişi belirli alternatifler içinde sıkışılabilir."

Bilim insanında pek çok özelliğin bir arada bulunması gerekir. Yaratıcılık, çalışkanlık, ayrıntılarla uğraşabilme, sabırlı, bilgili olmak, duyarlılık, çoğul okuyuculuk, başkalarının görmediğini fark edebilme…Liste böyle uzar ama elbette bilimle uğraşan herkeste bu özelliklerin tümünün bulunması beklenmez; zaten bu yüzden bilgi üretimi bir ekip işidir: birinin eksiğini diğeri tamamlar. Yine de bir bilim insanı bu özelliklerinin ne kadarını taşırsa o kadar iyidir ama kimi zaman bu özellikler birbirini törpüleyebilir: yaratıcılık ve bilgili olmak gibi.

Gerçekten de bir konuya ayrıntılarına dek egemen olmanın, daha doğru bir ifadeyle uzmanlaşmanın, yaratıcılığı körelttiği iyi bilinir; çünkü bir konuya bu derece hâkim olma belli düşünce kalıpları yaratır ve sonuçta kişi belirli alternatifler içinde sıkışılabilir.

Burada bir nefes alıp, uzmanlaşmadan aşırı uzmanlaşmaya geçişin sanayi devrimiyle, kapitalizmle birlikte olduğunu söylemem gerekiyor. Emeğin (işin) bölünmesinin kapitalist bir kural olarak bilimde uzmanlaşmada da rol oynadığı genel olarak kabul edilmektedir. Aşırı uzmanlaşma veya bilimin parçalanması, daha doğrusu bilim insanının bütünden uzaklaşması, yüzeysel bir yaklaşımla aslında kişiyi tatmin edici bir durumdur; insan dar alanın hâkimi görebilir kendisini deyim yerindeyse. Ancak, tıpkı üretim bandında olduğu gibi, aşırı uzmanlaşma aslında bilimde tekeller oluşturmanın yerel halidir. Bilim insanı, bilimin felsefesinden kopup, bir tür teknisyen düzeyine inmektedir. Ve uzmanlık alanı daraldıkça, sayısal (dijital) olarak ifade edilme olanağı, böylece de kontrol edilebilirliği artar.
Esas konuya dönecek olursam, bilimle uğraşan herkes ekibe yeni katılan genç asistanın yaratıcılığını fark etmiştir: henüz daha kafası ilgili alanın kabulleriyle dolu olmadığı için, farklı bir çözüm önerebilir. Bu çözüm (yaratıcılık) yeni bir fikir, hipotez oluşturma, hipotezi sınamak için yeni bir yöntem, sonuçlara yeni bir yorum getirme şeklinde olabilir. Elbette önerisinin doğru olma zorunluluğu yoktur, hatta çoğu zaman anlamsız da olabilir ama farklı olduğu kesindir. Öykünün devamı genellikle genç asistanın konuyu öğrenmeye, paradigmanın içine girmesiyle birlikte yaratıcılığının körelmesi ve ekibin diğer elemanlarına benzemesi şeklindedir.
Elbette bu söylediklerimden ‘bilmemek iyidir’ gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. İlginçtir, Victor Hugo Deniz İşçileri romanında şunları yazıyor: “Bilgisizliğin çekingenliğine onun cüretkarlığından başka hiçbir şey eş olamaz. Bilgisizlik cüret etmeye başladığı zaman, bir pusulası var demektir. Bu pusula, gerçeğin içgüdüsüdür; bu içgüdü de kimi zaman bön bir insanda karmaşık düşünceli bir insandakinden daha berraktır. Bilmemek denemeyi çağırır. Bilgisizlik bir hayaldir, araştırıcı hayalde bir güçtür. Bilmek kimi vakit hayal kırıklığına uğratır, çoğu zaman da vazgeçirir…Kristof Kolomb iyi bir kozmograf olsaydı Amerika’yı dünyada keşfedemezdi. Galvani gerçekten bilgin olsaydı, geri dönen çarpmanın ne demek olduğunu bilseydi, ölmüş kurbağanın sıçramaları onun hiç de merakını uyandırmazdı, ‘galvanizm’ adı verilen o olağanüstü kanunlar topluluğunu keşfedemezdi. Mont Blanc’a ikinci olarak tırmanan bir bilgindi: Saussure; ilki bir çobandı: Balmat.” (1)

Konuya paradigma dışında bakabilmenin en iyi örneği Hintli matematikçi Srinivasa Aiyangar Ramanujan olsa gerek. Bilirsiniz, Ramanujan’ın formal bir matematik, hatta doğru dürüst bir eğitimi bile yoktu. Gittiği okulları matematik dışındaki konularla ilgilenmediği için tamamlayamamıştı. Biyografisinde, bunların sonunda içine kapanık birisi haline geldiği ve kendini iki yıl hiç dışarı çıkmadan eve kapattığı yazar. Bu zaman zarfında, bir şekilde eline geçmiş olan ne herhangi bir açıklama ne bir ispat bulunduran bir formül kitapçığını okumuş ve bu arada pek çok teoremi çözmüş ancak paradigma dışı yöntemler kullandığı için ciddiye alınmamıştır. Sonunda çözümlerine İngiliz matematikçi Hardy’nin ilgi göstermesi üzerine İngiltere’ye gidip, burada çalışır ve bir buçuk yılını sanatoryumda geçirdiği altı yıl içerisinde 4000 civarında ispat, özdeşlik, varsayım ve denklem üretir. Öldüğünde yaşı otuz ikidir. 1976 yılında hayatının son yılında yazdığı kayıp bir defter bulunur. Bu defterin keşfi Beethoven’ın 10. senfonisinin keşfiyle kıyaslanmaktadır. Yüz yıl sonra bu formüller kara deliklerin davranışlarını anlamak için kullanılıyor.
Bunları anlatırken elbette ‘bilmeyelim’ demiyorum çünkü paradigmaların oluşması için de çok emek verildiğini açık. Zaten, yukarıdaki sözlerin devamında Victor Hugo şöyle devam eder: “Şunu da ekleyelim ki, bu olaylar istisnadır, bütün bunlar, kural olarak kalan bilimden bir şey eksiltmez. Bilgisiz bulabilir, yalnız bilgin keşfeder.” (1)

O zaman şu noktaya gelebiliriz: ‘iyi bilim insanı, paradigmaya egemen olmakla birlikte yaratıcılığını kaybetmeme ikilemini çözebilendir.’

 

NOTLAR

(1) Hayat Yayınları, s.242-3, 1970. Çev.: Nesrin Altınova