Cumhuriyet ve anayasa tartışmaları
Son zamanlarda anayasanın değiştirilemez maddelerinin de değiştirilebilir olduğu ileri sürülmektedir. Muhtemelen, son seçimde AKP’yi ve liderini kurtarmak için ittifaka yamanan ufak partilerden böyle öncü çıkıntılıklar yapma sözü alınmış olabilir.
Cumhuriyetin 101. yıl kutlamaları, iktidar ve diyanet yandaşlarını rahatsız etmiş olsa da, hiç değilse belirli bir kesimde coşkuyla gerçekleştirildi. Bu durum, kendisine cumhur ittifakı yaftasını layık görerek toplumu “bir taraf ve bitaraf” olarak bölmüş olan AKP iktidarında çok doğal olduğu kadar, aynı zamanda da anayasanın hem lafzı, hem de ruhu itibariyle bir o kadar da düşündürücüdür.
O zaman, önce cumhur ve cumhuriyet kavramlarına bir bakalım ve bu bağlamda anayasa konusunu irdeleyelim. Kavram olarak cumhur, tüm vatandaşların, aralarında bir ayırım yapılmadan kavrandığı anlamında kullanılan bir sözcüktür. Tarihsel süreçte cumhuriyet rejimleri konusuna baktığımızda, oluşum süreci itibariyle, Türkiye hariç, tüm Batılı toplumlarda sıçramalı değil, aşamalı gelişme kaydedildiğini görürüz. Bilindiği gibi, cumhuriyet rejimi, krallık ya da monarşi gibi tek yöneticinin başat olduğu siyasi rejimin karşıtı olarak, halkın politik kanaldan yönetime hâkim olduğu yönetim biçimidir. Politik kanaldan halkın yönetime başat olması, hem temsili parlamentonun oluşumu, hem de hükümet aygıtının bağımsız yargı organı tarafından denetlenmesini ifade eder. Günümüz burjuva sisteminde politik dokunun böylesi olgunluk düzeyine ulaşması eski Atina devlet anlayışından günümüze gelene dek sitem kendi içinde istihale geçirerek gerçekleşmiştir. Türkiye’de Osmanlı İmparatorluğunun padişahlık ve kul rejiminden parlamenter sistem ve vatandaş rejimine geçiş Cumhuriyet devrimleriyle sıçramalı gerçekleştirilmiştir.
Batı’da parlamenter sistemin teorik çatısının kuruluşu 1600’lerden 1700’lere geçişte John Locke’a nasip olmuş, ilk parlamenter yapılar ise İngiltere’de 1707 ile 1800 yılları arasında oluşturulmuştur. Konuyu halkların toplumsal kaynaklar üzerindeki mücadelesi bağlamında ele alacak olursak, 1215 Magna Carta’ya kadar uzanmamız gerekir. Parlamenter sistemin Avrupa ülkelerinde yerleşmesi 1789 Fransız İhtilali ile gerçekleşmiştir. 1789 Fransız İhtilali ile tüm insanlar vatandaş düzeyine yükseltilmiş ve eşit muamele görmeye başlamıştır. Diğer bir deyişle, Fransız Devrimi tüm bireyleri eşit koşullarda seçme ve seçilme hakkına sahip kılıyordu. Fransız Devrimi bu haliyle ilk bakışta fevkalade ilerici bir hareket olarak görülebilirdi, nitekim öyle de olmuştur. Zamanın koşulları ve ruhu itibariyle bu algılama çok da doğaldı. Fakat tüm vatandaşların seçme ve seçilme hakkının olması ve parlamentonun yasama yolu ile toplumu yönetme gücünü elinde tutması, toplumun varsıl ve seçkinci kesimleri için çok büyük bir tehlike oluşturuyordu. Zira parlamentoda çoğunluk sağlanarak toplumun seçkinci kesimlerinin bazı hakları kısıtlanabilirdi. Bu tehlikenin önlenebilmesi için, seçkinci kesimlerin kazanılmış özgürlüklerinin korunabilmesi adına, görüntüsel olarak oluşturulan demokrasi söyleminde toplumun büyük kesiminin özgürlüklerinin kısılması gerekiyordu. Böylece burjuva anayasalarının tipik kısıtlı demokrasi anlayışı devreye giriyordu. Kısıtlı demokraside parlamento her kararı alabilirdi, ancak anayasanın bazı maddelerinde değişiklik yapamazdı. Bunun sebebi, anayasanın dokunulamaz maddelerinin bazı ayrıcalıklı kesimleri koruyor olması idi. Şu halde, tüm dünyaya özgürlük, eşitlik ve dayanışma ilkeleri ile asil bir başlangıç olarak yansıtılan Fransız Devrimi aslında köleleri vatandaşlık düzeyine çıkarıp, vatandaşlık hakları sahibi kıldığı halde, sahip oldukları hakları kullanma ehliyetinden yoksun bırakarak özünde geri idi. Sebep çok açık, toplumun seçkinci kesiminin hakları vatandaşların çoğunluk oylarıyla ortadan kaldırılamazdı. Fransız burjuvazisinin oluşturduğu anayasa şeklen demokrasi koşullarını sağlıyor, fakat seçkinci kesimler lehine getirilmiş kısıtlar nedeniyle özünde anti-demokratik nitelikte idi. Fransız Devrimi sonucu oluşturulan politik anlamda demokratik anayasal sistemde değiştirilememek üzere anayasada korunan haklar kapsam itibariyle toplumsal nitelikli olmayıp, münferit seçkinci kesimler ya da gruplara ait haklar idi.
Türkiye’ye dönersek, birincisi Türkiye’de cumhuru kavrayan parlamenter demokrasiye Batı toplumlarından farklı ve istisnai olarak aşamalı değil, sıçrayarak geçilmiştir. Nitelim, sıçramalı geçişin tüm sancılarını, bir asrı devirmiş olmamıza rağmen ekonomik kalkınmayı gerçekleştirememiş olmamız dolayısıyla oldukça sıcak şekilde yaşamaktayız. Türkiye’de anayasa konusu gerek mevcut anayasanın uygulanması gerek var olan yapıda değişiklik önerileri açılarından fevkalde sancılı bir görüntü sergilemektedir. Önce var olan anayasanın uygulanması koşuluna bir bakalım. İktidarın despotik anayasa olarak nitelediği anayasada yapılan usulsüz değişikliklerle denetimsiz tek adam rejimine geçiş ve hemen hemen tüm kamu kurumlarının tek adama bağlanması, hükümet organının devlet yapısına dönüştürülmesi anlamına geldiğinden anayasanın ruhuna olduğu kadar çağdaş siyasi rejimler anlayışına da karşıdır. Yandaş hukukçularından aldığı desteklerle parti ve hükümet organının devlet mesabesine çekilmesi başlı başına bir anayasa ihlalidir. Evet, uygulamalar amaca uygun yapılandırılmış yasalara uygundur, ancak söz konusu yasalar da fiili uygulamalar da anayasa ruhuna aykırıdır. Cumhuriyet’in 101. yılında bu feci durumu yaşıyor olmamız gerçek bir trajedidir. Bu uygulamalarla “Cumhuriyet Savcısı” nın hukuken değilse bile, fiilen devlet başkanına bakarak karar alması; “Türk Milleti Adına” yargı yetkisini kullanma durumunda olan yargıçların yukarıya bakma durumuna sokulmaları; kamu kurumlarına atmaların sübjektif değerlemelerden geçirilmesi; yargı kararı olmadan kayyum atamaları halkın bir bölümünün politik görüşüne ve kanaatine saygısızlık olarak hem anayasa ihlali hem de cumhuru bölme faaliyetidir. Fazla uzatmaya gerek olmayan durumun altındaki sebebe yöneldiğimizde, anayasanın bazı maddelerinin değil, hemen tümünün değiştirildiğini görmekteyiz. Çünkü AKP kendi amacı ve görüşü doğrultusunda çağdaş anlayışa aykırı, ulusu bölücü yeni bir anayasa peşindedir. Bir yapı yenisiyle değiştirilmek istendiğinde önce yapı yıkılır. AKP, anayasayı salt şeklen değil, ruhen yıkmaktadır. Bir yapının yıkıcısına yeni yapı nın inşası havale edilemez, zira hedef yıkım esnasında ortaya çıkmıştır. Kaldı ki, Anayasa Hukuku açısından tümüyle yeni bir anayasa ancak ve ancak Kurucu Meclis tarafından yapılabilir. AKP’ye sırtını dayamış hukukçular biraz da vicdanlarına dayanarak derslerini hatırlasalar, hocalarının ruhunu şâd ederler!
Son zamanlarda anayasanın değiştirilemez maddelerinin de değiştirilebilir olduğu ileri sürülmektedir. Muhtemelen, son seçimde AKP’yi ve liderini kurtarmak için ittifaka yamanan ufak partilerden böyle öncü çıkıntılıklar yapma sözü alınmış olabilir. Anayasada yapılması önerilen değişiklikleri Fransız Devrimi anayasasının değiştirilemez maddeleri ile karşılaştırdığımızda arada dağlar kadar farklılıklar olduğunu görürüz. Şöyle ki, Fransız Devrimi sonrasında kabul edilmiş olan değiştirilemez nitelikli hükümler tüm topluma şamil genel nitelikli hükümler olmayıp, imtiyazlı bazı kişi ya da sınıfların çıkarlarının korunmasına yönelik azınlık hükümleri idi. Buna karşın, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında belirlenmiş laiklik ya da sosyal demokrasi gibi değiştirilemez hükümler ise bir kişiye ya da zümreye mahsus olmayıp, tüm topluma şamil hükümlerdir. Üstelik anayasamızdaki değiştirilemez nitelikli hükümler, salt bazı kişisel hakları koruyarak toplumu bölücü nitelikli Fransız Devrimi sonrası hükümlerin aksine, bireyleri özgürleştirici ve toplumun çimentosunu oluşturucu nitelikteki hükümlerdir. O nedenledir ki, anayasamızdaki değiştirilemez hükümlere dokunmak, toplumun temel kolonlarındaki birleştirici özellikleri tahrip etmek mesabesindedir. Böylesi toplumu tahrip edici görüşleri toplumun bilincine aşılayan kişiler, bir zamanlar Osmanlıların Reşit Efendi olarak tanıdıkları, fakat asıl adı Arminius Vamberi olan bir İngiliz ajanı benzeri bir görevlinin örtülü hali olamaz mı, acaba? Cemal Kutay’ın bu konudaki kitabı bugünümüze de ışık tutarak, uyarıcı niteliktedir.
Konumuzu salt cumhuriyet, yani halk yönetimi olarak tartıştığımızda, karşımıza sağlanması gereken halkın bütünlüğüne karşın, tam tersi, ekonomik sistem sonucu parçalanmışlık çelişkisinin ortaya çıkma tehlikesi belirebiliyor. Bu çelişkiyi Fransız Devrimi sonrasında oluşturulmuş sosyal ve siyasal cumhuriyet yapılanmasında korunmuş asil sınıf oluştururken, günümüz koşullarında da üretim ilişkileri, mülkiyet biçimi ve sistemin yol açtığı gelir dağılımı sorunu oluşturmaktadır. Nitekim tam da bu sorun, 1789 Fransız Devrimi’nden yaklaşık bir asır sonra, 1840’larda İngiltere’de oluşan sanayi devrimi ile siyaset bilimcilerin kafasını meşgul etmeye başlamıştır; siyasal demokrasi anlayışı karşısında ekonomik demokrasi olgusu ve anlayışının geliştirilmesi!
Meseleye günümüz Türkiye’si açısından yaklaşım yaparsak, siyasete başat kesimlerin kimler ya da hangi çevreler olduğu, siyasi kararların alınış ve uygulanış şekli gibi sorunların cumhuriyet kavramıyla yeterli biçimde açıklanamadığı anlaşılmaktadır. O nedenle, bir yönetim tarzının tanımı olarak cumhuriyet sözcüğü, günümüzün üretim ilişkileri ve ekonomik güç dağılımı bağlamında fazla bir anlam ifade etmemektedir. Cumhuriyet sözcüğünü demokrasi sözcüğü ile birlikte kullanmanın daha anlamlı olacağı açık olduğu halde, neden “Demokratik Cumhuriyet” sözcüğüne genel kullanımda yer verilmediği çok açıktır. Zira demokratik cumhuriyet ifadesi üretim süreci aşamasında adaleti öngörmektedir. Bu durum ise, kapitalist olmayan üretim ilişkisini gündeme getirir ya da çağrıştırır. O nedenle demokratik cumhuriyet ifadesi burjuva toplumlarında genellikle fakat yanlış olarak sosyal demokrasi ifadesi ile ikame edilir. Demokratik cumhuriyetten farklı olarak sosyal demokrasi uygulamasında, üretim aşamasında gelir dağılımına karar verilmeyip, üretim sonrası dağıtım aşamasında vergi ve harcama mekanizmaları ile ikincil dağılımın sağlanmasına çalışılır.
AKP’nin yirmi yılı aşkın yönetiminde ulusumuz parlamenter yönetim bağlamında Batı’nın 300 yıl gerisinde, halkın parası üzerindeki hâkimiyeti bağlamında 800 yıl gerisinde, iddia edildiğinin aksine İslâm anlayışında ise adeta ortaçağ düzeyindedir.
Devlet ve sosyal demokrasi teorilerinin daha detaylı ele alınmasını gerektiren bu konuları gelecek yazılara bırakarak, Cumhuriyetimizin 101. yılını kutlayıp, gelecek dönemlerin acı ve ıstırapların geride bırakıldığı daha mutlu ve saadet içinde geçmesini temenni ederim.