Duvarlar arasındaki gençlik
Dört duvar arasına sıkıştırılan dijital dönemin çocukları, müfredat kapsamındaki konuları yetiştirmeye koşullanmış öğretmenleri sabahtan akşama kadar dinlemek zorunda.
Pink Floyd, 1979 tarihli albümünde yer alan “Another Brick In The Wall” şarkısıyla otoriter düzeni temsil eden öğretmenin öğrencilere yönelik olumsuz tavırlarını şu sözlerle eleştiriyordu:
Terbiye edilmeye ihtiyacımız yok!
Düşüncelerimizin denetlenmesine gerek yok!
Kimse sınıfta aşağılanmasın,
Hey öğretmen, rahat bırak çocukları!
Kapitalist devletin ideolojik aygıtlarından biri olan eğitim sisteminde geçtiğimiz 45 yıl içinde önemli bir zihniyet değişimi olmadığı görülüyor. Büyük yatırımlarla desteklenen dijital teknoloji ve yapay zeka gibi gelişmiş uygulamalara karşın geleneksel okul modelinde ısrar edilmesi bunun en önemli göstergesi. Dört duvar arasına sıkıştırılan dijital dönemin çocukları müfredat kapsamındaki konuları yetiştirmeye koşullanmış öğretmenleri sabahtan akşama kadar dinlemek zorunda.
Öğrencinin öz disiplin geliştirmesine değil de otoriteye itaat etmesine dayanan bir eğitim modeli acaba kimlerin işine yarıyor? Paris’te yaşayan Mağrip kökenli göçmen bir çocuk, öğretim yılının ilk gününe ilişkin okulla ilgili deneyimini şöyle anlatmış: “Bugün çok üzgündüm. Sınıfta oturup öğretmenlerin konuşmasını dinledim. Günde sekiz saat orada kalmak çok can sıkıcı. Bizi ileride zenginler hesabına çalışmamız için hazırlıyorlar.”[1]
Bu söylem, çoğu insanımız tarafından “İş bulmuş da kimin hesabına çalışacağına hayıflanıyor” diye eleştirilebilir. Oysa böylesi yanlış çıkarımların arkasında
öğrenilmiş çaresizlikten kaynaklanan ideolojik körlük yatıyor.
Sınıf ortamına hapsolmuş günümüz gençlerinin geleneksel okul modelinden hoşnut olmasını bekleyemeyiz. Bu bağlamda geçen ay Fransa’da örgün eğitim sisteminde reform yapılması istemiyle öğrenciler tarafından imzaya açılan bir dilekçeye değinmek istiyorum. Şu ana kadar change.org üzerinden yaklaşık 320.000 kişinin imzaladığı dilekçe, Milli Eğitim Bakanı’na hitaben yazılmış. Hazırlanan metinde temel birkaç soruna dikkat çekilerek çözüm önerileri getirilmiş. Örneğin matematik, dil, tarih, teknoloji gibi görece zor derslerin sabah saatlerinde; görsel sanatlar, müzik ve spor gibi derslerin öğleden sonra yapılması isteniyor. Ayrıca okullarda öğrencilerin duygularını ifade edebilecekleri, kaygılarını paylaşabilecekleri, okul yaşamına etkin biçimde katılabilecekleri açık alanların oluşturulması öneriliyor. [2]
Bugünün öğrencisi genellikle sabahtan akşama kadar dört duvar arasında ders dinliyor sonra da kendini dijital hücresine kapatıyor. Gerçekte yüz yüze iletişim olanaklarının giderek azaldığı ekran çağında öğrencilerin inisiyatifiyle okulda oluşacak kamusal alan, sosyal izolasyonun önlenmesi, derinlikli ilişkiler kurulması ve dayanışma kültürünün geliştirilmesi için işlevsel olabilir.
Ne var ki iktidar sahipleri, gençlerin böylesi akılcı istemlerini bile statükoyu yıpratmaya dönük bir tehdit olarak algılıyor. Bu yüzden söz konusu dilekçenin dikkate alınması zor.
Türkiye’de otuz yılı aşkın süreden beri uygulanan eğitim politikaları neoliberalizme öncülük eden ABD, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerle benzeşiyor Buna tek adam rejiminin kurumları tepeden tırnağa partizanlaştırma hamlesi de eklenince eğitim sistemi, ayrıcalıklı sermaye grupları ile dini yapıların oyun alanı haline geldi. Zamanla öğrenci ve öğretmen oyun dışına itilip pasifize edildi. Sorunlar daha da büyüdü. Örneğin ülkemizde devletin istihdama yönelik tutarlı bir eğitim politikası yok. Bu yüzden üniversite mezunları işsiz kalıyor ya da meslek alanı dışında herhangi bir işte çalışıyor. Çok sayıda üniversite açmakla övünen müzmin AKP iktidarı, buna bağlı olarak ortaya çıkan eğitimli genç işsizliği sorunuyla hiç ilgilenmiyor. Erdoğan’ın zaman zaman söylediği gibi kapitalist modelde devlet, herkesi kamuda istihdam etmek zorunda değil. Ancak iş gücü piyasasında arz talep ilişkisi giderek bozuluyorsa devleti yönetenler buna kayıtsız kalamaz.
Yüksek öğretim programları, sanki ülkeyi siyasal tercihini üretim ekonomisinden yana kullanan bir iktidar yönetiyormuş gibi hazırlanınca diplomalı işsizlerin sayısı artıyor. İş bulabilen “şanslı” üniversite mezunları gerçekte tüketim ekonomisi için çalışıyor. Hem de “kurye, kasiyer, vale” gibi iş unvanlarıyla… Bu olgu, salt bireyleri değil, devletin verdiği diplomaları da değersiz kılıyor.
Şatafatlı yaşamlarını gözümüze sokan yolsuzluk ekonomisinin medyatik isimleriyse Türkiye’de el üstünde tutuluyor. Bunların siyasal iktidar tarafından korunup kollandığını hisseden bir üniversite öğrencisi kariyer planı yapabilir mi ? Ya da öngöremediği bir kariyer için motive olabilir mi? Zaten mevcut koşullarda asgari ücrete talim eden nitelikli çalışanlar bile kariyer planı yapamıyor.
Gençlerin önüne konan tek bir hedef var; o da günü kurtarmak…
AKP iktidarı, genç nüfusun sorunlarını çözmek yerine ısrarla eğitim sistemini dincileştirmeye çabalıyor. Galiba görünmeyen duvarlar arasına hapsettiği gençleri Allah’a havale etmekten başka çare bulamıyor!
NOTLAR
1- https://lagedefaire-lejournal.fr/idee-folle/