Demir Silahtar
Hamas’ın geçtiğimiz yıl Ekim ayındaki sürpriz saldırısına misilleme olarak Filistin halkına karşı topyekûn bir imha savaşı başlatan Siyonist İsrail rejiminin soykırımcı saldırılarına rağmen, Filistin halkı olağanüstü güç koşullar altında direnmeyi sürdürüyor.
Filistin halkının Siyonizm’e, emperyalizme ve Arap dünyasındaki işbirlikçi rejimlere karşı yürüttüğü mücadeleye uzun yıllar önderlik eden ve bu destansı kavgaya başlangıcından beri silinmez bir damga vuran Filistin solu ise günümüzde ne yazık ki marjinal bir hale gelmiş durumda. Bugün gerek siyasi gerekse askeri planda direnişin merkezinde Hamas’ın başını çektiği İslamcı örgütler bulunuyor.
Sol hareketlerin ve seküler milliyetçi grupların çatı örgütlenmesi olan Filistin Kurtuluş Örgütü – FKÖ’nün başını çeken El-Fetih ile Hamas arasındaki rekabet 1990’lardan beri Filistin direnişinin önderliğinin parçalı bir görünüm almasına yol açarken, Hamas’ın 2006 seçimlerinden galibiyetle çıkmasının ve 2007 yılında Gazze Şeridi’nin kontrolünü ele geçirmesinin ardından Filistin Ulusal Yönetimi de günümüzde Gazze’de Hamas, Batı Şeria’da FKÖ iktidarı olmak üzere ikiye bölünmüş durumda.
Tarihi kökleri 1948’de Siyonist güçler tarafından Filistinlilerin öz vatanlarından kovulduğu Nakba (felaket) günlerinden de eskiye giden Filistin solunun görünür gelecekte yeni bir çıkış gerçekleştirme umudu bulunup bulunmadığına dair bir fikir edinebilmek için öncelikle ülkedeki devrimci hareketin bugün içinde bulunduğu durumun tarihsel arka planı ile nesnel ve öznel nedenlerini genel hatlarıyla da olsa mercek altına almak gerekiyor.
FİLİSTİN KOMÜNİST PARTİSİ: AÇMAZLARI, ÇÖZÜLÜŞÜ VE DEVRETTİĞİ MİRAS
1923 yılında İngiliz mandası altındaki Filistin topraklarında birleşerek Filistin Komünist Partisi- FKP’nin kuruluşunu gerçekleştiren komünist örgütlenmelerin kökleri Çarlık Rusyası’ndaki sosyalist Siyonist gruplara dayanmaktadır. 19. yüzyılın sonunda Avrupa’daki Yahudi toplulukları içerisinde ortaya çıkan bir siyasi akım olan ve Avusturyalı gazeteci Theodor Herzl tarafından kurulduğu kabul edilen Siyonizm, o dönemde Avrupa’daki yaygın sömürgeci zihniyet ile de gayet uyumlu bir biçimde, Yahudilere yönelik zulmün çözümü olarak Filistin’de bir Yahudi yerleşimci devletinin kurulmasını amaçlıyordu. Başlarda fazla destek bulmayan Siyonizm’in taraftar sayısı, Avrupa’da antisemitizmin yoğunlaşmasına ve Yahudi topluluklarına karşı saldırıların artmasına paralel olarak giderek çoğaldı.
On dokuzuncu yüzyılın son on yıllarında Doğu Avrupa’da kapitalizmin hızla gelişmesi, kentsel bölgelerde yaşayan Yahudi nüfus içerisinden kalabalık bir proletaryanın ve keza hatırı sayılır bir aydın tabakasının ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Sınıfsal çelişkilere ilaveten Çarlık Rusya’sının ulusal baskısı altında da ezilmekte olan, ayrıca rejimin gitgide sistematik hale getirdiği pogromlar ve provokasyonlar nedeniyle sürekli olarak katliama uğrama tehdidiyle karşı karşıya bulunan Yahudi toplulukları içerisinden devrimci mücadeleye katılım oranı diğer etnik topluluklara nazaran daha yüksekti. Nitekim Ekim Devrimi’nden önceki dönemde birçok Yahudi sosyalist partilere üye olduğu gibi, Polonya, Litvanya ve Rusya’da salt Yahudi işçileri “ulusal kültürel özerklik” şiarı altında bir araya getirmeyi hedefleyen Bund adlı ayrı bir siyasi örgütlenme de kurulmuştu. Siyonizm’e mesafeli duran ve ulusal taleplerini sosyalizm mücadelesi ile birleştiren sosyalist örgütlenmelerin Rusya’da 1905 Devrimi’nin yenilgisinin ardından güç yitirmeleri ve “devrimin Yahudi şeytanlığının bir ürünü olduğu” propagandasıyla gericiliği kışkırtarak kendisini sağlamlaştırmayı amaçlayan Çarlığın Yahudi nüfus üzerindeki baskısını giderek yoğunlaştırması sonucunda, sosyalist Yahudiler arasında da farklı çözüm arayışları hız kazandı.
Bu arayışlardan biri Nachman Syrkin ve Ber Boroçov’un öncülük ettikleri “İşçi Siyonizm’i” veya “Proleter Siyonizm” adı verilen, Yahudilerin tek bir ulus oluşturduğunu ve hem ekonomik sömürüden hem de ulusal bir topraklarının olmayışından ötürü zarara uğradıklarını ileri sürerek sosyalizm ile Siyonizm arasında bir köprü oluşturmaya çalışan akımdı. Bu düşünceler çeşitli Yahudi sosyalist gruplarınca kabul gördü ve 1906 yılında bu grupların birleşmesiyle Poalei Zion (Siyon İşçileri) Partisi adında bir parti kuruldu. Siyonizm’in bir Yahudi yurdu yaratma söylemlerinden etkilenerek 19. yüzyıl sonlarında Filistin’e gelenlerin oluşturduğu ilk göç dalgasından farklı olarak, Çarlık karşıtı mücadelelerde ve sosyalist hareket içerisinde bulunmuş çok sayıda genç işçinin de 1905 Rus Devrimi’nin yenilgisi sonrasında içinde yer aldığı ikinci göç dalgasına Poalei Zion Partisi üyeleri de katıldılar ve varlığını bugün de sekiz yüz bini aşkın üyeyle sürdürmekte olan İsrail’in en büyük işçi sendikaları konfederasyonu olan Histadrut gibi bir dizi işçi örgütlenmesinin kuruluşunda rol aldılar. Ancak 1917’de Büyük Ekim Devrimi’nin zaferi ile Bolşevizm’in uluslararası işçi sınıfı hareketi içerisinde büyük güç ve prestij kazanması, Poalei Zion hareketinin bölünmesine ve söz konusu hareket ile yollarını ayıran komünist grupların farklı bir dizi siyasi örgütlenmeler kurmalarıyla sonuçlandı. En büyük iki komünist grubun birleşmesiyle 1923 yılında kurulan Filistin Komünist Partisi 1924 yılında Komünist Enternasyonal’e kabul edildi ve Filistin’deki resmi Komintern seksiyonu haline geldi.
Komünist Enternasyonal, Siyonizm’i burjuva milliyetçi bir hareket olarak görüyordu. Lenin, Siyonizm’i Yahudiler arasındaki sınıf ayrımlarını gizleyen toplumsal olarak gerici bir akım olarak nitelemişti. Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu, Filistin Komünist Partisi’ne, partinin bir Yahudi işçi örgütlenmesi olmaktan çıkarılarak gerçekten bölgesel bir partiye dönüştürme görevini ve hem Siyonistlere hem de İngiliz emperyalizmine karşı Arapları destekleme talimatını verdi. Filistin Komünist Partisi’nin kuruluşundan, 1943’te ayrışarak çözülmesine kadar olan bütün tarihine bu görevin yerine getirilmesi konusunda karşılaşılan güçlüklerin, ikilemlerin ve açmazların damga vurduğu söylenebilir. Zira Komintern’in, Partinin “Araplaşması” yani esas olarak ülkenin aslî unsuru olan Arap emekçileri içinde güçlenmesi ve parti faaliyetlerinin Filistin’de bir azınlık konumundaki Yahudi işçiler arasında örgütlenmeyle sınırlı kalmaması gerektiği konusundaki bütün ısrarlarına, eleştirilerine ve hatta Merkez Komitesi’ni Arap üyeler çoğunlukta olacak biçimde yukarıdan atama usulüyle belirlemeye kadar varan müdahalelerine karşın FKP’nin üye bileşimi ve örgütlenmesi büyük ölçüde Yahudi toplumuyla sınırlı kaldı.
Üstelik sömürgeci İngiliz idaresine karşı antiemperyalist mücadelenin gereği olarak partinin Arap ulusal hareketinin liderliğiyle ilişkilenmesi yönünde atılan adımlar ve Siyonistlerin Arap köylüleri topraklarından atma girişimlerine karşı verdiği mücadele bu kez partiyi Yahudi toplumuna da yabancılaştırmaya başladı. Özellikle Arap nüfusun sömürgeci İngiliz mandasına karşı başkaldırı hareketleri sırasında, emperyalizmin destekçisi ve işgalci olarak gördükleri Yahudi yerleşimcilere karşı da katliama varan kimi şiddet eylemlerine girişmeleri, Komintern’in ise “toplumsal bileşimini en başta köylü hareketinin oluşturduğu tüm Arapların ulusal kurtuluşçu ve antiemperyalist hareketi” olarak nitelediği bu hareketler sırasında Yahudi nüfusa dönük saldırıların Arap köylülerin arazilerine el koymaya çalışan Siyonist politikaların doğal sonucu olarak görülmesi gerektiğini ifade etmesi, FKP’nin Yahudi tabanında tepkilere yol açıyordu. Neticede 1943’te parti bölündü ve Arap üyeler 1944’te Ulusal Kurtuluş Birliği’ni kurdu.
Ayrıca uluslararası alanda yaşanan gelişmeler ve yıllar içerisinde Filistin’in demografik yapısında yaşanan değişim karşısında Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin öncülüğündeki dünya komünist hareketinin Filistin sorununa dair politikalarında da kimi değişiklikler yapılması kaçınılmaz hale gelmişti.
Filistin’in sömürgeci İngiliz emperyalizminin pençesinden kurtarılmasını başa yazan komünist hareket, 1929 ve 1936’daki Arap ayaklanmalarına açıktan destek verirken Filistin’deki Yahudi yerleşimci toplumunu emperyalizminin müttefiki ve aracı olarak mahkûm ediyordu. Ancak II. Dünya Savaşı sırasında Yahudilerin Hitler faşizmi tarafından soykırıma uğratılmasıyla ortaya çıkan yeni durumu ve Filistin’e yoğunlaşan göçleri dikkate alan Sovyetler Birliği; Siyonizm karşıtı duruşunu değiştirmeden, Yahudi halkının kendisine tarihsel vatan gözüyle baktığı Filistin topraklarında bağımsız bir devlet halinde örgütlenmesine destek verdi. Söz konusu desteğin İsrail’in sosyalizm yanlısı bir devlet olmasına ve İngiliz emperyalizminin bölgeden sökülüp atılmasına katkıda bulunacağı düşünülüyordu.
Bu nedenle Sovyetler Birliği, Yahudilerin ve Arapların aynı devlet çatısı altında bir arada yaşamalarını tercih etmekle birlikte bunun imkânsız olduğunun kanıtlanması halinde Filistin’de bir Arap ve bir Yahudi devleti olmak üzere iki devletli bir çözümü de destekleyeceğini ilan etti. Sovyet büyükelçisi Gromiko 1947 Mayısında yaptığı açıklamada şunları dile getiriyordu:
“Hiçbir Batı Avrupa Devleti’nin Yahudi halkının temel haklarının savunulmasını ve faşist cellatların şiddetine karşı korunmasını sağlayamamış olması, Yahudilerin kendi devletlerini kurma özlemlerini açıklıyor. Bunu hesaba katmamak ve Yahudi halkının bu özlemi gerçekleştirme hakkını inkâr etmek haksızlık olur.”
Neticede Sovyetler Birliği, Filistin’deki İngiliz mandasının sona erdirilerek ülke topraklarının bölünmesine ve İsrail Devleti’nin kurulmasına yol açan Birleşmiş Milletler kararına destek verdi ve Yahudi devletini tanıyan ilk ülke oldu. Buna karşın İngiliz emperyalizminin bıraktığı boşluğa hem Ortadoğu’da Sovyet etkisini sınırlamak hem de petrol rezervlerinin kontrolünü ele geçirmek amacıyla hızla yerleşen ABD emperyalizminin cömert silah ve para yardımlarını içeren enerjik müdahaleleri ve işbirlikçi Siyonistlerin çabalarıyla, emperyalizmin bölgedeki yeni koçbaşı haline dönüşen İsrail, sosyalizme açılan veya dünya sosyalist sistemine dost bir ülke olacağı yönündeki beklentileri boşa çıkardı.
1943’teki ayrışma sonrasında Filistin Komünist Partisi çatısı altında kalmayı sürdüren Yahudi kanat 1947’de ülkenin bölünmesi üzerine partinin ismini MAKEİ (Eretz İsrael Komünist Partisi) olarak değiştirdi. Parti daha sonra MAKİ (İsrail Komünist Partisi) adını aldı. Ulusal Kurtuluş Birliği’ni kurmuş olan Arap üyeler ise bir yıl sonra İsrail devletinin kurulmasının ardından, BM planında öngörülen şekilde iki devletli çözümün hayata geçirileceği öngörüsüyle, yeni kurulacak Arap devletinin parçası olması gereken İsrail bölgelerinde faaliyet göstermek üzere yeniden MAKİ’ye katıldılar. Ülkede Araplar ve Yahudiler arasında iç savaşın başlaması ve 1948’deki Arap-İsrail Savaşı nedeniyle söz konusu işbölümünün bir gerçekliği kalmaması üzerine Batı Şeria’daki Arap üyeler 1951’de Ürdün Komünist Partisi’ne katıldılar.
Daha sonraki yıllarda Ürdün Komünist Partisi’ne bağlı olarak Gazze’de ve Batı Şeria’da faaliyet gösteren bir Filistin Komünist Örgütü kuruldu. 1982’de Filistin Komünist Partisi adıyla bağımsız bir partiye dönüşen ve 1987’de Filistin Kurtuluş Örgütü’ne katılan bu örgüt, Birinci Filistin İntifadası’nın Birleşik Ulusal Liderliği’nin dört bileşeninden biriydi ve ayaklanma için halk desteğini harekete geçirmede önemli bir rol oynadı. Reel sosyalizmin çözülüşünün ardından sosyal demokrat bir çizgiye evrilen, ismini Filistin Halk Partisi olarak değiştiren ve FKÖ ile İsrail arasındaki Oslo Anlaşmaları’nı hararetle destekleyen bu parti halen Filistin Kurtuluş Örgütü çatısı altında yer almakta, seçimlere katılmakta ve mecliste temsil edilmektedir.
Siyonizm ve savaş karşıtı tutumu nedeniyle tarihi boyunca birçok ağır bedeller ödemek zorunda kalan, baskılar ve bölünmeler nedeniyle zaman zaman marjinal hale gelen, bütün bunlara rağmen İsrail siyasetinde uzun yıllar yine de önemli bir rol oynayan MAKİ ise; 1977’den bu yana bir dizi diğer sol parti ile birlikte bir çatı örgütü olan HADAŞ (Barış ve Eşitlik için Demokratik Cephe) içerisinde seçimlere katılmakta ve İsrail meclisi Knesset’te temsil edilmektedir.
Sonuç olarak Filistin Komünist Partisi’nin ulusal sekterlikleri aşan kalıcı bir Arap-Yahudi komünist partisi kurma konusunda başlangıçtaki başarısızlıklarına rağmen, aynı gelenekten gelen MAKİ’nin İsrail yurttaşı Arap ve Yahudi emekçilerin ortak örgütü olarak Siyonizm’e, emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadeleyi sürdürmesi, keza işgal altındaki topraklarda ya da komşu Arap ülkelerinde faaliyetlerini sürdüren komünistlerin de Filistin ulusal kurtuluş mücadelesine olan katkıları, Komintern üyesi FKP’nin geleceğe devrettiği önemli bir devrimci miras olarak görülmelidir.
FİLİSTİN ULUSAL KURTULUŞ HAREKETİNİN SOL DAMARI
Filistin halkının yüzyıllardır vatan bellediği topraklarda sırtını emperyalizme dayamış kolonizatör ve yayılmacı bir projenin cisimleşmesi anlamına gelen İsrail Devleti, kuruluşundan itibaren ABD’nin Ortadoğu coğrafyasındaki ekonomik, politik ve askeri çıkarlarını koruyup kollama görevini üstlenen bir savaş aygıtı olarak örgütlendi. Bununla birlikte ABD’nin Ortadoğu’daki yegâne müttefiki İsrail değildi, bölgedeki gerici Arap devletleri de en az İsrail kadar emperyalizmin güvenilir işbirlikçileri olduklarını sayısız kez kanıtladılar.
Öte yandan İkinci Dünya Savaşı’nın Kızıl Ordu ve müttefiklerinin zaferiyle sona ermesinin ve dünya sosyalist sisteminin ortaya çıkmasının ardından dünyanın hemen her köşesinde sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı mücadele büyük bir hız kazanmıştı. 1948’de Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin kurulması, 1949’da Çin Devrimi’nin zafere ulaşmasıyla Çin Halk Cumhuriyeti’nin ilan edilmesi, 1954’te Fransız emperyalizminin Dien Bien Phu’da Vietnam komünistleri karşısında ağır bir yenilgiye uğraması, 1959’da Küba devriminin, 1962’de Cezayir’in Fransa’ya karşı ulusal kurtuluş savaşının zafer kazanması gibi önemli gelişmeler Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki ulusal kurtuluş mücadelelerini kamçılıyor, tıpkı Lenin’in ve Bolşeviklerin öngörmüş oldukları gibi, Sovyetler Birliği’nin varlığı ve desteği sayesinde sömürge ve yarı sömürge ülkelerin ezilen halkları arasında devrimci ruh giderek güçleniyordu.
Bütün dünyayı saran bu gelişmeler karşısında Ortadoğu’da da benzer eğilimlerin ve gelişmelerin ortaya çıkması doğal olduğu kadar kaçınılmazdı da. Komünist Tudeh Partisi’nin desteğini alan Başbakan Musaddık yönetimindeki İran Hükümeti’nin 1951’de petrol endüstrisini millileştirerek emperyalizmin ülkedeki tahakkümüne son verme teşebbüsünde bulunmasının ardından CIA destekli bir darbeyle devrilmesi, buna karşın Nasır liderliğindeki ilerici Hür Subaylar Hareketi’nin 1952’de Mısır’da darbeyle iktidarı ele alması ve ardından Sovyetler Birliği’nin desteğiyle Süveyş Kanalı’ndaki İngiliz-Fransız hakimiyetine son vermesi, 1958’de Abdülkerim Kasım liderliğindeki Irak devriminin petrol endüstrisini millileştirmesi, aynı yıl Baas Partisi’nin Suriye’de iktidara gelişi, özellikle Arap ülkelerinde yeni bir militan mücadele dalgasının yükselişi anlamını taşıyordu.
Antiemperyalist karakterdeki bu milliyetçi-sol hareketin sınıfsal temelini küçük burjuvazi, genç subaylar ile diğer aydın ve okumuş kesimler oluşturuyordu. Komünist olmamakla birlikte ülkelerini emperyalizmin pençesinden kurtaracak bağımsız ulusal kalkınma hedefine tutkuyla bağlı olan bu ilerici unsurlar, bir yandan “Basra Körfezi’nden Kuzey Afrika’ya ve Fas’a kadar uzanan Arap birliği” türünden milliyetçi hayaller kurarken diğer yandan Sovyetler Birliği’nin o dönemde sömürge ve yarı sömürge ülkeler için ileri sürdüğü “kapitalist olmayan kalkınma yolu” tezlerinden etkilenerek solculaşıyor ve hemen hepsi statükocu, muhafazakâr bir İslami söylemle kitleleri uyuşturarak emperyalizme uşaklık eden gerici Arap rejimleri karşısında duydukları tiksintiyle ülkelerinde bağımsız, laik birer devlet kurmayı hedefliyorlardı.
1956’da Süveyş Kanalı’nı millileştirerek İngiliz ve Fransız emperyalizmine meydan okuyan Mısır lideri Cemal Abdül Nasır, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da giderek güçlenen Arap milliyetçiliğinin ve “Arap Sosyalizmi” çizgisinin en popüler ismi olarak öne çıktı. Nasır’ın öncülüğünde 1958’de Mısır ve Suriye Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleşirken, Irak’ın da birliğe katılmasına kesin gözüyle bakılıyordu.
Bu dönemde Filistin yurtsever gençliği arasında da ülkelerinin kurtuluşu için tek çözümün Nasır’ın temsil ettiği Arap milliyetçiliği çizgisinde buluşan Arap devletlerinin desteği ve birleşerek İsrail’i yenilgiye uğratmaları olduğu düşüncesi yaygındı. Nitekim 1950’li yılların başında Beyrut Amerikan Üniversitesinde Corc Habaş liderliğindeki bir öğrenci grubu tarafından kurulan ve ideolojik olarak Marksizm’e olmasa da sosyalizme ve laikliğe bağlı bir çizgideki Arap Milliyetçi Hareketi – AMH, Batı emperyalizmine ve İsrail Siyonizm’ine karşı Nasırcılığı destekliyor, Suriye ve Irak başta olmak üzere çeşitli Arap devletlerinde şubeler kurarak örgütleniyordu. Ancak önce 1961’de Suriye’nin sadece üç yıl önce kurulmuş olan Birleşik Arap Cumhuriyeti’nden ayrılması ve sonra da bundan çok daha önemli bir gelişme olan 1967’deki Altı Gün Savaşı’nda İsrail’in Mısır, Ürdün ve Suriye devletlerine bağlı Arap ordularını ağır bir hezimete uğratması, Filistin ilerici ve yurtseverleri nezdinde Arap milliyetçiliğinin ve Nasırcılığın gerçekçi bir seçenek olmadığının anlaşılmasını sağladı.
İsrail karşısında utanç verici bir yenilgiye uğrayan Arap devletlerinin Filistin’i özgürleştirmelerinin mümkün olamayacağının ve ülkelerinin kaderini ancak kendi azim ve iradelerinin belirleyeceğinin idrakine varan Filistinli yurtseverler arasında farklı yol arayışları ortaya çıktı.
EL FETİH VE FİLİSTİN KURTULUŞ ÖRGÜTÜ
Filistin direnişi içerisindeki ilk askeri ve siyasi deneyimlerini genç yaşta 1947’deki iç savaş ve 1948’deki Arap-İsrail Savaşı sırasında edinen, ikinci kez de Nasır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirmesi sırasında İngiltere, Fransa ve İsrail güçlerinin saldırılarının püskürtülmesi için verilen mücadelede deneyim kazanan Yaser Arafat’ın başkanlığını yaptığı Filistin Öğrenciler Birliği’ndeki arkadaş çevresi ile bir yeraltı Filistin kurtuluş hareketi oluşturmak için gösterdiği çabaların dolaysız sonucu olarak, 1959 yılında Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi kuruldu. Arapça adı Hareket el-Tahrir el-Vatani el-Filistini olan bu örgüt, adındaki sözcüklerin tersten okunuşu olan El Fetih olarak tanınacaktı.
El Fetih, Filistin direnişinin ve siyasi temsilciliğinin Arap devletlerinin himayesinden bağımsız olması gerektiği ve kurtuluşa ulaşmanın temel aracının silahlı mücadele olduğu fikrine öncülük etti. Arafat ve arkadaşlarının oluşturduğu müfrezenin 1 Ocak 1965’te silahlı mücadeleye başlaması “Filistin halkının kaderini kendi eline alışı” olarak görüldü ve öyle de algılandı. Altı Gün Savaşı’nda Arap devletlerinin birleşik orduları ağır bir yenilgiye uğramışken, Filistinli bir gerilla grubu olan El Fetih’in 21 Mart 1968 tarihinde Ürdün’deki İsrail ordusunun Karameh Kampı’na yaptıkları saldırılara karşı etkili bir direniş göstererek İsrail güçlerini püskürtmesi herkesi şaşırttı ve örgütün giderek güçlenerek Filistin direnişinin merkezi haline gelmesini sağladı.
Salt askeri faaliyetlerle kendini sınırlamayan El Fetih, aslında Nasır tarafından Mısır Devletine bağlı bir aparat olarak kurulmuş olan Filistin Kurtuluş Örgütü – FKÖ’yü de devralarak bir kitle hareketine dönüştürdü. Yeni kurulan diğer sol ve seküler milliyetçi diğer silahlı direniş örgütlerinin de katılmasıyla FKÖ, merkezinde en büyük örgüt El Fetih’in durduğu Filistin direnişinin çatı örgütlenmesi haline geldi.
El Fetih, bir tür Arap Turancılığı olarak görülebilecek olan “Arap birliği” söylemlerinden uzak durarak Filistin ulusal kimliğini ön plana çıkaran ve mümkün olduğu ölçüde Arap devletlerinin vesayeti altında olmadan, bir yandan onlardan bağımsız diğer yandan onların içişlerine karışmaktan da uzak duran bir siyasi çizgi izledi. Marksist olmamakla birlikte içinde Maoist sempatizanlardan Nasırcılara kadar birçok farklı unsurun yer aldığı geniş bir milliyetçi örgüt olan ve Filistinlilerin ulusal birliği adına ayrım gözetmeksizin tüm Filistinli toplumsal sınıfları temsil etmeyi amaçlayan El Fetih, zamanla Filistin kapitalist sınıfının, Arap devletlerinde sürgünde yaşayan Filistinli orta sınıf ve entelijansiyanın desteğini arkasına aldı ve Filistin burjuvazisinin partisi haline geldi. El Fetih’in ağırlığıyla FKÖ, Körfez monarşilerinden sömürge sonrası Cezayir, Vietnam ve Küba’ya kadar uzanan bir dizi devletin desteğini kabul etti. Soğuk Savaş sırasında ABD’nin başını çektiği uluslararası emperyalizm ile Sovyetler Birliği’nin başını çektiği dünya sosyalist sistemi arasındaki mücadeleden ve Arap rejimleri arasındaki bölgesel rekabetten yararlanarak mali, askeri ve diplomatik olarak güçlenmeye çalıştı.
Günümüzde Batı Şeria’daki Filistin yönetiminin başında bulunan El Fetih, Sosyalist Enternasyonal’e üyedir ve Avrupa Birliği’ndeki sosyal demokrat partilerin oluşturduğu Avrupa Sosyalistler Partisi’nde de gözlemci parti statüsündedir.
FİLİSTİN HALK KURTULUŞ CEPHESİ
Nasırcılığın ve Arap milliyetçiliğinin krizi, 1950’li yılların başında Arap Milliyetçi Hareketi – AMH’yi kurmuş olan Corc Habaş liderliğindeki yurtseverleri milliyetçiliği sorgulamaya ve Filistin’in kurtuluşu için Arap devletlerinin müdahalelerinden başka bir çözüm yolu arayışına itti. 1964’te AHM, hareketin ve silahlı mücadelenin pratiğinin yol gösterici çizgisinin sosyalizm olması gerektiğine karar verdi ve 1966 yılında, 1948’deki Nakba neticesinde yurtlarından edilen Filistinlilerin vatan topraklarına geri dönüşünü simgeleyen “Dönüş Kahramanları” adlı ilk gerilla grubunu kurdu.
İsrail’in Batı Şeria’yı, Gazze Şeridi’ni, Golan Tepeleri’ni ve Sina Çölü’nü işgal etmesiyle sonuçlanan Altı Gün Savaşı hezimetinin ardından Marksizm’e ve gerilla savaşına yönelen grupları birleştiren Habaş ve yoldaşları, 11 Aralık 1967’de Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ni -FHKC kurdular. Ancak, FHKC kuruluşunu takip eden ilk iki yılda büyük bölünmeler yaşadı. Önce 1968’de, Suriye ordusunda eski bir subay olan Ahmed Cibril ve taraftarları, ideolojik tartışmalarla vakit yitirildiğini, esas olanın silahlı direnişin askeri örgütlenmesini güçlendirmek olduğunu savunarak örgütten ayrıldılar ve FHKC – Genel Komutanlık adıyla ayrı bir örgüt olarak yollarına devam ettiler. Bu ayrışmadan bir yıl sonra bu kez Nayif Havatme’nin liderliğini yaptığı sol kanat, Habaş’ın Suriye’den geçen Trans-Arap petrol boru hattını sabote etmekle suçlamasıyla Suriye hükümeti tarafından hapsedilmiş olduğu bir sırada, Habaş’ın sağa kaydığını ve antidemokratik bir yönetim tarzını benimsediğini ileri sürerek proleter devrimin Filistin’in kurtuluşuna giden yol olduğunu ilan eden bir konferans çağrısı yaptı ve daha sonra kısaca Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi – DHKC adıyla anılacak olan Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi’ni kurdu.
Bu ayrışmayı Lenin’in sözleriyle “sol çocukluk hastalığı” olarak niteleyen Corç Habaş liderliğindeki FHKC ise, 1969’da yayınladığı siyasi manifestoda Marksizm-Leninizm’i benimsediğini ilan etti. Bu belgede FHKC, mücadelenin amacını şu şekilde tarif ediyordu:
“Filistin kurtuluş hareketi, Yahudilere karşı saldırgan niyetleri olan bir ırk hareketi değildir. Yahudilere karşı yöneltilmemiştir. Amacı, vatanımızdaki saldırganlık, yayılma ve emperyalist çıkarlarla organik bağlantıya dayanan askeri, politik ve ekonomik bir kuruluş olan İsrail devletini yok etmektir. Dünyanın zengin kaynaklara sahip ve Afrika ve Asya ülkelerine köprübaşı sağlayan bu kesiminde Yahudilerin acılarını kendi çıkarlarının ve emperyalizmin çıkarlarının ilerlemesi için bir basamak taşı olarak kullanan, emperyalizmle bağlantılı saldırgan bir ırk hareketi olan Siyonizm’e karşıdır. Filistin kurtuluş hareketinin amacı, hem Arapların hem de Yahudilerin eşit hak ve yükümlülüklere sahip vatandaşlar olarak yaşayacağı ve dünyadaki tüm ilerleme güçleriyle barış içinde yaşayan ilerici demokratik Arap ulusal varlığının ayrılmaz bir parçası olacak demokratik bir ulusal devlet kurmaktır. İsrail, ona karşı savaşımızı, her Yahudi vatandaşı ortadan kaldırmayı ve onları denize atmayı amaçlayan bir ırk savaşı olarak göstermekte ısrar etti. Bunun ardındaki amaç, tüm Yahudileri bir ölüm kalım mücadelesi için harekete geçirmektir. Sonuç olarak, İsrail ile savaşımızdaki temel stratejik çizgi, bu yanlış tanıtımı teşhir etmeyi, sömürülen ve yanlış yönlendirilen Yahudi kitlelerine hitap etmeyi ve bu kitlelerin barış içinde yaşama konusundaki çıkarları ile Siyonist hareketin ve İsrail devletini kontrol eden güçlerin çıkarları arasındaki çatışmayı ortaya çıkarmayı hedeflemelidir. İsrail’deki faşist kliğin dünyadaki tüm ilerleme güçlerinden izole edilmesini sağlayacak olan bu stratejik çizgidir. Ayrıca, kurtuluş için silahlı mücadelenin büyümesi ve kimliğinin netleşmesiyle, bir yandan İsrail ile Siyonist hareket ve diğer yandan milyonlarca yanlış yönlendirilen ve sömürülen Yahudi arasında nesnel olarak var olan çatışmanın genişlemesini de sağlayacaktır.
Filistin kurtuluş hareketi, saldırganlık ve emperyalizm güçlerine karşı ilerici bir ulusal harekettir. Emperyalist çıkarların İsrail’in varlığıyla bağlantılı olması, İsrail’e karşı mücadelemizi emperyalizme karşı bir mücadele haline getirecek ve Filistin kurtuluş hareketinin Arap kurtuluş hareketiyle birleştirilmesi, İsrail’e karşı mücadelemizi, kurtuluş için birleşik ulusal çabalarında yüz milyon Arap’ın mücadelesi haline getirecektir. Bugün Filistin için verilen mücadele ve buna eşlik eden tüm nesnel koşullar, bu mücadeleyi, birbirine bağlı olan Arap devriminin tüm amaçlarının gerçekleştirilmesi için bir başlangıç haline getirecektir. Bu, insanlık tarihinin bu döneminde yeni-sömürgecilik ve emperyalizm tarafından temsil edilen kötülük, saldırganlık ve sömürü güçlerine karşı dünyanın geniş bir bölgesinde yüz milyon Arap tarafından başlatılan geniş ve kapsamlı bir tarihi harekettir.”
Habaş ve yoldaşları Çin, Küba ve Vietnam deneyimlerinden önemli ölçüde etkilenmişlerdi. Uzun Süreli Halk Savaşı stratejisi başta olmak üzere Maoizm’e oldukça sempati duyan Habaş, 1970 sonbaharında Pekin’i ziyaret ettiyse de Çin’den aldığı tek maddi destek, Mao’nun Küçük Kırmızı Kitabı’nın bir çanta dolusu Arapça kopyasıydı. Halbuki daha sonra gittiği Sovyetler Birliği’nden çok daha anlamlı bir yardım ve destek gördü.
Arap devletlerinin içişlerine karışmama politikasını benimseyen El Fetih’ten farklı olarak, diğer Arap ülkelerindeki siyasi mücadelelere müdahaleyi gerekli bulan ve işbirlikçi, gerici rejimlere karşı sosyalist mücadeleyi önemseyen FHKC’ye göre Filistin’i çevreleyen ülkelerdeki işçilerin ve yoksul halkların devrimci mücadeleleri Filistin devriminin zaferi için olmazsa olmazdı.
Nitekim FKÖ’nün Ürdün’deki varlığını kendi çıkarları için tehdit olarak gören Kral Hüseyin 1971 yılında, FHKC gerillalarının dünya kamuoyunun dikkatini Filistin sorununa çekmek amacıyla kaçırdıkları iki uçağı Ürdün’deki eski bir İngiliz havaalanına indirip yolcuları Amman’daki Intercontinental Oteli’ne naklettikten sonra her iki uçağı da havaya uçurmalarını bahane ederek Filistinli devrimci, yurtsever güçlere karşı saldırıya geçti.
“Kara Eylül” olarak bilinen ve yaklaşık 20.000 Filistinlinin öldüğü yoğun çatışmalardan sonra FKÖ’nün Ürdün’ü terk edip Lübnan’a yerleşmek zorunda kalması, FHKC’nin değerlendirmelerini haklı çıkardı.
Filistin devrimcileri Mao’nun uzun süreli halk savaşı stratejisini veya diğer ülkelerdeki gerilla deneyimlerinin aynen ya da benzer biçimde tatbik etmelerine imkân verecek dağlık arazilerden de sık ormanlardan da büyük ölçüde yoksundular. Bu nedenle İsrail’e komşu olan ve zaten kendileri de siyasi istikrarsızlıklar içerisinde bulunan Arap devletlerindeki mülteci kamplarını kendi üsler ve kurtarılmış bölgeleri olarak kullanıyorlardı. Ancak bu durum İsrail ordusu başta olmak üzere düşman saldırılarına karşı onları kolay birer hedef haline getirdiği gibi, bu saldırılar sonucu ortaya çıkan insani sorunlar ve yüksek sayıdaki sivil kayıplar ulusal kurtuluş hareketinin toplumsal desteği ve geleceği açısından büyük birer tehdit oluşturuyordu.
Bunun karşısında FHKC, savaşı Filistin coğrafyası dışına taşıma amacıyla uluslararası operasyonlar olarak bilinen bir dizi eylem gerçekleştirdi. Wadi Haddad’ın örgütlediği bu eylemler dünya kamuoyunda dikkatlerin Filistin direnişine çevrilmesini sağlamakta başarılı olurken, özellikle uçak kaçırma eylemlerindeki yiğitliği ve militanlığıyla öne çıkan Leyla Halid, İslami muhafazakarlığın eve hapsettiği Arap kadınlarının Filistin solu ve direnişi sayesinde nasıl önemli birer devrimci, öncü figüre dönüşebildiğinin somut örneği olarak bütün dünyada büyük saygı uyandırdı.
Kara Eylül sonrasında Lübnan’da üslenen FKÖ içerisinde FHKC de mülteci kamplarındaki kitleler arasında iyi bir örgütlülüğe sahip oldu, silahlı kanadının yanı sıra eğitim kampları, askeri akademi, parti okulu, sağlık merkezleri ve çocuk bakım evleri örgütledi, hatta şehit düşen veya yaralanan gerillaların aileleri için bir sosyal güvenlik sistemi dahi kurdu. Ancak 1970’lerin ortalarından itibaren Lübnan’da patlak veren iç savaş ve 1982’de Lübnan’ı işgal ederek mülteci kamplarında katliamlar gerçekleştiren İsrail ordusunun Filistinli yurtseverlerin farklı Arap ülkelerine zorla sürülmesine yol açması üzerine merkezini Suriye’ye taşımak zorunda kalan FHKC’nin bir daha eski askeri gücüne ve örgütlülük düzeyine ulaşması mümkün olamadı.
FİLİSTİN SOLUNUN GÜÇ YİTİRMESİ
FHKC’nin ve genel olarak Filistin solunun giderek gerilemesine yol açan gelişmeler Ürdün ve Lübnan’da yaşananlardan ibaret değildi.
1982’den itibaren, Filistin halkının direnişi intifada şeklinde yeni bir mücadele biçimine evrildi. İntifadalar, çoğunlukla hiçbir örgütün stratejik planlamasının parçası olmaksızın, kitleler tarafından işgale yanıt olarak az çok kendiliğinden gerçekleştirilen halk ayaklanmalarıydı. FKÖ ve onun çatısı altında bulunan sol örgütler bu ayaklanmaları net bir strateji altında güçlü bir örgütsel varlığa kavuşturmakta ve herhangi bir somut başarıya ulaştırmakta başarılı olamadılar.
FKÖ’nün liderliğindeki El Fetih bu dönemde neredeyse tamamen uluslararası alandaki diplomatik çabalara odaklanmış durumdaydı. Büyük bedeller ödeyerek canla başla sürdürdükleri ayaklanmalardan somut bir kazanım elde edilememesi karşısında yıpranan ve hayal kırıklığına uğrayan kitlelerin yüzlerini farklı liderlik arayışlarına doğru çevirmelerinden yararlanan Hamas başta olmak üzere İslamcı örgütler bu boşluğu doldurmak üzere inisiyatifi ellerine geçirdiler.
1990’ların başında, Sovyetler Birliği’nin öncülüğündeki dünya sosyalist sisteminin çözülüşü başta FHKC olmak üzere tüm Filistin solunu siyasi ve ideolojik olarak zayıflatıp kitle desteğini azaltırken, FKÖ’yü de askeri ve mali alanlarda büyük bir destekten yoksun bıraktı.
Ayrıca Mısır ve İsrail arasında 1978 yılında imzalanan Camp David Anlaşması, 1979’daki İran Devrimi sonrası ülkenin İslamcı bir devlete dönüştürülmesi, Körfez Savaşı, ABD’nin himayesinde 1993 yılında İsrail ile FKÖ arasında Oslo Anlaşması’nın imzalanarak bir yıl sonra Filistin Ulusal Yönetimi’nin kurulması, 2000 yılında İkinci İntifada’nın patlak vermesi, son olarak da El Fetih ile Hamas arasında yaşanan çatışmalar, Filistin’i uluslararası emperyalist güçlerin ve bölgesel güçlerin müdahalelerine ve İsrail saldırganlığına karşı gitgide kırılgan hale getirirken, Filistin solu bu büyük meydan okumalar karşısında yeni bir devrimci dinamizm ve yeni mücadele yöntemleri geliştirmek konusunda gözle görülür bir başarı yakalayamadı.
FKÖ ve İsrail Hükümeti arasındaki Oslo Anlaşmaları ile hayata geçirilen sözde barış süreci, Filistin solu içinde de tepkilere yol açtı, FHKC ve FDHKC, söz konusu anlaşmaları reddederken, anlaşmaya destek verilmesi gerektiğini savunan bir grup FDHKC’den ayrılarak Filistin Demokratik Birliği – FDB adlı ayrı bir örgüt kurdu.
Günümüzde yine sosyal demokrat El Fetih’in başını çektiği FKÖ’nün çatısı altında FHKC, FHKC-GK, FDHKC, FDB, Filistin Halk Partisi (FHP), Filistin Halk Mücadele Cephesi (FHMC) gibi sol partilerin yanı sıra Filistin Kurtuluş Cephesi, Arap Kurtuluş Cephesi, Es-Saike (Yıldırım), Filistin Arap Cephesi gibi Arap milliyetçisi veya Baasçı bazı partiler yer almaktadır.
FİLİSTİN’DE YENİ BİR SOL ÇIKIŞ UMUDU VAR MI?
Siyonist İsrail rejimi ve emperyalist destekçileri tarafından soykırıma uğratılmakta olan Filistin halkının içinden geçtiği bu çetin günlerde Filistin soluna dair adeta uzaktan ahkam keser biçimde üst perdeden bir takım değerlendirme ve eleştirilerde bulunmanın devrimci etikle bağdaşır bir yönü bulunmadığı bizce çok açık.
Bununla birlikte Filistin ulusal kurtuluş mücadelesinin asıl sahibi olan ve bu yolda büyük bedeller ödeyerek önemli devrimci değerler yaratmış olan Filistinli yoldaşlarımızın bugün karşı karşıya kaldıkları güçlüklerin kavranması ve bu güçlüklerin nasıl aşılabileceğine dair kafa yorulması, hem yakın coğrafyamızdaki devrimci dinamiklerin takip edilmesi ve desteklenmesi bakımından hem de Türk komünistlerinin sıkı sıkıya bağlı olduğu proletarya enternasyonalizmi ilkesi bakımından büyük önem arz ediyor.
Filistin solu Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra esas olarak, birincisi askeri ve mali kaynaklarının azalması, ikincisi de gerek Arap ülkelerinde gerekse dünya çapında ilerici, sol güçlerle olan ilişki ve dayanışma ağının daralması olmak üzere iki temel sorunla karşı karşıya kalmıştır. Her iki sorun, sol örgütlerin varlıklarının ve gündelik faaliyetlerinin giderek FKÖ’nün ve Oslo Anlaşması sonucunda kurulan Filistin Ulusal Yönetimi’nin (önemli bir bölümü emperyalist merkezlerden gelen hibe, teşvik vs. yardımlardan gelmekte olan) mali kaynakları ile diplomatik ilişki ağına bağımlı hale gelmesine yol açmaktadır.
Kendi bağımsız siyasi hattını inşa edemediği müddetçe solun, Filistin halkı içerisindeki toplumsal rolünün ve buna bağlı olarak da ulusal kurtuluş mücadelesindeki rolünün azalmaya devam etmesi kaçınılmaz görünmektedir. Bunun altında da, Filistin kurtuluş hareketi içerisindeki şanlı geçmişiyle tarihsel olarak en güçlü aday olarak görünen FHKC başta olmak üzere henüz hiçbir siyasi oluşumun, günümüzün sınıf mücadeleleri ile ulusal kurtuluş mücadelesini bütünleştiren güncel bir stratejiyi ortaya koyamamış olmasının yattığı anlaşılmaktadır.
Buna ilaveten, Filistin ulusal kurtuluş mücadelesinin en önemli özelliklerinden biri kuşkusuz gerek Filistin’de gerekse Arap coğrafyasında emperyalizm işbirlikçisi, gerici, kadın düşmanı İslamcı muhafazakâr rejimlerin karşısında laikliğin devrimci, sosyalist bir içerikle savunulması olmuşken, günümüzde Filistin solunun siyasi İslam’ın artan toplumsal etkisi karşısında yalpaladığı ve emekçi halkı aydınlatma görevinin hakkını vermekten uzak bir görünüm çizdiği not edilmelidir.
Filistin solu “ulusal birlik” adına Hamas başta olmak üzere siyasal İslamcı örgütlerle karşıya gelmemek için laikliği savunmaktan uzak durduğu, toplumu İslamlaştırma çabaları karşısında kadınlar ve öğrenciler başta olmak üzere emekçi halk yığınları içerisinde yeterince aktif bir mücadele yürütmediği, keza yine “ulusal birlik” adına ve FKÖ ile Filistin Ulusal Yönetimi’nin sunduğu mali kaynaklardan da yoksun kalmamak uğruna hükümet katındaki yolsuzluklara ve sermayeye karşı işçilerin, köylülerin ve yoksulların sınıf mücadelesinin bayrağını yükseltmediği müddetçe, gerilemenin önüne geçilmesi mümkün gözükmemektedir.
Sonuç olarak, dışarıdan görüldüğü kadarıyla Filistin solunun küllerinden yeniden doğmasının yolu, onun gerek Hamas’tan gerekse El Fetih’ten farkını halk kitleleri nezdinde belirgin biçimde ortaya koyan ve aynı zamanda ulusal kurtuluş mücadelesini toplumsal devrim hedefiyle bütünleştiren bağımsız bir sosyalist hattı öne çıkarmasından geçmektedir.
Bu haber en son değiştirildi 22 Eylül 2024 12:59 12:59
NNA’daki habere göre “Kurtarma ekipleri, düşman savaş uçaklarının bir konut binasını hedef aldığı ve çok…
Türkiye Komünist Hareketi Tunceli İl Örgütü ,Tunceli ve Ovacık belediyelerine kayyum atanması üzerine bir açıklama…
İçişleri Bakanlığı'ndan yapılan açıklamaya göre Tunceli Belediye Başkanı Cevdet Konak ve Ovacık Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül…
Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Rusya'nın nükleer olmayan hipersonik ekipmanlarla donatılmış bir balistik füzeyi fırlatarak, Batı'ya…
Beyaz Saray Basın Sözcüsü Jean-Pierre yaptığı açıklamada ne ABD'nin ne de Ukrayna'nın bölgedeki gerilimi arttırmada…
Eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın şikâyetiyle 11 yıl 8 ay hapis…