Hiç şaşırmadım!

"Son Nobel sahibi dostumuz (CHP danışmanlarından!) Daron Acemoğlu birçok çevreden çok ilgi çekti İlginçtir hemen hemen her yazının ruhunda belki de hafif kıskançlıkla eleştirel bir bakış vardı. İşin ilginci Daron Hoca eleştirildi de, Nobel heyetine bir çift laf dahi edilmedi. İşte buna şaşırdım, doğrusu! Ne bekleniyordu ki, Bernie Sanders gibi gayet mütevazı bir sosyal demokrat adaya akademik üslûbu aşan eleştiri geliştiren bir akademisyene değil de, Marksist bir akademisyene mi Noel verilecekti?"

Gemi bacasına kadar suya gömülmüş, güvertedekiler mehtaba bakarken geminin batışını hissetmiyorlar bile. Türkiye’de yaşananlar çok acı, fakat kapitalizmin tarihinde yaşanmış olanlara ve toplumların inanılmaz bir bigânelik içinde, akademi de dâhil tüm kurumlarıyla sistemin sürgit devamını sağladığına bakıldığında normal olarak dahi görülebilir. İlkin anlaşılamaz gibi görülebilen bu acayip durum aslında çok normal değil mi, zira kurumlar da sistemin üst-yapısı olduğuna göre herkes mesut ve mutlu olmaz mı? Federico Fellini’nin 1983 yapımı ilginç bir film vardı: “Ve Gemi Gidiyor”. Filmde, bir lüks yolcu gemisi güvertesinde insanlar ellerinde içki kadehleriyle şen şakrak vaziyette seyahatin tadına varırken, alt katta makine dairesinde sıcaktan bunalmış halde canlarından bezmiş fanilalı makinistler ve gemi gidiyor. Sistem budur; sistemin bir yerine bakarak eleştiri geliştirmek sistemi aklamaktan öte bir durum değildir. Tabii ki, eleştiri geliştirilecek, fakat ana etmen vurgulanmadan eleştiri geliştirmek, ana etmeni onaylamaktır.

Son Nobel sahibi dostumuz (CHP danışmanlarından!) Daron Acemoğlu birçok çevreden çok ilgi çekti. İlginçtir hemen hemen her yazının ruhunda belki de hafif kıskançlıkla eleştirel bir bakış vardı. İşin ilginci Daron Hoca eleştirildi de, Nobel heyetine bir çift laf dahi edilmedi. İşte buna şaşırdım, doğrusu! Ne bekleniyordu ki, Bernie Sanders gibi gayet mütevazı bir sosyal demokrat adaya akademik üslûbu aşan eleştiri geliştiren bir akademisyene değil de, Marksist bir akademisyene mi Noel verilecekti?

1976 yılında İngiltere’de Glasgow Üniversitesi’nde Adam Smith’in Milletlerin Serveti kitabının 200. yıldönümünde Profesör George Stigler “Halen sıhhatte olan ve Chicago’da yaşayan Adam Smith’den selamlar getirdim” ifadesiyle anma programına başlamış. Burjuva iktisadının kurucu babası olarak sayılan Smith’in Chicago’da ikamet ettiği ifadesi, kapitalizmin anlaşılması ve nereden nereye savrulduğunun idrak edilebilmesi açılarından fevkalade anlamlıdır. Chicago, Milton Friedman’ın mekânı, neoliberal kalkışın Walter Lippmann Kolokyumu ve Mont Pelerin toplantılarından sonraki ana teorik durağıdır. AKP’nin himmetiyle(!) 22 yıl içinde üçüncü Nobel sahibi dostumuz Profesör Daron Acemoğlu, sanırım uluslararası kriterlere göre üst düzeyli sağlık hizmetlerinin fert başına en fazla paranın harcandığı ABD’de değil de, sosyalist Küba’da ve Hindistan’da sosyalizm sisteminin uygulandığı Kerela eyaletinde uygulandığını biliyordur! Benzer şekilde, özgür eğitimi savunan Acemoğlu dostumuzun, ABD’de doktora yapan bir kişinin kendisine yeni bir yer araması gerektiğini ve bu sistemin doktora adaylarını belirli bir hizaya sokmaya yönelik olduğunu biliyordur! Acemoğlu dostumuzun bu insanlık–dışı sistemde rekabetin anlamı ve bu bağlamda ünlü Volkswagen firmasının emisyon ölçüm meselesini ya da ABD’de bir finans kuruluşunda zarar edilirken, ortaklara kâr payı dağıtıldığının çok sonra ortaya çıkmasını ve kim bilir bu bataklıkta su yüzüne çıkmamış daha nelerin cereyan ediyor olduğunu biliyordur! Peki, eğer böylesi oluşumlar biliniyor idi ise, neden oluşumların sebebine girilmez de, tam bunların tersi durumların olması gerektiği büyük deha buluşu gibi kamuoyuna yansıtılır ki? Birazcık akademik merakı olan bir insan tüm oluşan kurumların ya da oluşumuna izin verilmeyen kurumların köklerini nedensellik bağlamında irdelemeye girişmez mi?

Türkiye, Yap-İşlet-Devret ve Kamu-Özel ortaklığı gibi uygulamalarla ya da sair yollarla kendi halkı aleyhine bataklık içindeki küresel kapitalizme destek vermektedir. CHP’nin son seçimde oluşturduğu bilim heyeti mensuplarından acaba hangisi, tabii ki Acemoğlu da dâhil olarak, Türkiye siyasetine hakim kadronun ağır ağır çöken dünya kapitalizmine Türkiye’yi kapasitesi ötesinde payanda ederek gelecek nesillere uzanan borç batağına soktuğu ve bu politikaların değiştirilmesi gerektiği yönünde güçlü bir ikaz geliştirdi ki? Malum bilim heyeti acaba bu yönde Türkiye yönetimini ikaz edemediler mi, yoksa konuları hiç bu yönden düşünmediler mi? Düşünememiş olma olasılığı bence zayıf, eğer öyle ise o zaman bu zevat niçin göreve çağırıldı, diye insan düşünmeden edemiyor. Belki de bilim heyeti bu tür önerilerin bir faydası olmayacağını düşünmüştür. Çünkü geçmiş tarihte bunun örneği komşumuz Yunanistan’da yaşandı. Şöyle ki, Yunanistan’ın yaşadığı krizden çıkabilmesi için Avrupa Birliği’nden çıkması ve kendi para birimine dönmesi projesini geliştiren Profesör Yanis Varufakis öylesine baskı altında kaldı ki, Yunanistan Avrupa Birliği’nden çıkamadığı gibi, Varufakis de İngiltere’deki görevine dönmek zorunda kaldı. Şunu belirtmek istiyorum ki, Türkiye ya da Yunanistan gibi çevresel konumlu devletlerin ekonomileri münferiden ele alınamaz. Acemoğlu Hocanın yaptığı önemli yöntem hatası da bence buralarda yatıyor. Hele de küresellşeme çağında, ulus devletlerin uluslararası sermaye çıkarına hizmete koşulduğu dönemde artık ne ulusal çıkar söz konusudur, ne de burjuvazi ve sermaye aleyhine iki laf etmek olasıdır.

Bu bataklıkta Narin olayı da AKP oy potansiyelini zedeleyici niteliği nedeniyle baskılanır; hastanelerdeki yaygın çocuk skandalı da küresel sermayeye hizmetteki siyasilerin zedelenmemesi uğruna münferit suç olarak görülür/gösterilir; giderek yükselen hayat pahalılığı da piyasa olayı olarak algılanır/algılatılır; emekçilerin ve emeklilerin sıkıntıları da göz ardı edilir ve yaptıkları eylemler kimseyi korkutmaz. Peki neden? Çünkü bu olayların ve çekilen sıkıntıların hiç biri ne sistemle, ne de giderek derinleşerek belirsizleşen yaygın küresel emperyalizmle ilgili görülür. Diyelim ki, sağlık bakanı istifa etmiş ve derin bir soruşturma ile suçlular cezasını çekmiş olsun. Peki, olay çözüldü mü? Evet, çözüldü, fakat ancak geçici bir süre için! Bundan dolayıdır ki, anlık gerekli önlemlerin alınmasına önayak olalım, hatta dayatalım. Fakat asıl sorunsalı hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız. Diğer bir deyişle, bugün tüm kapıları zorlayalım, fakat nihai hedefimizi unutmayalım.
Peki, bugünden yarına büyük hedef sağlanabilir mi? Bunu bilemiyorum; Leninist düşünenler de olabilir, sistemin olgunlaşmasını beklemeyi yeğleyenler de. Fakat nihai hedefimizi net bir şekilde haykırırsak, uzun vadeli hedef olarak bilinç oluşturma yollarını açmış, kısa vadeli hedef olarak da karşıtlarınızı ve hükümeti ürküterek bugünkü payımızı yükseltmiş olabiliriz. Her iki hedef de kesinlikle avantajımıza olur. Kesin ve kararlı sol duruş emekçilerin ve genel halkın siyasi tercihlerini de olumlu etkiler. Sistem kendi korumasını, maalesef, emekçilerin kendi kuruluşları olarak gördüğü sendikalarla da kurmuştur. Meseleyi salt sendikaların TV kuramamaları ya da belirli propaganda araçlarını kullanamamaları gibi sistem baskısından ibaret göremeyiz. Burjuva bilimi içinde tedris edilen Çalışma Ekonomisi alanının da görevi burjuvaziyi korumak ve kollamaktır, aynen üniversiteler gibi sendikal yapılar da sistemin üst yapıları mesabesindedir ve bu şekliyle hareket alanları sadece sistem hudutlarıyla sınırlı değil, aynı zamanda sistem içinde yönlendiricidir de. O nedenle, sisteme karşı etkili mücadele ancak siyasi örgütler üzerinden yapılabilir. Ne var ki, burada da sistemin ahtapot kolları etkili okur ve sistem dokusu mücadeleci siyasi örgütleri parçalamada da en mahir usta olarak karşımıza çıkar. Bu mesele üzerinde kafa yormanın sistemle mücadelenin birinci adımıdır, diye düşünürüm.