İKD Genel Başkanı Umut Kuruç : Biz kadınların ne yapacağı açıktır. Sivrisineklerle savaşmak değil, bataklığı kurutmak
Kadına yönelik şiddeti tek başına biyolojik bir mesele olarak erkek saldırganlığıyla açıklamak en hafif tabirle bu şiddetin kaynağını gözden kaçırmak olur. Bugün karşı karşıya olduğumuz şiddet, onu var eden mülkiyet ve sömürü ilişkileri, sermaye politikaları ile bunlara eşlik eden gericilikten beslenmektedir.
HABER MERKEZİ
İlerici Kadınlar Derneği (İKD) Genel Başkanı Umut Kuruç Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü vesilesiyle Yurtsever Haber’in sorularını yanıtladı.
Süleyman Soylu İçişleri Bakanıyken 23 Kasım 2020’de “Erkeklere sesleniyorum, kendinize gelin yahu. Fiziksel olarak güçlü olabilirsiniz. Böyle bir ayıp olur mu? Neyi tatmin ediyorsun? Neyi ortaya koyuyorsun? Neyini sağlıyorsun? Hangi duygunu yüceltiyorsun? Ayıptır. İşin kanuni boyutu ayrıdır ama bizim toplumumuzda çocukluğumuzdan beri analarımızın söylediği söz ‘ayıptır bir daha yapma” demişti.
Konuyu “erkeklerin güç gösterisi” ne bağlayan bu cümleler kurulduktan bu yana yüzlerce kadın daha öldürüldü.
AKP iktidarı döneminde en az 7 bin 600 kadın öldürüldü, şüpheli ölümler her yıl arttı. İşsizlik ve kayıt dışı çalıştırılan kadın sayısı artarken, ücretlerdeki toplumsal cinsiyet eşitsizliği de ikiye katlandı.
Bunlara bakarak artık günlük hayatın “normal”i haline getirilen bu konu hakkında neler söylersiniz? Kadın cinayetleri sizce de erkeklerin şiddet eğilimi midir?
Öncelikle, ülkemize dayatılan rejimi ve onun temeli olan piyasacı ve gerici dönüşümü görmek gerekiyor. Burada siyasi iktidar ile birlikte bu dönüşümde payı azımsanmayacak bütün bir siyasi aktörler toplamını da görmek lazım. Son haftalarda kadın ve çocuklara yönelik şiddet haberlerine bakalım. Burada karşımıza sermaye politikaları, yoksulluk, gericilik, tarikat cemaatler, aşiretler, mafya çeteleri, laiklik ve emekçi düşmanlığı çıkıyor. Bu da kendi dilini ve “normalini” dayatıyor. Dolayısıyla, sonuçlardan değil, şiddetin kaynağından yola çıkmak, onunla mücadele etmek gerekiyor. Sürekli sayılarla konuşmak bir noktadan sonra normalleşmeyi, kanıksamayı da beraberinde getiriyor. Sayılar insan hayatı, kadınların, çocukların, gençlerin hayatı. Sayıların ötesine bakmak gerekiyor. Bugün ulaşılabilen sayılar aslında başta kadınlar ve çocuklar olmak üzere bütün toplumun üzerine çöken karanlık.
Nedir bu karanlık? Aşiret, tarikat, siyaset ortaklığıyla öldürülen Narin bu karanlık. İstanbul’da vahşice öldürülen Ayşenur ve Edirnekapı surlarında bedeni parçalanan İkbal bu karanlık. İzmir Selçuk’ta yoksulluk içerisinde yangında ölen en büyüğü beş, en küçüğü bir yaşında Fadime Nefes, Funda Peri, Aslan Miraç, Masal Işık, Aras Bulut, yoksullukla çaresiz bırakılmış anneleri Melisa Sinem Akcan bu karanlık. İş cinayetinde hayatını kaybeden çocuklardan en sonuncusu 14 yaşındaki Efe Baran Kazancı bu karanlık. Bunlar sadece son haftalardan acı ve öfkemizi büyüten örnekler. Şiddetin artışıyla da boyutlarıyla da yüzleştiriyor.
Dolayısıyla, kaynağını alay ederek “Erkeklere sesleniyorum, kendinize gelin yahu!” diyen Süleyman Soylu’dan “işsizliğin nedeni çalışan kadınlar” diyen Mehmet Şimşek’e, kadınların sahiplendirilmesi gerektiğini söyleyen HÜDA PAR’lı Aynur Sülün’den “küçüğün rızası var” diyerek çocuk istismarını savunan Bekir Bozdağ’a, kadının yüzüne vurulmadan dövülebileceğini söyleyen Diyanet’ten çocuk emeği sömürüsünün meşrulaştırma aracı olan MESEM’lerin zorunlu eğitimin bir parçası olması ve ortaokul düzeyine kadar indirileceğiyle övünürken Yusuf Tekin’e, “kadın erkek eşitliği fıtrata ters” sözleriyle madenlerdeki iş cinayetlerini “işin fıtratıyla” açıklayan en yetkili ağızlara ve onların uygulamaya yeminli olduğu sermaye-gericilik politikalarında görmek gerekir.
Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda kadına yönelik şiddeti tek başına biyolojik bir mesele olarak erkek saldırganlığıyla açıklamak en hafif tabirle bu şiddetin kaynağını gözden kaçırmak olur. Bugün karşı karşıya olduğumuz şiddet, onu var eden mülkiyet ve sömürü ilişkileri, sermaye politikaları ile bunlara eşlik eden gericilikten beslenmektedir.
Ülkemizde kadınlara ev içi geleneksel rollerine dönmeleri vaz ediliyor. Bugün 12 milyondan fazla kadın ev içi roller nedeniyle üretim sürecine dâhil edilmiyor, “ev kadını” olarak tanımlanıyor. Bu tanım nasıl değerlendirmelidir? Kadın’ı ikinci sınıf gören dinci bakış açısına karşı mücadele hangi kapsamda ele alınmalıdır?
Öncelikle, kadının yurttaş olarak değil, ancak aile içerisinde var olabilecek ikincil bir varlık olması dayatılıyor. Bu çok açık. Siyasi iktidarın en yetkili ağızlarından Diyanet İşleri Başkanlığına, Milli Eğitim Bakanlığı ve onun “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli Müfredatına”, Aile Sosyal Hizmetler Bakanlığından, mecliste yer alan birçok siyasi unsura kadar söylemde ve eylemde ortaklığı görüyoruz. Aile üzerinden bir kuruluş hedefleniyor. Toplum değil ümmet hedefleniyor, çok açık. Tarikat ve cemaatlerin mürit devşirdiği, sermayeye köle üreten ve yurttaşlar topluluğu değil ümmet olacak, tebaa olacak bir kitle hedefleniyor. Bunun için de aile, ailede de esas olarak kadınlar hedef alınıyor. Yani sermayeye ucuz işçi olacak kuşaklar, bunun telkin edilmesi. Kadının sadece aile içinde bir varlık olarak tanımlanması. Sermaye politikalarının toplum tarafından kabullenilmesi de için laikliğin tasfiye edilmesi gerekiyor. Burada ikna edilecek ilk toplumsal kesim kadınlar. Kadının aile içinde tanımlanması, buna itaat etmesi, bunu kabul etmesi. Böylece sermayenin bütün maliyetlerinden aileye, aile içinde kadına yıkarak kurtulması. Yani hakların değil fıtratın ve sosyal yardım adı altında sadakanın egemenliği…
İmamlara nikâh yetkisi veriliyor, kadına yönelik şiddette cezasızlık sürüyor, kadın katilleri, çocuk istismarcıları yargı paketleriyle serbest bırakılıyor. Çocuğun cinsel istismarına af getiriliyor. Bunlar da milli manevi değerler ve ailenin dokunulmazlığı ile toplumsal alanda meşrulaştırılmaya çalışılıyor.
Aile Sosyal Hizmetler Bakanı geçen yıl “Kadınların ev ve iş hayatı arasında bir tercih yapmak durumunda kalmaması için esnek ve uzaktan çalışma modeli, hibrit çalışma modeli ve mahalle tipi kreşler üzerinde çalışıyoruz.” sözlerini hatırlayalım. Kadın çalışma yaşamının dışında aile içine hapsedilerek ucuz ve maliyetsiz iş gücü olacak. Bu strateji belgesi bunu da hedefliyor. Toplumun bir yurttaşlar topluluğu olarak toplumsal haklarına sahip olma bilincinin ortadan kaldırılması hedefleniyor. Sosyal güvenlik sistemi bir yük olarak tarif ediliyor metinde mesela. Ücretsiz kreşlerin yerini açıktır ki Kur’an kursları ile tarikat ve cemaatlerin sıbyan mektepleri ve benzeri uzantıları alacak. Bugün zaten bu uygulamaları yaygınlaştırıyorlar. Yine aynı Bakanlığın yayınladığı “Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Vizyon Belgesi ve Eylem Planı”na bakın. Belgede yer alan Bakan Göktaş’ın sunumundan bir paragraf paylaşalım: “On İkinci Kalkınma Planında belirtildiği gibi “Kadın ve erkeğin evlilik bağıyla kurulan, milli ve manevi değerlerin taşıyıcısı olan ailenin her türlü zararlı eğilimden korunması, sağlıklı nesillerin yetişmesi, dinamik nüfus yapısının ve kalkınmanın istikrarlı bir biçimde sürdürülmesini teminen aile kurumunun güçlendirilmesi” çalışmalarımızın temel amacını oluşturmaktadır.”
Bu zihniyet elbette kadını aileye, aileyi de kutsallaştırarak sermaye düzeninin en temel birimi olarak gericilik üzerinden piyasa ilişkilerine bağlamayı hedefliyor. Ev kadını sermaye düzeninin kavramsallaştırmasıdır. Gericilikle meşrulaştırılır. Çalışmaktan umudunu kaybetmiş kadınlar için, sermayenin maliyetlerini üzerine alacak, ona yeni köleler doğuracak, bakacak, büyütecek, bunu da “ev kadını” olarak yapacak kadınlar… Yani toplumsal haklarının peşinde koşmaktan vazgeçmiş, bunları unutmuş kadınlar.
Oysa kadınlar, toplumsal yaşamın, çalışma hayatının eşit bileşenleri olduklarını, toplumu değiştirme iradesinin en güçlü taşıyıcısı olduklarını hatırlamalıdır. Mücadelenin odak noktası bu olmalıdır. O zaman bakalım kim durdurabilir mücadeleyi? Durdurulamaz olduğu tarihsel verilerle ortadadır.
Son olarak 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü kapsamında neler söylersiniz?
Şunu vurgulamak isterim: “Yeni anayasa” dayatmasıyla birlikte Medeni Kanunu hedef alan girişimler, eğitimdeki gerici ve piyasacı kuşatma, tarikat ve cemaatlerin artan ekonomik, siyasi, toplumsal gücü ve “işsizliğin nedeni çalışan kadınlar” sözleriyle hatırlanan ekonomi politikalarının yürütücüsü de göz önünde bulundurulduğunda kadın ve çocuklara yönelik şiddet ve istismarın kaynağı ortaya çıkmaktadır. Karşı karşıya olduğumuz, sermaye politikalarının mutlaklığını dayatan piyasacı ve gerici dönüşümdür. Ülkemizin siyaseti, kurumları, eğitimi, toplumsal ilişkileri ile tam boy sermaye politikalarına teslimiyeti için laikliğin tasfiyesi şarttır. Bunun için yurttaş değil tebaa, hak değil sosyal yardım, eşitlik değil fıtrat olmalıdır.
Düşmanlığın, büyük siyasi ve toplumsal dönüşümlere imza atan kadınlara yönelik olması şaşırtıcı değildir. Toprağına, zeytinine, ormanına, doğal kaynaklarına, haklarına, yaşamına, geleceğine sahip çıkan kadın sermayenin ve gericiliğin en büyük korkusudur. Bu, kadınların o büyük dönüştürücü gücünden ve çocukların geleceğin aydınlık kuşakları olmasından duyulan korkudur. O nedenle, teslim alınmalı, iradesi kırılmalıdır. Şiddetin kaynağında yatan budur. Biz kadınların ne yapacağı ise açıktır: Sivrisineklerle savaşmak değil, bataklığı kurutmak…
25 Kasım’ın tarihi de aslında budur. Dominik’te faşist diktatör Rafael Trujillo’nun düzenine karşı Mirabel kardeşler, eşleriyle birlikte öncüsü oldukları Clandestina Hareketiyle ülkelerinin özgürlüğü, çocuklarının geleceği için yürüttükleri siyasal mücadelede 25 Kasım 1960’ta katledildiler. Kardeşlerden Patria Mercedes Mirabel’in “Çocuklarımızın, bu yoz ve zalim sistemde yetişmesine izin vermeyeceğiz. Bu sisteme karşı savaşmak zorundayız. Ben kendi adıma her şeyimi vermeye hazırım; gerekirse hayatımı da.” sözleri bugün dayatılan rejim karşısında 25 Kasım için söylenecekleri özetler nitelikte hala geçerli.