İkinci Trump döneminde ABD dış politikasında radikal bir değişim beklentisi gerçekçi mi?

İkinci Trump döneminde ABD dış politikasında radikal bir değişim beklentisi gerçekçi mi?

18-11-2024 14:21

Donald Trump’ın tıpkı ilk başkanlık döneminde olduğu gibi ABD dış politikasına tekelci sermayenin çıkarlarının çizdiği sınırlar ve askeri-sınaî kompleksin militarist emelleri dahilinde kendi özgün damgasını vuracağı tartışmasızdır.

Afşin Burak Umar

Ana akım Türk medyasında ikinci kez Amerika Birleşik Devletleri başkanı seçilen Donald Trump’ın izleyeceği dış politikaya dair ilginç bir iyimserlik hâkim görünüyor. Geleneksel olarak Demokratların dış politikada daha saldırgan ve yayılmacı politikalar izledikleri, Cumhuriyetçilerin ise daha çok ABD iç siyasetine dair gündemlere odaklandıkları şeklinde özetlenebilecek bir ezbere dayanan bu iyimser değerlendirmelere bakılacak olursa Trump’ın yeniden seçilmesi, bir süredir ciddi ciddi tartışılmakta olan Üçüncü Dünya Savaşı’nın yakın bir olasılık olmaktan çıkması ve Türkiye’nin de önünde yeni ve büyük fırsat pencereleri açılması anlamına gelmekteymiş.

Bu beklentilerin gerçekçi olup olmadığını tarihsel olgular ışığında sorgularken öncelikle, bir siyasi figür olarak ABD Başkanının devlet yönetiminde ne ölçüde gerçek bir özne sayılabileceği, daha açık bir deyişle ülkeyi gerçekte yönetenin kim veya kimler olduğu sorusu yanıtlanmalı.

ABD’Yİ GERÇEKTE BAŞKAN MI YÖNETİR?

Bunun en kestirme cevabı şüphesiz net bir “hayır”. Bununla birlikte Amerika’yı gerçekte kim yönetiyor sorusunun Masonlar, Yahudiler, Tapınak Şövalyeleri, İlluminati, hatta uzaylılar etrafında dönen popüler komplo teorilerinin üzerine büyük bir iştahla atlayanların heveslerini kursaklarında bırakacak kadar sıkıcı ve yalın bir cevabı var: Diğer tüm gelişmiş kapitalist ülkelerde olduğu gibi ABD’de de mekânın gerçek sahibi, yani devletin ve düzenin yegâne efendisi; “soyguncu baronlar”, “müesses nizam” (establishment), “Wall Street”, “% 1” vb. ne şekilde adlandırılırsa adlandırılsın, tekelci büyük sermayeden başkası değil.

ABD siyasi dengelerinin gelir ve servet bakımından en varlıklı ve dolayısıyla da en fazla siyasi nüfuza sahip %1’lik kesim tarafından belirlendiği ve belki bu kesimin de ilk onda birlik kısmını oluşturan çok küçük bir süper varlıklı azınlığın lobicilik, kamuoyu kanaatini şekillendirme (opinion shaping), seçim kampanyalarının finansmanı ve başta yüksek yargı olmak üzere anayasal kurumlara seçilecek kişileri belirlemek gibi yöntemlerle siyasetin komuta kademelerine hâkim olduğu, dolayısıyla ABD’nin adlı adınca oligarşik bir ülke olduğu, bugün Amerikan akademik yazınında dahi açıkça kabul edilen ve üzerinden “oligarşi ile demokrasinin aslında çelişmediği” (!) türünden tezler üretilmeye çalışan bir gerçeklik.[1]

Öte yandan, ABD tekelci sermayesinin ve onun kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirdiği toplumsal düzenin, tarihsel birtakım özgünlükleri bulunduğu da açık. Özellikle II. Dünya Savaşı, bu özgünlüklerin anlaşılması bakımından en önemli tarihsel dönemeç noktalarından biridir. 1929 Büyük Buhranı sonrası çöküntü içerisindeki ABD kapitalizmi, ekonomik toparlanmasını bilhassa II. Dünya Savaşı’ndaki militarist seferberlik ve savaş ekonomisi sayesinde gerçekleştirebilmişti. Savaş sonrasında emperyalizmin liderliğini Britanya’dan devralan ABD’nin tekelci sermayesinin bu tecrübeler ışığında yaptığı çıkarım ise, kapitalist çelişkilerin kaçınılmaz kıldığı ekonomik krizlere karşı koymak ve bir daha Büyük Buhran gibi sistemi köklerinden sarsacak derecede yıkıcı bunalımlarla karşılaşmamak için, “savaş ekonomisinin kalıcı hale getirilmesi gerektiği” olmuştu.

Başkan Eisenhower’in 1961 yılındaki son ulusa sesleniş konuşmasında askerî-sınaî kompleks olarak adlandırdığı ve “hükümet kurumları içinde kanunî dayanağı olmayan etkilerine izin verilmesi halinde oluşacak yeni güç dengesinin felakete yol açacağı” uyarısında bulunma mecburiyetini hissettiği olgu işte bu şekilde ortaya çıktı.

Bu nedenle ABD dış siyasetinin salt ABD başkanının öznel tercih ve eğilimleri doğrultusunda keyfince belirleyebileceği bir alan olmaktan çok; dev sanayi şirketlerinin ve finans kurumlarının üst düzey yöneticilerinden, askeri liderlerden, başkanın da içinde yer aldığı hükümet yetkililerinden, istihbarat örgütlerinin yöneticilerinden ve diğer üst düzey bürokratlardan oluşan bir askeri-sınaî kompleks tarafından kapitalist tekellerin çıkarları ve yayılmacı emelleri doğrultusunda şekillendirilen bir alan olduğu gerçeğini en başa yazmak önemli.

Bunun doğal sonucu ABD’nin, başkanın kim olduğundan bağımsız bir dizi dış politika sabiti bulunmasıdır ki, en iyi bilinen örneklerinden biri Başkan Carter döneminden beri Basra Körfezi bölgesinin ABD’nin “yaşamsal çıkar” alanı olarak ilan edilmiş olmasıdır. Buna göre bir dış güç tarafından Basra Körfezi bölgesinin denetimini ele geçirmeye yönelik herhangi bir girişim, ABD’nin yaşamsal çıkarlarına karşı bir saldırı olarak kabul edilecek ve böyle bir tecavüz, askeri güç de dâhil olmak üzere, “gerekli her türlü araç” kullanılarak geri püskürtülecektir. Bu konuda ayrıca verilmiş bir başkanlık emri uyarınca “gerekli her türlü araç” kapsamına Körfez’de taktik nükleer silahların kullanılması da girmektedir.

Tekelci sermayenin yeryüzünün her yerine elini kolunu sallayarak serbestçe girebilmesi, bütün dünyada piyasaların mümkün olan en denetimsiz biçimde işlemesinin sağlanması, kamu mülkiyetinin tasfiye edilerek özel mülkiyetin geliştirilmesi, özel sektör lehine kapitalist piyasa kurallarına dayalı düzenlemelerin her yerde en liberal biçimde hayata geçirilmesi, emeğin sıkı denetim altında tutulması, emperyalist yağma önündeki bütün engellerin gerekirse şiddet yoluyla bertaraf edilmesi, Amerikan hegemonyasının dünyanın her noktasına katı bir disiplinle dayatılıp ülkelerin egemenlik ve bağımsızlığının sınırlandırılması, başkanın kim ve hangi partiden olduğundan bağımsız olarak ABD dış siyasetinin II. Dünya Savaşı’ndan bu yana değişmeyen, sabit hedef ve yönelimlerini oluşturmaktadır.[2]

Keza geçmişte Sovyetler Birliği’nin başını çektiği dünya sosyalist sistemine karşı izlenen uzun süreli kuşatma, boğma, içten çürütme, tecrit, iç çelişkilerini kışkırtma, doğal gelişimini engelleme, askeri/ekonomik/politik baskılarla bunaltma stratejisi, bugün Çin Halk Cumhuriyeti, Küba, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti gibi sosyalist yönelimli ülkeler başta olmak üzere, Rusya, Suriye, İran gibi ABD emperyalizminin hegemonyasına ve temsil ettiği ideolojiye tehdit oluşturan her ülkeye karşı uygulanmaya devam edilmektedir.

BAŞKAN’IN KİM OLDUĞUNUN HİÇ ÖNEMİ YOK MU?

Tekelci sermayenin ve askeri-sınaî kompleksin belirleyiciliğinin altını kalınca çizmek uğruna çubuğu bu yöne haddinden fazla bükmek, öznel iradeye neredeyse hiç alan tanımayan ultra-yapısalcı, dolayısıyla da hatalı birtakım çıkarımlara kapı aralayacaktır. Kaldı ki ABD siyasi arenası her ne kadar birbirlerinin neredeyse kopyası ve her ikisi de apaçık biçimde kapitalist ve emperyalist siyasi örgütlenmeler olan iki partinin tahterevallide oynadığı bir görünüm arz ediyorsa da Demokrat ve Cumhuriyetçi partiler arasında ideoloji, siyaset, seçmen tabanı ve benzeri konularda hiçbir fark bulunmadığı düşüncesi de doğru değildir.

Dolayısıyla palyaçoluk derecesinde eksantrik hareketleri, fevri kararları, kaba, nobran ve hatta küfürbaz konuşmaları ile Donald Trump’ın tıpkı ilk başkanlık döneminde olduğu gibi ABD dış politikasına tekelci sermayenin çıkarlarının çizdiği sınırlar ve askeri-sınaî kompleksin militarist emelleri dahilinde kendi özgün damgasını vuracağı tartışmasızdır.

Öte yandan, öngörülemez tavırları nedeniyle Trump’ın başkanlığının aslında ABD müesses nizamı nezdinde bir “anomali” ve alışılmadık birtakım rastlantıların eseri olarak görüldüğü iddiası da gerçeklerden oldukça uzaktır. Bugünkü ABD devlet yönetimi anlayışının temelinde 19. yüzyıl sonlarında ortaya atılan “siyaset ve yönetimin ayrıştırılması” düşüncesi yer almakta, “kamu yönetiminin özel sektör şirketlerinin yönetilmesi gibi idare edilmesinin en kârlı ve elverişli yöntem olacağı, devleti özel bir şirket gibi yönetmenin ve özelleştirilebilecek her şeyin özelleştirilmesinin iyi kamu yönetimi olduğu, özel sektör şirketleri tarafından sağlanacak yönetim esnekliğinin verimliliğin artması için gerekli olduğu” ileri sürülmekte ve devlet aygıtı da tıpkı büyük bir özel şirket şeklinde yönetilmektedir.[3]

Topluma hizmet ve sosyal eşitliğin sağlanması hiçbir dönemde ABD’de anayasal bir öncelik olmamıştır. Nitekim 1800’lerin sonlarında, arka arkaya olmayan iki dönem (22. ve 24.) görev yapan ilk ABD başkanı (ikincisi Donald Trump oldu) olan S. Grover Cleveland ABD devletinin yoksul insanları desteklemek gibi bir vazifesinin olmadığını -bugün gayet Trumpvari görülebilecek şekilde- şöyle ifade etmişti: “Vatandaşlar devleti vatansever duygularla, coşkulu bir şekilde desteklemelidir, ama halkı desteklemek devletin görevleri arasında yer almamaktadır.”[4] Sonuç olarak, holding gibi yönetilen bir devletin başına Trump gibi gözünü kazanç hırsı bürümüş bir holding patronunun geçmesi ABD müesses nizamı açısından bir anomali değil olsa olsa bir tercih sebebi olabilir.

TRUMP’IN YAPTIKLARI YAPACAKLARININ TEMİNATIDIR

Seçim zaferi konuşmasında: “Biliyorsunuz, hiç savaşımız olmadı. Dört yıl boyunca, IŞİD’i yenmek dışında hiçbir savaşımız olmadı. IŞİD’i rekor hızda yendik ama hiç savaşımız olmadı. Savaş başlatacağımı söylediler. Ben savaş başlatmayacağım. Savaşları durduracağım. Bu, demokrasi ve özgürlük için de büyük bir zaferdir. Birlikte Amerika’nın şanlı kaderinin kilidini açacağız ve halkımız için en mükemmel geleceği inşa edeceğiz.” şeklinde açıklamalarda bulunan Donald Trump’ın ikinci başkanlık döneminde dünya genelinde tansiyonun düşmesi için çaba sarf edeceği, ülkenin iç sorunlarına odaklanacağı, ABD’nin kendi kıtasına çekileceği, Üçüncü Dünya savaşı olasılığının ortadan kalktığı, Türkiye’nin önünde yeni ve büyük fırsat pencereleri açıldığı türünden beklentiler içerisinde olanları bizzat Trump’ın ilk başkanlık dönemindeki icraatı yalanlamaktadır

Hatırlanacağı üzere Trump önceki başkanlık döneminde:

  • Orta Doğu’daki ölümcül insansız hava aracı saldırılarında Obama’yı geride bıraktı.
  • Suudi Arabistan’ın Yemen’de kitlesel ölümlere, hastalıklara ve yoksulluğa yol açan askeri müdahalelerine ABD’nin askeri ve finansal desteğini büyük bir hevesle sürdürdü.
  • Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ni nükleer silah programını askıya almaması halinde “dünyanın hiç görmediği bir ateş ve öfkeyle” vurmakla tehdit etti.
  • W76-2 adlı yeni ve son derece provokatif bir nükleer füzenin üretilmesi ve konuşlandırılması emrini verdi.
  • Nükleer Test Yasağı Anlaşmasını ihlal etmeye çalıştı.
  • Venezuela’nın ve Bolivya’nın demokratik olarak seçilmiş sosyalist hükümetlerine karşı kapitalist ve faşist darbe girişimlerini destekledi ve Venezuela’ya uyguladığı acımasız ekonomik yaptırımlar neticesinde en az 40.000 insanın ölümüne neden oldu.
  • ABD’yi Obama döneminde İran’la imzalanan nükleer anlaşmasından çekerek İran’a acımasız ekonomik ve tıbbi yaptırımlar uyguladı, Mayıs 2019’da “İran’ın resmi olarak sonunu getirme” tehdidinde bulundu, uluslararası hukuku ihlal ederek Irak’ın egemen topraklarında suikast düzenleterek İranlı Tümgeneral Kasım Süleymani’yi öldürttü.
  • Sosyalist Küba ile yeniden yakınlaşma çabalarını geri çevirdi.
  • Irak ve Afganistan’da sivilleri sadistçe öldüren savaş suçlularını destekledi ve affetti.
  • ABD’nin İsrail’deki büyükelçiliğini Tel-Aviv’den Kudüs’e taşıma provokasyonuna imza atarak Filistin halkına açık bir saldırıda bulundu.[5]

Türkiye’nin önünde yeni ve büyük fırsat pencereleri açacağı iddia edilen, AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın tabiriyle “dostum” Trump’ın birinci döneminde Türkiye ile olan ilişkilerindeki manzara da pek parlak sayılmaz.

  • Türkiye’de casusluk suçlamasıyla tutuklanan ABD vatandaşı Rahip Brunson’ın serbest bırakılmaması halinde yaptırım uygulamakla tehdit etti.
  • Baskılar karşısında pes eden işbirlikçi AKP hükümeti Brunson’ı serbest bıraktığında teşekkür kisvesi altında Türk hukuk sistemiyle dalga geçti.
  • Türkiye, Rusya’dan S-400 Hava Savunma Sistemi’ni satın aldığı sırada Savunma Bakan Vekili aracılığıyla gönderdiği mektupta ABD’nin uygulayacağı yaptırımları sıralayarak ağır tehditler savurdu.
  • 9 Ekim 2018’de Suriye sınırında başlatılan Barış Pınarı Harekâtı üzerine AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a “Sert adamı oynama. Aptallık etme! Seni sonra arayacağım.” şeklinde ifadeler içeren bir mektup gönderdi ve ekine Türkiye’nin terör örgütü kabul ettiği Suriye Demokratik Güçleri’nin Komutanı Mazlum Kobani’nin mektubunu iliştirdi. Twitter paylaşımında da, “Türkiye kuralına göre oynamazsa, çok sert yaptırımlarla onları vururum. Yakından izliyorum” ifadelerine yer verdi.
  • Türkiye’nin Rusya’dan aldığı S-400 sistemi gerekçesiyle, 14 Aralık 2020’de CAATSA yaptırımını onayladı. O günden bu yana Türkiye satın alıp parasını da ödemiş olduğu halde S-400’leri aktif duruma getiremedi.
  • Trump döneminde yaşanan gerilimler emperyalizme bağımlı Türkiye kapitalizmini ağır bir döviz kuru krizine soktu, krizin faturasını her zamanki gibi emekçi halka ödeten sermaye sınıfı ülkemizi ve halkımızı gitgide derinleşen bir yoksulluğa mahkûm etti.

SONUÇ YERİNE: TARİHİN EN TEHLİKELİ SUÇLUSU YENİDEN İŞ BAŞINDA

Eski ABD Başkanı Jimmy Carter’ın belirttiği gibi, ABD dünya tarihinin açık ara en savaşçı ülkesidir. ABD 1776-2019 yılları arasında küresel çapta yaklaşık 400 askeri müdahalede bulunmuştur. Günümüzde Orta Doğu ve Kuzey Afrika ile Sahra altı Afrika’daki askeri müdahalelerini giderek arttırmakta olan ABD yıllık silahlanma harcamalarıyla, dünya askeri harcamalarının yarıdan fazlasını tek başına gerçekleştirmektedir.  Denizaşırı ülkelerde yaklaşık 800 askeri üssü ve 159 ülkede konuşlanmış 173.000 üzerinde askeri bulunan ABD’nin 831.781 milyar dolarlık 2024 yılı savunma bütçesi, büyük askeri güçler arasında sayılan Çin’in savunma bütçesinin 3,5 katından, Rusya’nın ise 7,5 katından fazladır.[6]

Dünyanın işte bu en büyük ve saldırgan emperyalist gücünün başına, önceki icraatının küçük bir kısmını yukarıda sıraladığımız ırkçı, faşist ve megaloman Donald Trump ikinci kez geçmiş bulunuyor.

Trump’ın, Rusya-Ukrayna savaşının dondurulması için Ukrayna’nın 20 yıl boyunca NATO’ya katılmaması ve toprak tavizi vermesi kaydıyla bu ülkeye ekonomik ve askeri desteği sürdürme vaadinde bulunduğu ileri sürülüyor. Ancak maksadının hiç de seçim zaferi konuşmasında atıp tuttuğu gibi dünyaya barış getirmek olmadığını bilmek için müneccim olmaya lüzum yok. Nitekim danışmanlarından birinin açıklaması asıl niyetinin hesabı Avrupa Birliği’ne ödetmek olduğunu açıkça ortaya koyuyor: “Ordularını eğitebilir ve başka destek sağlayabiliriz ama bu desteğin öncelikli olarak Avrupa ülkelerinden gelmesini bekliyoruz. Ukrayna’da barışı tesis etmek için Amerikalı askerleri göndermeyeceğiz ve bunun finansmanını üstlenmeyeceğiz. Bu görevi Polonya, Almanya, İngiltere ve Fransa’dan üstlenmelerini isteyin.”[7]

Öte yandan Trump’ın tıpkı önceki başkanlık döneminde olduğu gibi Çin ile ticaret savaşlarına girişeceğine, gümrük tarifelerini yükselterek Avrupa Birliği ülkeleriyle de ekonomik rekabeti kızıştıracağına, İsrail’e olan kayıtsız şartsız desteğini sürdüreceğine, Suriye ve İran karşıtı provokasyonlarına devam edeceğine kesin gözüyle bakılmalı.

Trump döneminde ABD emperyalizmi demokrasi, özgürlük ve insan haklarını teşvik etme kisvesi altında dünyanın dört yanında savaş çıkarmaya, renkli devrimler organize etmeye, kendisine biat etmeyen devletlere ekonomik ve askeri baskı uygulamaya kuşkusuz devam edecektir. En az bunlar kadar önemli fakat olası sonuçları bakımından daha katastrofik olan ise; geçmişte ABD’yi iklim değişikliğiyle ilgili Paris Anlaşması’ndan çıkarmakla ve petrol ve gaz sondajına ilişkin kısıtlamaları kaldırmakla ne kadar doğru bir iş yaptığını iddia edip duran Trump’ın ABD kapitalistlerinin rekabet gücünü artırmak için enerji politikasını yeniden fosil yakıtlara doğru çevireceğini ısrarla vurgulaması ve dünyadaki bütün canlıların geleceğini tehdit eden eko-kırım siyasetini sürdüreceğini alenen ilan etmesidir.

Noam Chomsky’nin ifadesiyle Trump’ı “insanlık tarihinin en tehlikeli suçlusu” kılan da budur: “Tartışmaya açık olan şey, onun gerçekten de insanlık tarihinin en tehlikeli suçlusu olup olmadığıdır (ki benim kişisel görüşüm budur). Hitler belki de bu unvan için en önde gelen adaydı. Onun amacı Almanların yönettiği dünyayı Yahudilerden, Romanlardan, eşcinsellerden ve diğer “sapkınlardan” ve on milyonlarca Slav “Untermenschen”den temizlemekti. Ancak Hitler, hiç de uzak olmayan bir gelecekte dünya üzerindeki örgütlü insan yaşamı olasılığını (milyonlarca diğer türle birlikte) yok etmeye kendini tutkuyla adamamıştı.”[8]

[1] WINTERS, Jeffrey A. / PAGE, Benjamin I., Oligarchy in the United States?, Perspectives on Politics, C.7, S.4, 2009, ss.731-751.

[2] GERGER, Haluk, Kan Tadı – Belgelerle ABD’nin Kara Kitabı, 5. Baskı, Yordam Yayıncılık, İstanbul, 2012, s.205.

[3] UZ, Bilge, Amerika Birleşik Devletleri’nin Yönetim Yapısı, Seçkin Yayıncılık, Ankara ,2022, ss.77-78.

[4] DAVISON, James West, Kısa Amerika Birleşik Devletleri Tarihi, Çev. Can Evren Topaktaş, Say Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2018, s.286.

[5] STREET, Paul, This Happened Here: Amerikaners, neoliberals, and the Trumping of America, Routledge, 2022.

[6] https://www.globalfirepower.com/defense-spending-budget.php [Son Erişim: 09.11.2024].

[7] https://harici.com.tr/trumpin-ukrayna-plani-nato-uyeliginden-vazgecis-ve-askerden-arindirilmis-bolge/?amp=1 [Son Erişim: 12.11.2024].

[8]https://truthout.org/articles/noam-chomsky-sanders-threatens-the-establishment-by-inspiring-popular-movements/ [Son Erişim: 12.11.2024].