Gazetecilerle savaşanlar
Basın özgürlüğü, haber alma hakkı gibi süslü söylemlerin yer aldığı resmi mesajları okuyunca insan, demokratik bir ülkede yaşıyormuş duygusuna kapılıyor (!)
Dünya genelinde saldırgan devletlerin ve otoriter rejimlerin zulmü altında ölen, yaralanan, kaybolan ya da tutsak edilen çok sayıda gazeteci var. New York merkezli Gazetecileri Koruma Kurulu (CPJ), 7 Ekim-19 Ocak dönemini kapsayan araştırmasında İsrail’in Gazze Şeridi’nde 83 gazeteci ve medya çalışanının öldüğünü, 16 yaralı, 3 kayıp ve 25 tutuklu gazeteci olduğunu duyurdu. Ölen gazetecilerden 76’sının Filistinli, 4’ünün İsrailli ve 3’ünün de Lübnanlı olduğu belirtiliyor. Ayrıca CPJ, çok sayıda gazeteciye ilişkin ölüm, yaralama, gözaltı ve tehdit ihbarlarını değerlendirdiğini söylüyor. İhbarlar doğrulandıkça güncel veriler kuruluşun web sitesinde paylaşılıyor[1].
Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütü de, benzer şekilde, İsrail’in çatışma ortamlarında gazetecilerin korunmasına dair BM Güvenlik Konseyi’nin kararına uymayarak uluslararası hukuku çiğnediğini öne sürüyor ve BM’nin harekete geçmesi gerektiğini vurguluyor. BM ise yaptırım gücü sınırlı olduğu için ateşkes çağrısıyla yetinmek zorunda kalıyor. Hatta Genel Sekreter Antonio Guterres 7 Ekim’den bu yana süren saldırılarda BM çalışanı152 kişinin yaşamını yitirdiğini söyleyerek hukuk dışı fiili durum karşısındaki çaresizliğini yansıtıyor. CPJ ve RSF’nin yanı sıra bazı insan hakları örgütleri de ABD Başkanı Biden’a mektup yazarak bölgede görev yapan gazetecilerin can güvenliğinin sağlanmasını istemiş. Bu kuruluşların zalimin insafına sığınmak zorunda kalması, yaşanan çaresizliği apaçık gözler önüne seriyor…
Gazze’deki gazeteciler, İsrail’ in kara saldırılarına ilişkin haber vermeye çalışırken hava saldırıları nedeniyle oluşan elektrik kesintilerinden ve iletişimdeki aksamalardan olumsuz etkileniyor. Saldırılarda gazetecilerin çalışma ofisleri hedef alındığı için malzeme sıkıntısı baş gösteriyor. İsrail, sahadaki basın mensuplarını engelleyerek Filistin halkına uygulanan sistematik şiddeti gizlemeye çalışıyor. Dünya kamuoyuna saldırıların meşru ve haklı olduğu yönünde propaganda yapıyor. Gerçekte etkili propaganda için yeterli donanıma sahip olan egemen devletler, dezenformasyon tekelini elinde tutuyor. Yani çıkarları doğrultusunda kamuoyuna verdikleri yalan ya da yanıltıcı bilginin doğru olarak kabul edilmesini sağlıyor. Dolayısıyla İsrail Hükümeti de sahadan haber yapan gerçek gazeteciler yerine kendisi için çalışan iliştirilmiş (embedded) gazetecileri gözetip destekliyor. Tıpkı ABD’nin 2. Irak harekatında yaptığı gibi… O günlerde savaşı ekranlardan izleyenler iki tür gazeteciliğe tanık olmuştu: Bir yanda hava saldırısı alarmı verildiğinde halkla beraber sığınaklara koşan gerçek gazeteciler vardı; diğer yanda ise karada ilerleyen ABD tanklarının üzerine çıkıp çekim yapan iliştirilmiş gazeteciler. Yani güçlünün yanında olmanın konforunu onurlu gazetecilik yapmaya yeğleyenler!
Hususi damgalı gazeteciler
Türkiye’de kutlanan 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü için yayımlanan mesajların çoğunda İsrail’in gazetecilere yönelik hukuk dışı tavrı vurgulandı. Örneğin tek adam rejiminin propagandasını tek merkezden yönetip denetleyen İletişim Başkanı, mesajında Gazze saldırılarında can veren gazeteciler için rahmet diledi. Ayrıca doğruluktan, adaletten ve objektiflikten ödün vermeyen tüm gazetecilerin ve basın mensuplarının gününü kutladı. Basın özgürlüğü, haber alma hakkı gibi süslü söylemlerin yer aldığı bu mesajı okuyunca insan demokratik bir ülkede yaşıyormuş duygusuna kapılabilir. Yani ulusal medyanın yüzde 90’ının iktidarın denetiminde bulunduğunu, geri kalanın da dezenformasyon yasasıyla zapturapt altına alınmaya çalışıldığını unutabilir. Ne var ki iktidar sahiplerinin sözünün başka, özünün başka olduğunu artık iyi biliyoruz.
Bugünlerde basın kartına sahip ayrıcalıklı gazeteciler, hususi damgalı pasaportla ödüllendirilmeyi bekliyor. Oysa muhalif diye damgalanan bir çok gazeteciye basın kartı verilmiyor. Onlar, gözaltına alınıyor, mahkeme koridorlarında saatlerce bekletildikten sonra ifadeleri alınıyor; kimi zaman tutuklanıyor, kimi zaman da yurt dışına çıkış yasağı koşuluyla serbest bırakılıyor. Birilerine hususi pasaport hakkı verilirken ötekilere seyahat özgürlüğü bile çok görülüyor. Ayrımcılığın, çifte standartın sonu gelmiyor. Örneğin Basın İlan Kurumu, bazı günlük gazeteleri yok sayıyor. RTÜK ise hep aynı bir kaç televizyon kanalına astronomik para cezaları vererek bunları mali açıdan zayıflatmaya çalışıyor.
Dezenformasyon gücü kimin elinde?
Yandaş gazetecilerle, troll gruplarıyla yönlendirilen medya ikliminde doğru bilgiye ve tarafsız habere bugün çok daha fazla ihtiyaç var. İronik biçimde dezenformasyonun potansiyel suçlusu olarak gösterilen gazeteciler, gerçekte bizi iktidar sahiplerinin propagandasına hizmet eden yanıltıcı, yönlendirici haber ve yorumlardan koruyor. Dezenformasyon yapabilme olanakları açısından İletişim Başkanlığı gibi devasa bir propaganda kurumu ile gazetecileri nasıl aynı kefeye koyabiliriz? George Orwell’in ünlü sözüyle, “Gazetecilik, birilerinin yayımlanmasını istemediği haberleri yazmaktır; gerisi halkla ilişkilerdir”. Bu yüzden otoriter rejimler, doğruları yazıp söyleyen gazetecileri cezalandırıyor; halkla ilişkiler sorumlusu gibi çalışan yandaşlarını da ödüllendiriyor.
Mesleğinin gereklerini yerine getirirken iktidarın baskılarına maruz kalan ülkemizin basın emekçileri aynı zamanda ağır çalışma ve güvencesiz yaşam koşullarıyla da boğuşmak zorunda bırakılıyor. Sendikalı olma hakları sürekli engelleniyor.
10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’ne yönelik mesajlarında İsrail’e efeleniyormuş gibi yapan iktidar sahiplerinin demokrasi havariliğine soyunmadan önce aynaya bakmaları gerekiyor.
[1] https://cpj.org/2024/01/journalist-casualties-in-the-israel-gaza-conflict/