Tülin Tankut
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imzaladığı, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı bünyesinde Nüfus Politikaları Kurulu ve Aile Enstitüsü kuruldu haberi bizi şaşırtmadı. Hükümet yetkililerinin , hayat pahalılığı tavan yaptığında, kadına yönelik şiddet olayları tırmandığında, aile kurumunun korunması ve güçlendirilmesi için çalışmaların yürütüldüğü söylemini yinelemeleri adettendir.Bu amaçla kamuoyuna sunulan metindeki aile değerlerinin korunmasına , refahına yönelik önlemlerin alındığı, reformların yapılacağı maddeleri dikkat çekiciydi.
Metnin değerlendirmesini bağımsız uzmanlara bırakarak bizler, kadın sorunlarını en çok yaşayan kadınlar olarak konuya dair somut deneyimlerimizden edindiğimiz bilgilerimizi toparlamaya çalışalım:
- Batı’da, son günlerde Almanya’daki uygulamaları pek övülen annelere teşvik ödemelerinin sürekliliğinin garantisi yoktur; konjonktüreldir ; doğum oranı düştüğünde yürürlülüğe konduğu gibi, normale ulaştığında da kesileceği beklenmelidir. (Tam da şu sıralarda Alman ekonomisindeki durgunluktan söz ediliyor.)
- Annenin düzenli bir işi yoktur. Aile yaşamı, çalışan kadın için sorunlarla dolu olduğundan annelik sorumluluğu, kesintisiz bir iş yaşamını tam olarak sürdürmesini engeller.
- İş yaşamına katılması için kadın teşvik görmemektedir. (Kayıtdışı, düşük ücretli işleri saymazsak.)
- Kadın işsizliği oranı erkeğinkine göre daha yüksektir.
- Aylık kazancı özel kreş ya da bakıcı masrafını karşılamaya yetmediğinden kadın, yarı zamanlı, esnek işleri tercih etmek zorundadır.
- Bizim için yakıcı olan bir sorun da, 4+4+4 yasası zorunlu eğitim süresini kısaltırken, çocuk yaşta evliliklerin önünü açmış olmasıdır. Resmi raporlara girmeyen 15-17 yaş aralığındaki annelerin sayısı ise bilinmemektedir
Bizdeki teşvik ödemelerinin, hem ihtiyacı karşılamayacağı hem de ailenin kodlarının korunması için eş ve annelik görevlerinin 7/24 sürdürülmesi yönünde verileceğini tahmin etmek güç değildir; hükümetin diğer ödemelerdeki tutumu da bu yöndedir.
- Ülkemizde asgari ücretle çalışanların sayısı yüzde 40’ın üzerindedir. İddia odur ki; işsiz, vasıfsız, düşük gelirli, iş güvencesinden yoksun , dolayısıyla tüketici olamayan “alt tabaka” kapitalizmin kâr mantığına uymadığından ekonomik kriz dönemlerinde devlete yük olmaktadır.( Enflasyon da ücretliler yüzünden artıyor, denilmişti) – Neoliberalizmin ekonomisini çökerttiği için ya da baskı rejimlerinden , bölgesel savaşlardan kaçan sığınmacılarla birlikte küresel güçlerin karın ağrısı giderek artmaktadır. Ağır ekonomik koşullarda, “insani değerler”in değişeceği de kaçınılmazmış ama ne gam!
- Peki insan neden evlenmek ister? Yalnızlıktan kurtulmak, mutlu olmak, çoluk çocuk sahibi olmak istediği için değil mi? Ancak evlilik uzun vadeli bir süreçtir. Ebeveyne getirdiği yükümlülükleri çoktur ve bunlara çağın getirdiği yenileri eklenmektedir. (Uyuşturucu, sosyal medya, fuhuşla mücadele başlıcalarıdır.) Sağlıklı yaşamsa sağlıksız koşullarda sürdürülemez. Anne adayları da yaşamın kendileri ve doğacak çocukları için ne denli zorlaşacağının ayrımında olduklarından çocuk sahibi olmaktan korkmakta haklıdırlar.
- Üstüne üstlük ekonomik kriz erkeği işsiz bırakınca, bunalıma sürüklenen babadan boşalan “kurtarıcı” rolünü annenin doldurması beklenir. Çoluk çocuk ziyan zebil Allah’a emanet; oradan oraya savrulurken ana akım medyada bunun müsebbibi olan siyasetin hukuk, sağlık, eğitim vb. kamusal kurumları doğrudan hedef alınmaz, bireye yüklenilir. Kapitalist sistemin gizlediği gerçekleri fark etmekse medya propagandaları yüzünden zordur. ( Araştırmalara göre, televizyon gündüz kuşağı ve drama dizilerini en çok kadınlar izlemektedir.)
- Günümüzde anneliğin gerçeği kölelikle eşdeğerdir. İşsizlikten ötürü (ya da hayırsızdır) güç ve erkeklik kaybı yaşayan babaya karşılık çocuklarına hem annelik hem babalık yapmak anneye düşer.
- Milyonlarca anne, gıda güvenliği sağlanamadığı için etinden , sütünden, besin değerinden kuşku duyduğu ürünlerle, bile bile çocuklarını doyurmaya çabalıyor. Belediyelerden yardım alırsa ne âlâ. Aileye tek tük destek hayır hasenat sahiplerinden gelir.
- Toplumsal cinsiyet temelinde yapılandırılmış bir toplum içine doğduğu ve yetiştirildiği için kadın ve erkek cinsel kimliklerini doğal karşılar. Toplumun eğitim, hukuk, siyaset, tüm kurumlarında da toplumsal cinsiyet eşitsizliğine göre hareket edilir. Görece tüm dünyada durum böyledir. “Ataerkil sistem, kadının doğurganlığı, cinselliği ve iş gücü üzerindeki erkek denetimi” olarak tanımlanır.
- Toplumsal cinsiyetin aşılmasıysa din, mezhep ve feodal ilişkilerin hüküm sürmekte olduğu ülkelerde söz konusu değildir. Teolojik bakış açısının fıtrat kavramı, toplumsal cinsiyet mekanizmalarının oluşumunu meşrulaştırmıştır. Üç vahiy dinde de “farklı ama eşit yaklaşımı, kadının erkeğe tabiiyetini gizler; kadın sorunlarının üzerini örter.” Neoliberalizmle birlikte Siyasal İslam’ın kültürel yayılmacılığı, ülkemizde de eğitim başta olmak üzere devlet kurumlarına kadar uzanmıştır. (Asgari ücret görüşmelerinde iktidar kanadı sözcüsü bir hadisten söz edebilmektedir.)
- Dinci zihniyetin kadının ev içi emeğine bakışıysa irrasyoneldir, (dişi kuş yuvasının işlerini görmekten gocunur mu hiç, telkinleri.) dolayısıyla bu konu dinci zihniyetin gündemine girmez. Hakeza, boşanma sonrası nafaka sorunları, çocukların velayeti de ona yabancıdır. Oysa laik hukuk düzenine uyulduğunda, her ne kadar nafaka ödemelerinde yaşanan sorunlar hem kadınları hem çocukları mağdur etmekteyse de kişinin bir üst makama başvurması yasal hakkıdır.
- Manipüle edilmiş bilgilerle kadınların öğrenme, sorgulama dürtülerini dumura uğratmaya, günah ve ayıp kavramlarıyla, ahiret korkusuyla kadınları hizaya getirmeye çalışan çevrelerse hükümet yetkililerince denetlenememektedir. Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı, dini görüşler referans gösterilerek meşrulaştırılırken kadına kendini anne olarak var etmesi telkin edilmektedir. (İstanbul Sözleşmesi neden kaldırıldı? Bağımsız kaynaklardan araştırılmalı.)
- Kadın – erkek eşitliğinin görece sağlandığı Batılı ülkeler bunu laikliğe borçludur. Ancak kazanılmış yasal haklar toplumsal adaleti garanti edememekte, uygulamada cinsiyet ayrımcılığı yapılmaktadır.
- Uzmanlar kreş, yuva çocuklarımızın geleceğidir, diye bas bas bağırırken acaba bu zorunlu ihtiyaç niçin toplumsal bir talebe dönüşemiyor?
Ve geldik işte çuvaldızı kendimize batırmaya.
- Eski kuşak olarak bizler , “hem ağlarım, hem giderim” diyerek bebekliğimizden itibaren “büyüyünce gelin olacağım ” hayalleriyle büyütüldük. Bile bile lades, evinin kadını olmak hayaliyle oyalandık, evde kalmaktan korktuk. Aile içi şiddet görürken, kan bağının gücü , aile birliğini korumaya yetmez ama mahalle baskısıyla , çocuklarımızı “ama o senin baban” türü gerekçelerle , gerçeklerle yüzleşmekten kaçarak aile yaşamımızı suni teneffüsle yaşatmaya çabaladık.
- Özellikle medya propagandalarında etkili olan kültür endüstrisinin manipülasyonlarına kapılma zaafıysa insanlığı nereye getirdi? Ekonomik krize karşın dünya genelinde tüketim çılgınlığı müşteri bulabiliyor. Dubai çikolatası yemek, yiyeni sıradanlığından kurtarıyor mu? Bari çocuklara kötü örnek olunmasın. İnsan yaşamı para karşısında bu kadar değersizleşirken parayı sırf herkes tadıyor (aman ben geri kalmayayım) diye Dubai çikolatasına harcamak, içgüdülere teslimiyet demek değil midir? İnsanlık içgüdüleri dönüştürerek ilerlemedi mi?
- Ama boş hayaller kurma zamanı gerilerde kaldı; şimdi sesimizi yükseltme zamanı.
- Neoliberalizm şakşakçıları artık saman altından su yürütmeye bile tenezzül etmiyor; insan haklarıymış, hukukmuş, vız geliyor, işlerini açıktan açığa pişkinlikle icra ediyorlar.
- Yine de algı operasyonlarına karşı dikkatli olmak gerekir.
- Sorunlar derinleşiyor, çözüm yolu aranmadığı için de kalıcılaşıyor. Bugün öncelikle haklarımız için mücadele edebileceğimiz hukuki ortamı yaratabilmeliyiz. Halkın ifade özgürlüğü, yasaların uygulanması vb. görece demokratik haklara örgütlü bir güç olarak sahip çıkıp siyasal iktidarlara geri adım attırmak dünyanın her yerinde gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Kadınlar tepkilerini korkmadan dillendirirken muhalif siyasi kimlikleri de giderek güçleniyor.
- Aile yetkenin (otoritenin) kaynağı olan bir kurumdur; bu yüzden baskıya karşı “direniş alanı “ olmalıdır. Toplumda kadın –erkek eşitliği farkındalığı yaratılmalıdır. Toplumsal cinsiyet kimlikleri kurgusaldır, bu niteliğiyle dönüşüme açıktır. Annenin yükümlülükleri devlet tarafından üstlenilmeli ve babayla da paylaşılmalıdır.
- Kreş ve yuva sayısının artırılması hem çocuğun iyi yetişmesi hem de annenin özgürleşmesi için çok önemlidir. Aileyi güçlendirmeden önce yapılması gereken budur. Ayrıca asgari ücretin 22.104 TL olduğu bir bütçeyle mi çocuk yetiştirilecektir?
- Çiftler arası anlaşmazlıklarda para sorunları ön planda gelmiyor mu, ki kadına yönelik şiddette bunun da payının olduğunu söylemeye gerek var mı?
- Yurttaşların talepleri yetkililerce kaale alınmıyor ama, demokratik haklar için örgütlü mücadele , toplumdaki siyasi etkisini artırıyor. (Bizdeki direnişlerde kadınlar ön saflarda, kapalısı, kapalı olmayanı)
Sonuç olarak, insanları birbirlerine muhtaç etmeyen , mülkiyet ilişkilerine dayanmayan , sömürüsüz, şiddetsiz, eşitlikçi , özgürlükçü bir toplumsal düzende her şey değişecektir; insanların sevilmeye duyduğu ihtiyaç bile. ( Yaşlılar ve çocuklar, neden daha çok sevilme ihtiyacı duyarlar?) İşte ancak o zaman insana, doğaya, gezegene yönelik gerçek sevgi, var olma ortamı bulabilecektir.