Karanlıktan sıyrılmak için : Ne suskunluk ne de feryat figan (1)
Karanlıktan aydınlığa çıkmak için şu mağdur söyleminden vazgeçmenin zamanı geldi de geçiyor bile. Susmak kabullenmektir, denir. Feryat figansa, gerçekleri yansıtmıyor; yaşlı gözler, buğunun içinden sömürüyü, eşitsizliği adaletsizliği göremez!
Tülin Tankut
Tek amacı daha fazla kâr olan neoliberalizm dünyayı karanlığa boğdu. Yönetici takımıysa öncelikle toplum için yaşamsal önemdeki ekonomiye odaklanacakları yerde çıkarlarını önceleyen güncel siyaseti konuşuyor. Acaba bindikleri dalı kestiklerinin farkındalar mı? Güvenilir kaynaklara göre, dünya nüfusunun yalnızca dörtte birine tam anlamıyla sosyal güvenceye erişim sağlanıyor; o da Batı Avrupa’da. Bunun yüzde 97’si yaşlıların; geri kalan dörtte üçün yüzde 12’sinin ve kadınların yüzde 8.6’sının durumuysa şöyle böyle, ehven-i şer. (Basından) Kısacası sosyal güvenceye erişim; gelir grubu, cinsiyet, göçmen v.b. farklılıklara göre değişiyor. Hal böyleyken dünyada huzur diye bir şey kalır mı? ( Vakti zamanında Kabakçı Mustafa’lar , yeniçeriler neden huzursuzluk çıkarmışlardı acaba?) Küresel medyanın sahibinin sesi demagoglarından her biri Nostradamus kesilmiş sanki , artık bir işe yararmış gibi bayatlamış beyin yıkama yöntemini kullanmakta ısrarcılar : Sahipleri ne söylerse doğru söyler! Ama Orta Doğu neden kan gölüne dönermiş, ABD füzeleri Ukrayna’da neden konuşlanırmış, İsrail hükümetinin barbarlığıymış, onun orasına Rufailer karışır.
Kimsenin de olacağı buydu, dediği yok. Panik hali, sıra bana da mı gelecek korkusu, kitlelerin haleti ruhiyesini özetliyor. Egemen güçler işlerine bakarken ,“ mahkemelerden durmaksızın sürülen “hak”/ dinlenme korkusuyla kilitlenmiş ağızlar”; (1) yeni anlatılara duyulan ihtiyaç, ama tabii dogmatik olmayanlara. Oysa karanlıktan aydınlığa çıkmak için şu mağdur söyleminden vazgeçmenin zamanı geldi de geçiyor bile. Susmak kabullenmektir, denir. Feryat figansa, gerçekleri yansıtmıyor; yaşlı gözler, buğunun içinden sömürüyü, eşitsizliği adaletsizliği göremez!
Çıplak gözle gördüğümüz şey, bizim düşünce ve inançlarımıza dayanarak biçimlenir ve daha küçük yaşta bir çocukken algılarımızı etkisi altına alır. Kendimizi algılayışımız bu koşullanmanın izlerini taşır. Sözgelimi, kız ve erkek çocuğu aynı “toplumsal cinsiyet “ ideolojisiyle yetiştirilir; kız çocuğunun toplumda ikincil konumda olduğu önyargısıysa cinsiyetçi ideolojinin eseridir.Yaşamımızı bu kurgulanmış cinsiyet kimlikleri kuşatması altında geçirmeye yazgılı kılınırız. ( Kuşatmayı yarmanın ne denli güç olduğunu kadın, erkek, cinsel yönelimi farklı olan herkes kendi yaşamından bilir. ) Erkeklerce düzenlenmiş sınıflı toplumda, kişilerden tarafsız davranmaları da beklenemez. Sanatçıların bile algıları , içinde yaşadıkları toplumdan etkilenir. Aynı olgu karşısında kişilerin farklı tepkiler göstermesinde, kişilerin algılama düzeylerinin ve dünya görüşlerinin rolü vardır. Algılar için sınıfsal nitelik taşır, demek de abartı olmaz. (Bu arada, John Berger’in “Görme Biçim”leri, alışılageldik görme biçimlerimizi değiştirmeye yardımcı olabilecek kitaplardan en bilinenidir.)
Görme biçimimiz değiştikçe “kendimizi” de değiştiriyoruz. Bunda teknolojinin oynadığı olumlu ve olumsuz rolün etkisi yadsınamaz. Bu sayede dünyadaki yeniliklerden- bilimden, tıptan, eğitimden, sanata- buluşlardan haberdar oluruz. Sosyal medya platformlarındaki kendini bilmezlerse, insanlığın gelişimini sekteye uğratacak beyanlarda bulunuyorlar. Yalnızca onlar mı? Siyaset dünyası beyanlarında daha önce pragmatizme hiç bu kadar sığınmamıştı. (Pragmatizm: Kabaca, mevcut koşullara uyum sağlayarak en çok yararı elde etmeye yönelik akım.)
Ancak dünya genelinde siyasetçilerin ciddiye alınamayacak söylemlerine kulak tıkayanların sayısı artıyor. Hiçbir konuda kitleleri ikna etmeyi başaramıyorlar. Uluslararası kuruluşların da süngüsü düşmüş görünüyor. BM’nin (Birleşmiş Milletler) Netanyahu’nun saldırganlığını durdurmak konusunda esamesi okunmuyor. Yıkılmıyorlar, çünkü gidişata karşı çıkacak kesimler apolitikleşme uykusundan yeni yeni uyanıyorlar dolayısıyla örgütlenmeleri de gecikiyor. Bunun nedenleri çeşitlidir. Sınıflı topluma özgü koşullarda bilim ve felsefe tezleri, edebiyat, sinema v.b. alanlar, sistemin baskısı altında üretilmişlerdir ; bilim, felsefe ve teknoloji fetişizmine teslim olma olasılığı yüksektir, dolayısıyla buna karşı ideolojik mücadele yürütülmesi zorunluluğu vardır. Kitlelerin demokratik direnme haklarını kullanarak toplumsal muhalefeti canlı tutma, kendilerine yönelik hukuk dışı uygulamalara karşı sınıf örgütlenmesini gerçekleştirmeleri engellenmektedir. Engellemeye teslim olmamanın yolu, laik eğitimden geçer. Ancak sorun burada bitmez; piyasacı eğitim, bir başka yazının konusudur; onu yönlendiren “Aristocu mantık, ’ya ya da’ biçiminde yanıtlar bekleyip üçüncü olasılığı yok sayarken “diyalektik mantık pek çok özelliği bir arada göstermeye tekabül eder.” ( karşılık gelir.) Dolayısıyla eğitim sistemine ikincisinin uygun olduğu ortadadır.
Eğitime Müslüman ülkelerdeki dinci siyaset de zarar vermektedir. Dini eğitim, bireyin potansiyelini ortaya çıkaracak bir görüşe sahip değildir; bu tektanrılı dinlerin tümü için geçerlidir. Laikliğin ön koşulu olan bilimin gelişiminin zorunlu koşulu , din dışı bir yaklaşımdır. Bireyin haklarının savunmasına temel oluşturan demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi değerlerin korunması ancak demokratik, laik, hukuk devletinde gerçekleşebilir. Dini eğitim, çağdaş eğitimin olmazsa olmazı “pedagoji”den yoksundur. İstanbul’daki kreş, anaokulu polemiğini hatırlayalım. Bazı dini çevreler, kreş ve anaokulunun alternatifi buymuş gibi, 4-6 yaş grubu için Kur’an kursları açtılar. Oysa eğitimde her birinin yeri başkadır. Birbirlerinin yerine ikame edilemezler. Ama dini hem ticaret hem de iktidar aracı olarak kullananlar ve piyasacı eğitim yanlıları, çıkarlarını korumada birbirlerinden aşağı kalmazlar. Sonuçta olan halk çocuklarına oluyor. Din eğitimini savunanlar, yetiştirilme tarzı nedeniyle, Batı kökenli olduğu için İslami sanatlar dışında, görsel sanatlara – hele baleye zinhar- sırt çevirirler. ( Baskılara karşın muhafazakâr kesimden yavaş yavaş ressam ve tiyatrocular çıkmaya başladı.) Ancak okullarda spor ve sanata müfredatta kaç saat yer veriliyor acaba? Sanatın aydınlatıcı işlevinden, sanat estetiğinden bihaber bir kuşak yetiştiriliyor; bu, İslami entelektüelleri rahatsız etmiyor mu? Söze gelince Batılı kavramları; Nietzsche ‘yi, Heidegger’ dillerinden düşürmeyen, dahası Marx’dan alıntılar yapanlar; dön dolaş, sözü övgüler eşliğinde İslam’a getirirler. (Kafa karıştırıcı bu tavra karşı uyanık olunmalı.) Dolayısıyla anti- emperyalist söylemleri de netlikten uzak, inandırıcı değildir. Hükümet’in iç ve dış politikalarına her koşulda destek vererek rejime olan bağlılıklarını sergilerler.
İdeologları, dinle ahlak arasında bir bağ olduğunu öne sürerek inananları korkutmaya çalışırlar. Ancak şu gerçeği kabul etmeleri gerekir: yalnızca dinin gereği olduğu için ahlaklı olmak, yaşamdaki gerçekliğe uymamaktadır. Seküler ahlak anlayışı; insan hakları, eşitlik, özgürlük, adalet gibi değerleri savunur ve bireyin hakları yasal güvence altına alınmıştır.
Laik Cumhuriyet’le uğraşanlara gelince ; En basitinden, okula kayıt yaptırırken hastaneye tedavi için baş vururken, evlenirken, tüm toplumsal ilişkilerimizde yurttaş kimliğimizle iş gördüğümüzü hatırlayabilseler…Cumhuriyet, bireyin kamusal alanda daha etkin bir rol almasını sağladı. Birey laik, demokratik hukuk devletinin yurttaşı/ vatandaşı oldu. Cumhuriyet’in eksiklikleri yok mu; sorusu için amenna ve saddakna. Ama dini bilgiden yola çıkarak Cumhuriyet’i eleştirip geliştirmek mümkün değildir ; kaldı ki bu, dinin görevi de değildir. Zira kadim İslam inancına göre, Allah kadir-i mutlaktır. Her şeye kadir olduğu için laikliği de Allah’ın işine karışmak olarak algılayanlar çıkacaktır.
Özetle, kişi Cumhuriyetle birey / yurttaş olmuştur. Tarihsel olarak yurttaşlık, ileri bir aşamadır. Ancak, içinde bulunduğumuz tarihi aşamada, Cumhuriyetin kazanımlarını sahiplenmek zorundayız. Ülkemizde 7 milyon yurttaş, asgari ücretle çalışıyor. Artık hükümete yakın işçi sendikaları bile isyanda; açlık sınırı bile 20 bin TL. ise nasıl olmasınlar? Yalnız onlar mı? Neoliberal kapitalizm koşullarında kim kendini güvende hissedebiliyor ki? Emeğiyle geçinenler, kadınlar, çocuklar, gençler, öğrenciler, işsizler, yaşlılar, engelliler, depremzedeler ve daha niceleri; Cumhuriyet’in kazanımlarının korunabildiği bir yönetime ihtiyaç duyuyorlar.
Bireyin kendi yazgısına müdahale edebilmesi için yurttaş kimliğine sıkı sıkı sarılmaktan başka çaresi yoktur. Neoliberalizmin kimlik politikalarıyla , “bireyin kendi içindeki bütünlüğü parçalanıyor; ” birey olarak iradesini yok etme tehlikesi yaratıyor. Peki, cinsel, etnik, dinsel, mezhepsel kimliklerimizi yok mu sayacağız? (Yazı devam edecek)
DİPNOT:
1) “Sis” adlı şiirden, Tevfik Fikret, 1902