Kötülüğün kaynağı kurutulmadıktan sonra

Neoliberal düzenin rekabetçi toplumunda “neden tüm olumsuzluklar benim başıma geliyor” diye yakınanlar? Niçin  bu yanılgıdan kurtulup  başına gelenlerden,  önce  sistemi sorumlu tutmayı akıllarına getirmezler? Sözgelimi yasal sendikal hakkına sahip çıktığı için işten atılan işçi mi suçlu, yoksa yasayı çiğnediği için işveren mi? Suçu sistemde aradığımızda , bizim durumumuzda olanlarla hissedeceğimiz dayanışma duygusu bizi ileriye taşıyacaktır. Sorgulamaya yatkınlık küçük yaşlarda kazanılabilirse ileri yaşlarda meyvesini verir. Aile, ülke ekonomisi için gereken emek gücünü oluşturacak bireyleri yetiştirmekle mükelleftir.

TÜLİN  TANKUT

Kötüler neden kötü olur, bir hiç yüzünden cinayet işleyecek kadar? 12 ve 17 yaşındaki iki erkek çocuk, 16 yaşındakini ortada bir sorun yokken tereddüt etmeksizin öldürebiliyor. 19 yaşındaki bir başkası, aynı yaştaki iki kadını öldürüp kendi canına kıyıyor. Trafikte, iş yerinde  silahlı kavga; gasp, soygun, sokak ortasında cinsel saldırı haberlerinin sonu gelmiyor. Hukuku çiğnemekse  yolsuzluğu, bireysel zorbalığı, şiddeti tırmandırıyor (Cezaevlerindeki artan tutuklu sayısı bunun kanıtı değil mi? Ayrıca dışarıda serbestçe  dolaşanlar da var.) Ama sorun bireysel zorbalıkla da kalmıyor, “ daha derin bir toplumsal değişimi yansıtıyor.” (Uzman görüşü) Ya karşılıksız sevgi diye yüceltilen,  anne- babaların çocuklarıyla olan ilişkilerinde yaşanan  tahribat ?  Sapla samanın birbirine karıştığı bir ortam,  kötülüğün kaynağı konusunda  her kafadan bir ses çıkmasına, dolayısıyla gerçeklikten uzaklaşılmasına neden oluyor. Ancak, şu bir gerçek ki, artık  insanları boş ahlaki öğütlerle oyalama devirleri geçti. Bugün ülkemizde internet abone sayısı 93.3 milyonu bulmuş ; iletişimin gelişmişliği açısından bu önemli; ama insani gelişmişlik düzeyini yükseltmek için yeterli olamıyor tabii ; kaldı ki internet bilgi kirliliği gibi sorunları da bünyesinde barındırıyor. Küresel ve yerel medyanın azizliğine uğrayan emekçi halkımızsa , kendi çıkarlarını savunan  ilerici güçlere değil de kapitalist sistemin işleyişine güvenme eğilimi içinde.

Bunda ülkemizin emek yoğun, düşük ve orta teknolojiyi aşamayan sektörlerde kalmış olmasının payı büyüktür; bağımsız uzmanlara göre de ekonomik kalkınma için gerekliliği tartışılmayan demokrasi ve hukuktan ödün verilmesi, buna karşılık boşluktan yararlanan   dini çevrelerin siyasette ağırlığını  koyması,  ülkenin  bugünkü durumuna getirilmesinde etkili olmuştur. Artık toplumumuzda, insani değerler ve  “evrensel ahlak yerine İslami ahlakın öne çıkarılması”;  eğitim, bilim, hukuk, siyaset, aile, sanat, spor gibi her  alanın İslam diniyle ilişkilendirilmesi ve siyasetçilerin de  en hafifinden buna göz yumması, eğitim sistemindeki İslamileşme politikalarının eseridir. (1) Burs verme vaadiyle liseli öğrencilere hem okul hem Kur’an eğitimi almaları baskısı başka nasıl  açıklanır?  Bilim ve yüksek katma değerli teknolojiyle üretimde, ülke neden geri kalıyor, siyaset cephesi bunu sorun etmiyor. Dolayısıyla eğitim sistemimize,  daha da kötüye gitmeden  el atılması gerekiyor. (2)

Peki, başta veliler olmak üzere emekçi seçmen kitlelerinin  buna karşı tavrı ne oluyor?

Kapitalist sistem, dini öğretileri kullanarak aslında kendi hegemonyasını dayatır emekçi halka. Bu amaçla yapılan propagandalar işçi ve emekçi kesimi edilginleştirip  yazgıya boyun eğmesini sağlamak içindir; böylece örgütlü hak arayışına kalkışmaları önlenecektir. ( Din, mezhep, etnik köken üzerinden kutuplaşma neden yaratılıyor? Burnumuzun dibindeki, İsrail’in kural, yasa, insani değer tanımaz saldırganlığına  karşı, topraklarını korumaya çalışan Müslüman halkların durumu da budur. Dini kurallarla yönetildikleri için  Batı  emperyalizminin bu oyununa gelmeme dirayetini göstermekte zorlanmaktadırlar.  İslamı, iktidarları için kullanmaya kalkışan kesimlerse, kapitalizmle çatışmak istemezler; bizde de dindar camianın , ailelerin, örneğin, doğum günü, balayı, evlilik yıldönümü, anneler günü, babalar günü gibi seküler kesime özgü , özel kutlamalarına göz yumarlar. Televizyon gündüz kuşağı programları ve sosyal  medya platformlarında, sokak röportajlarında, “yeni kuşak bir dindarlık kimliğinin” yaygınlaştığı görülüyor: “Postmodern ‘ben’ odaklı” tanımına sığan yeni kuşakla “görece uyumlu” bir kimlik. Sanal dünyada para kazanmak amacıyla ‘şeytana uyup’  aşırı uçlarda mahremiyetin hiçe sayıldığı teşhircilik vak’aları takip edilip haklarında yasal işlem yapılmamasıysa  İslami inanç ve değerlerini korumaya çalışan samimi dindarları rencide ediyor.

Öte yandan aldığı ücret, kendisini ertesi gün iş yaşamına hazırlaması için (barınma, yeme içme, giyim, banyo, ısınma v.b.) bile yetmeyecek boyutlara varan yoksul kesimin yalnızca emeği değil, sağlığı, dahası canı elinden alınmaktadır, desek, abartmış olmayız. AKP iktidarı, yıllardır yoksul kesimi kendine özgü bir yardım anlayışıyla partiye bağlıyor ve yardımlarını aksatmadan sürdürüyordu. Sosyal devlet yerine konulan bu uygulama,  belli ki kişileri partiye kazandırmak için işe yaramıştı. ( Aile ve Sosyal Hizmetleri Bakanlığı’nın araştırmaları (2024)  Sosyal Aile Destek Programı tarafından sosyal yardım alan hane sayısının bugün 4.2 milyonu aştığını gösteriyor. (Bunların tümü partili mi , değil mi, bilemiyoruz; asıl konumuz da yoksulluk zaten.) Peki, ya diğerleri? Neoliberal düzenin rekabetçi toplumunda “neden tüm olumsuzluklar benim başıma geliyor” diye yakınanlar? Niçin  bu yanılgıdan kurtulup  başına gelenlerden,  önce  sistemi sorumlu tutmayı akıllarına getirmezler? Sözgelimi yasal sendikal hakkına sahip çıktığı için işten atılan işçi mi suçlu, yoksa yasayı çiğnediği için işveren mi? Suçu sistemde aradığımızda , bizim durumumuzda olanlarla hissedeceğimiz dayanışma duygusu bizi ileriye taşıyacaktır. Sorgulamaya yatkınlık küçük yaşlarda kazanılabilirse ileri yaşlarda meyvesini verir. Aile, ülke ekonomisi için gereken emek gücünü oluşturacak bireyleri yetiştirmekle mükelleftir. Kişinin yaşama bakışı ; sınıfsal konumu, bilgi düzeyi ve deneyimleriyle bu süreçte şekillenir. Ekonomiyi yönetenler, toplumu da yönettiklerinden tüm alanları, toplumdaki tüm ilişkileri düzenleme yetkisini ellerinde tutarlar. Dolayısıyla kişi gerçekliği, kendisine empoze edilen ideolojiler, ağırlıklı olarak da dini ideolojiler çerçevesinde algılamaya yatkınlık gösterir, bunların çıkarlarına ters düştüğünü fark etmeksizin. Sonuç: Mutsuz ve çaresizlik içindeki  yığınların hızla artışı. Sanki plankton gibi suda asılı duruyor, başımıza neler geleceğini bilememenin korku ve kaygısını iliklerimizde hissediyoruz. Bazen de küresel düzeydeki bitmek bilmeyen felaketlerden, bunların bize de ulaşabileceği olasılığından ve bir dolu kişisel sorunumuzdan o denli bunalıyoruz ki, – üstelik bunlar medyada siyasete dair tekinsiz bir anlatı ve ürkütücü bir görsellikle aktarıldığında –  çareyi,  karanlıkta mezarlıktan geçerken korkusunu yenmek için ıslık çalan kişinin haleti ruhiyesine bürünüp kendimizi oyalamakta buluyoruz.  (3)

Korkunun baş nedeni, malûm,  bilgisizlik ve bilisizliktir. Komplo teorileri buna güvenerek servis edilir kitlelere . Ama bilincimizi açık tutmak elimizde; çarpıtılmış gerçeklik algısını kırmak  için kitap okumak ufuk açıcı olacaktır; tabii doğru kaynaklara ulaşmak kaydıyla. Günümüzde artık demagojiyle (halkın duygularının okşanarak aldatılması), yasaklarla, din korkusuyla, her türden baskıyla emekçi kitlelerini yönetmek egemen güçler için kolay olmuyor. İtaatkârlar, kararsızlar kadar isyancılardan da oluşuyor çağdaş toplum. Bizim hükümetse , sorunları var olan anayasa bağlıyor ve anayasa  değişikliğine gitmeye hazırlanıyor.  Peki, yeni anayasadan emekçi halk lehine bir değişim beklenebilir mi?  Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir. Dini bağnazlığın yükselişi ve yargının inançları yozlaştıranlarla baş edememesi, hukuka olan  güveni sarsarken, hükümet yetkililerince fikir ve ifade özgürlüğünün genişletileceği yönünde  verilen demeçler inandırıcı olabilir mi? Yalnızca eğitim sistemimize bakmak bile, yeni denilen anayasaya İslami maddelerin ekleneceğini düşündürüyor.  Okul sıralarında kız ve erkek öğrencilerin “tecridi” politikaları, kadınların kamusal alanda çalışmalarını kısıtlayan en önemli nedenlerden biridir. İslamın kadın bedenine bakışı da , diğer tek tanrılı dinlerde olduğu gibi  – tabii yorumculara göre- kadının doğurganlığını kutsar; ama bu beden aynı zamanda sonu sakat kalmak ya da ölümle biten bir şiddete de maruz kalmaktadır. ( Kadına yönelik şiddet neden önlenmiyor?) Doğurmayan kadınsa toplum nazarında matlup değildir. (Evlenmeyen – döl vermesi beklenir-  erkek de benzer yazgıyı paylaşır.)  Bugün ABD’nin Cumhuriyetçi kesimin çoğunluğu oluşturduğu bazı eyaletlerinde de, tüp bebek uygulamasının yasaklandığını öğreniyoruz. Çünkü  uygun embriyonu elde etmek için fazlaca zayiat oluyormuş; embriyo canlı olduğundan bu da günahmış. İnsanın çocuk sahibi olma hakkı  bile günah korkusuyla engellenebiliyor.

Yeni ihtiyaçlar, yasaların da değişmesini gerektirir kuşkusuz. Ancak  hükümetin  teklif ettiği yeni anayasa değişikliğinin  bununla ilgisinin olmadığı ortadadır. Gözlemlerimiz, yaşadıklarımız,  yeni anayasanın toplumun genel yararından çok sermaye sınıfının çıkarlarına hizmet edeceğini düşündürüyor. İşçi , emekçi, emekli, kadınlar, çocuklar v.d.  lehine bir değişim mi olacak ?(Çocuk evlilikleri? Çocuk istismarları? )  Kamu harcamaları ve  asgari ücret mi artacak? ( enflasyonun artışının nedeni ücret artışlarıdır  öngörüsü de tutmadı. ) Merdiven altı üretim? İş cinayetleri ? Düşünce ve ifade özgürlüğü? Akademik özgürlük? (Dini propagandalar ne olacak?) Toplumsal örgütlenmelerin ( dernek, sendika v.b) önü kesilirken belli ki yeni anayasa çıktıktan sonra siyasal iktidarlar daha sert bir siyaset uygulayacaklar. Önceki yazılarda da belirtmiştik, sözü uzatmak gereksiz. Komşumuz Arap İslam devletleri , laik bir devlet kuramadıkları için kendi aralarında bile kalıcı barış sağlayamamanın  sancılarını çekiyorlar. Oysa Mehdi’ler, Mesih’ler, hayalperestlerin fantezileridir,  onları  oyalar ancak;  insanlarsa GERÇEKTİR. ( 4) Yaşamı sürdürebilmek için laik hukuk devletine ihtiyaç duyuyoruz. Bir avuç kendini bilmezin, “büyük anlatıların ve tarihin sonu geldi”savlarıysa hezeyandan öteye  gidemedi. Kötülüğün kaynağının,  insanın insanı sömürmesiyle ayakta durabilen, bunun için de kuzu postuna bürünmüş kurt rolünü Allah için hakkını vererek oynayan ve neoliberal politikaları, geçmiş dönemlere  rahmet okutacak zalimlikle   uygulayıp dünyayı geniş kitlelere  dar eden   kapitalist sistem olduğu bir kez daha kanıtlandı.

Bundan bir önceki yazı hatırlanırsa, aşkın da  toplumdaki yozlaşmadan payını aldığı belirtilmişti. Yeni aşk  tarifini ,  neoliberalizmin hızlandırdığı ahlâki çürümeden kurtulan yeni kuşaklar yapacaktır kuşkusuz. Ama ondan önce laik ve  bilimsel, eşitlikçi, ücretsiz, kolay ulaşılabilir bir eğitim sistemine geçme zorunluluğumuz var. Bu yüzden  Cumhuriyet’in kazanımlarını savunmak yaşamsal önemdedir.  Örgütlü bir halk sesini yükseltmeye görsün, kararsız seçmen de ataletten kurtulacaktır. Küresel düzeyde emekçi kitleler  siyasette söz sahibi olmak istiyorlar artık. Sınıf mücadelesi bitmedi. Dünyaya kök salmış, sömürü düzenine karşı savaşım vermiş olan solun,  geçmişteki başarılarını , kazanımlarını toplumsal bellekten silme çabaları da sonuç vermeyecektir. ( ABD Başkan adayı Trump’un halkı korkutmak için rakibi Kamala Harris’i komünist ilan etmesi hatırlardadır.)

 

DİPNOT:

1-Kur’an kursu, yurt, vakıf, medya ve sosyal medya, tüm İslami cemaatler denetleniyor mu? İçe dönük yapılarıyla neredeyse dokunulmazlık kazanmışlar. Siyasete ve topluma yön vermeyi kendilerine hak görüyorlar. Faaliyetlerini de halkın talepleriymiş gibi gösterip meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Ana muhalefet partisinin gücüyce, İslamcı muhalefet karşısında dirayet göstermeye yetmiyor.

 

2-Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) Eğitim 20 24 Raporu’na bir göz attığımızda bile eğitimde , örgüte üye olan ülkelerin ne denli gerisinde kaldığımızı görebiliyoruz.( On bir yaşındaki bir çocuğun meslek okulunda işi ne?) Durum o derece ciddi ki, eğitime yapılan yatırımlar artırılmadığından okullarda temizlik konusunda bile aksaklıklar  yaşanıyor ; yetkililerden umudu kesen veliler, temizliği kendileri sağlamaya çalışıyorlar. Öğretmenlereyse “bir dokun bir ah işit!” Öğretmenlik Meslek Kanunu  teklifine karşı eğitim sendikaları itirazlarını ortak bir  metinle basın açıklaması yaparak kamuoyuna duyurdular. İtirazları kabul edilecek mi, göreceğiz. Toplumsal destek görebilseler elleri güçlenecektir. Bu da bir başka yaramız.

 

3-Pazarları Asla ( Never On Sunday) filminde (1960,Yunanistan yapımı, yönetmeni Jules Dassin, baş oyuncusu Melina Mercouri) “Altın kalpli fahişe” ya da özgür ruhlu bir” hayat kadını” olan İlya, Amerikalı, çok bilmiş bilgin  Homer’in kendisine anlattığı Yunana tragedyalarından o denli etkilenir ki, dinlediklerindeki olumsuzlukları içi götürmez , onları “filtreleyerek”, trajik kahramanların sonları için, “hepsi deniz kıyısına gittiler” diyerek kendini oyalamaya çabalar. Kapitalizmin, emperyalizmin dünyaya yaşattığı bitip tükenmeyen  trajediler karşısında bizler de benzer tavrı takınmıyor muyuz? (Acı karşıtına dönüşüyor.)

 

4-Netanyahu hükümeti, kendini yasaların üstünde gören, hastane ve okullara  bile fütursuzca saldırmaktan çekinmeyen, insanlıktan çıkmış fantezistlerden oluşuyor. Cezalandırılmıyor da! Yola devam. Bu deli cesaretini “süper güç”ten aldığını da cümle alem biliyor. Tarih, bunun gibi nicelerini gördü ve derinliklerine gömdü. Elbette, yine insanlık kazanacaktır.