Krizlerin açığa çıkardığı

Ekonomik krizler, sistemin görece olumlu ve durağan aşamalarından çok daha etkili olarak sistemin işleyişi hakkında topluma bilgi ve fikir sunar. Kriz dönemlerinde sıkışan insanlar hem sistemin işleyişini algılar, hem de içine düştükleri sıkıntılardan kurtulma çareleri hakkında düşünce geliştirir, eylemlere yönelirler.

Toplumun üzerine bir kâbus gibi çökmüş AKP iktidarının Türkiye’yi sürüklediği derin kriz ekonomik olarak korkunç bir maliyet olmasının yanında, aynı zamanda da politik bağlamda önemli bir fırsattır da. İşin maliyet boyutunu tartışmaya gerek görmüyorum, zira toplumun önemli kesimi yoksullaşmayı fiilen yaşayarak meseleyi tüm boyutlarıyla fevkalade derin olarak görmektedir. Bu durumda, birinci konumuz olan yoksullaşmayı derin tartışmaya açmadan, krizin sağladığı sosyo-politik avantaj üzerinde durup, bu avantajın toplumsal dönüşümde nasıl kullanılabileceğini kısaca tartışmaya çalışacağım.

Önce birinci meselemizi açacak olursak, bu konuda söylemek istediğim şudur. Bazı siyasetçiler ve akademisyen dostlarımız yoksulluğu tanımlamakta, mutlak yoksulluk veya göreli yoksulluk vs gibi kategorilerle tasnif etmekte, daha da ileri giderek yoksulluğun bazı kamu politikaları ile nasıl hafifletilebileceğini tartışmaktalar. Yoksulluğun tanımlanması ve tasnif edilmesi, hatta daha da ileri gidilerek ne tür politikalarla giderilebileceği konumlarının tartışılması, benim hemen her konuda hassasiyetle üzerinde durduğum bir meseleyi gündeme taşımaktadır. O da, sistemi geri plana atıp, sorumluluktan vareste tutarak, yoksulluğu işverenlerin ya da özellikle de hükümetin yanlış politikalarının sonucu olarak görmek ve göstermektir. Birinci mesele, bu tür eleştiriler yoksulluğun gerçek sebebi hakkında kamuoyuna bir fikir veremediği gibi, tam da aksine, yoksulluğun temel sebebini gizleyerek, sermaye yanlı görüşlere hizmet etmektedir. Kanaatim odur ki, konunun tartışılmasında yoksulluğun bir sistemik sorun olduğunun ortaya koyulmasıyla başlanarak, kamuoyunun önüne birinci derece sorumlu olarak sistemin atılması gerekmektedir.

Yoksulluk işkencesinden sistemi sorumlu tuttuktan sonra, tabii ki, yoksulluğa çare aramaya girişilip, kısa vadede nelerin yapılabileceğinin ortaya koyulması, hatta bu konuda başta hükümet çevresi olmak üzere tüm sorumlular zorlanmalıdır. Birinci paragrafla çelişkili görülebilen bu paragraf son kertede çelişkili olmayıp, gayet de bilinçli olarak, kısa vadeli ve geçici önlemlerin tartışılmasına yönelik bir ara duraktır. Bu ara duraktaki politikaların oluşturuluş şekli, çözüm için uygulanacak zorlama ve alınacak sonuçlar açısından çok önemlidir. Şöyle ki, yoksulluğun çözümünün akademik seminerlerde değil de, halka yansıtılış şekliyle, bir dizi siyasi aktarım mekanizmalarının derinine girilmeden salt nihaî hedeflerle ortaya koyulmasının hem krizler ve yoksulluk konusunda toplumsal ilerleme yolunun açılması, hem de oldukça tatminkâr sonuçlar alınması bakımından önemi büyüktür. Şöyle ki, yoksulluğun bir sistem meselesi olduğu ve nihai çözümümün sistem tartışma ve mücadelelerden geçtiği net olarak topluma yansıtıldığında, kısa vadede sistemle ilgili bir sonuç sağlanmaz, bu doğrudur, ancak bu tavrı bir tehdit olarak algılayan çözüm merkezleri çözümde daha müsamahakâr davranabilir. Bu davranış biçimi kısa sürede kesin sonuç almada etkili olmamakla beraber, sorunun bir sistem meselesi olmayıp teknik sorun olarak algılatılmasından daha etkili şekilde hem toplumsal bilincin yükselmesine katkı yapar, hem de sermayeye tehdit işlevi görerek olumlu sonuç alınmasına olanak sağlar.

Yeni yıla doğru ilerlerken asgari ücret meselesi gündemi işgal etmektedir. Asgari ücret konusu da, açlık sınırı ya da yoksulluk sınırı gibi ölçütlerle ele alınırken, aynen yoksulluğun tanımının yapılmasında olduğu gibi asgari ücret de normalleştirilmekte, üzerine sistem elbisesi geçirilip kamufle edilerek, adeta meşrulaştırılmaktadır. Asgari ücret meselesi emeği satın alınan emekçinin yeniden üreme maliyetine indirgenemez. Asgari ücret yaklaşımı, ücret ve kâr bölüşümünde üretilen değerin taraflar arasında hakça çözümü olarak kabul edilemez. Nitekim son hesaplamalara göre, yaratılan katma değerde emeğin payının % 40’lardan % 36’lara gerilerken, sermayenin payının % 38’lerden % 45’lere çıkması paylaşımdaki güç ilişkisini açıkça ortaya koymaktadır. Eğer paylar arasındaki bu değişim piyasa koşullarının bir sonucu ise, bu durumda asgari ücret komisyonun görevi tartışmaya açık olur!

Asgari ücretin yükseltilmesinin enflasyon etkisi tezi ise son 11 aylık deneyimlerle çürütülmüştür. Şöyle ki, asgari ücret yükseltilmediği halde enflasyonun yükselmesi bu durumu kanıtlar. Ancak, asgari ücretin baskılanmasının günlük geçimini sağlamada zora düşen emekçilerin ve halkın büyük bölümünün finans kesimine yönelmesi hem gelir dağılımının daha da bozulmasına, hem de finansal şişkinliklerle enflasyona dolaylı yoldan katkı yapabilmektedir. İşte bu noktada asgari ücret konusunu münferiden değil de, katma değerden adil hisse olarak ele alınması, sermaye ve yandaşı hükümet çevresine bu görüşün kabul ettirilmesi gerekir. Aksi halde, asgari ücret trajedisi, sürdürülebilir trajedi olarak meşrulaştırılmış olur ve sürgit devam eder. Asgari ücret tartışmalarında emekçi kesimi kurban olarak kamuoyunun önüne atılması, kamunun tüm dönemlerin en yüksek seviyesine ulaşmış israf niteliğindeki olağanüstü kamu harcamalarının da gizlenmesine yol açmaktadır. Asgari ücretin baskılanmasının üretim ile doğrudan bir ilişkisi olmayıp, siyasal güç dengeleri açısından verimsiz sanayi kesiminde kârların yükselmesine olduğu kadar, müsrif kamu yöneticilerin konforunun bozulmamasına hizmet eder. Asgari ücret komisyonunda yer alan emekçi kesim taraftarlarının pazarlıklarda idrak etmesi gereken konu budur.

Bu ve benzeri tartışmaları devamlı gündemde tutmalıyız ki, kamuoyu sistem mantığı ve işleyişi hakkında bir fikir sahibi olabilsin. Asgari ücret ya da yükselen yoksulluk gibi sosyo-ekonomik sorunları bir torbaya koyarsak, ekonomik kriz olgusunu bir başka açıdan şans olarak da görmemiz olasıdır. Kriz, fırsatçı yatırımcı için bir avantaj olarak görülebilir. Doğru, fakat ben bundan söz etmiyorum. Benim burada açmak istediğim konu, krizlerde halklar açısından büyük avantajlar, olanaklar ve olasılıkların saklı olduğudur. Ekonomik krizler, sistemin görece olumlu ve durağan aşamalarından çok daha etkili olarak sistemin işleyişi hakkında topluma bilgi ve fikir sunar. Kriz dönemlerinde sıkışan insanlar hem sistemin işleyişini algılar, hem de içine düştükleri sıkıntılardan kurtulma çareleri hakkında düşünce geliştirir, eylemlere yönelirler. Hatta siyasileri suçlarlar, her ne kadar suçlama gerekçeleri farklı olsa da! Kısacası halklar krizler dönemlerinde siyasallaşabilir. Halkların siyasallaşması derhal tek bir krizde oluşmaz, ancak her kriz dönemi halklar için bir tür manevra ve proje geliştirme olanağıdır.

Halklar anonim ve atomize olduğu için kolektif davranışa yönelmede zorlanabilir. Nitekim Gezi olayında görüldüğü gibi, organize olmayan halk hareketi sönmeye ya da zalimce baskılanmaya mahkûmdur, bu tür anonim olaylar toplumda önemli bir deneyim olarak anılmakla beraber fazla bir iz bırakmayabilir. Her olay ya da oluşum toplumsal açıdan bir ders olduğu gibi, kuşkusuz Gezi olayı da bir ders oluşturmuştur. Nitekim Gezi olayından alınan ders, halk olaylarının siyaseti sarsabilmekle beraber, organize olmadığı, siyasetten muzdarip kesimlerin çekingen davranarak girişilen demokratikleşme eylemlerine güçlü destek koymadığı durumda fazla başarıya ulaşamadığıdır. Buna rağmen, her durumda sosyal olaylar halklar için deneyim olarak fevkalade kıymetlidir. Krizlerin halk hareketlenmesini tetiklemesi açısından önemi büyüktür.

Fakat toplumsal hareketleri sistem karşıtı organize konuma sokmak sendikaların sınırını aştığından, siyasi partilerin işidir. Bugün dış sermaye ile birleşmiş iç sermaye ve hükümet birlikteliği toplumun üzerinde boza pişirebiliyor ise bunun sorumlusu olarak kimleri, hangi örgütleri görmeli, hatta suçlamalıyız, acaba! İşte bugün gündemimizde olan ana sorun, kimin cumhurbaşkanı ya da kaçıncı kez cumhurbaşkanı olacağı, bu tiyatroyu geçmişin solcularının bugün hukuk adına nasıl utanmazca savunduğu meselesinin çok öresinde, hatta bu konu ile de mücadele etme adına, emperyalizme teslim olmuş tüm bu tiyatral yapılanmalarla hangi kurumlar ya da yapılanmalarla mücadele edileceğidir. Gündemdeki bu sorunun yanıtı, aralarında ittifak kuramayıp, devamlı bölünen sol siyasi yapılanmalardadır. Bu konunun ileride ele alınması kaçınılmaz görülüyor.