Seçimi kim kazandı?

"Büyük ölçüde kurumsallaştırılan dinselleşmenin “hukuksallaşması” önemli bir hedeftir. Bununla ilgili akla hemen iki neden gelmektedir. Birincisi meşruiyet. “Yeni” anayasa ile siyasi iktidar artık “kuralsız” davranmak zorunda kalmayacaktır. Artık uyabilecekleri bir “temel belge” olacaktır. İkincisi ise sürekliliktir."

Seçimi kim kazandı?

BİLGÜTAY HAKKI DURNA 

*Bu yazı Hukuk Defterleri dergisinin 41. sayısında yayımlanmıştır. 

31 Mart 2024 tarihinde yapılan yerel seçimlerin sonuçları ile ilgili olarak kestirmeden söyleyeceğim, ülkenin hızlıca (daha da) sağcılaştığıdır.

Seçimin hemen öncesinde kaleme aldığım bir yazıda da seçimin sonuçları ne olursa olsun, hangi aktör “başarılı” olursa olsun, Türkiye’yi bir sağ cephenin beklediğini ifade etmiştim. (1)

Peki, AKP’nin seçimi kaybettiğinin ya da seçimi CHP’nin kazandığının ifade edildiği bir tabloda ülke nasıl sağcılaşmaya devam ediyor? Öncelikle, kazananı ve kaybedeni çok hızlı ilan etmememiz gerektiğini düşünüyorum. Böylesi hızlıca yapılan saptamaların üzerine biraz düşünmek gerekiyor. Buradan sakın CHP’nin başarısının küçümsendiği sonucu çıkarılmasın. Ya da AKP’nin 2002’den beri ilk kez bir seçimden birinci parti olarak çıkamadığının üzerinden atladığım düşünülmesin. Bunların tümü önemli gelişmeler. Her şey bir yana, seçim sonuçları ile birlikte oluşan bu tablo toplumun “AKP karşıtı” kesimlerinde bir moral üstünlüğü de sağladı. (Moral üstünlük hala devam ediyor mu, bu ayrı bir tartışma konusu tabii.)

Ama, yine de tekrar edeceğim: Ülke hızla sağcılaşıyor.

Seçimin sonrasında aceleyle yapılan bir diğer değerlendirme de sonuçların Türkiye’de siyasi ve hukuki normalleşmenin önünü açtığı yönünde dile getirilenlerdi. Kuşkusuz yurttaşlar baskıdan, otoriterleşmeden, yaşam tarzlarına müdahalelerden, ekonomik gidişattan ve daha bir dizi nedenden dolayı çok yorulmuş durumdalar. “Rahatlamak” ve nefes almak istiyorlar. Bu yurttaşlar için oldukça anlaşılabilir bir durum. Ama “normalleşme” yönünde yapılan değerlendirmeler siyasi özneler tarafından yapıldığında, politik olarak kabul edilebilir bir yaklaşıma sahip olmuyorlar.

Değerlendirmelerin “normalleşme” tespiti üzerinden yapılması, (farkında olarak ya da olmayarak) esasen “AKP’nin düzeni”ne razı olmak anlamına geliyor. Çünkü kökten bir müdahale olmadığı sürece esaslı bir değişiklik de olmayacaktır. Bunun yurttaşların aradığı “normalleşme” dahi olmadığı ise açıktır. En genel hali solda duran bu toplamı sağ cephenin bir parçası olarak nitelendirmek belki insaflı bir değerlendirme olmaz. Ancak dümenin tamamen sağa kırılmasına katkı sunduklarını rahatlıkla ifade edebiliriz. Daha da kötüsü, bu toplam “sol” seçmenin önemli bir kısmını peşinden sürüklediği için de ülke hızlıca (ve rahatça) sağcılaşmaktadır. Sağcılaşmaktan kastımızın “AKP düzeni” olduğunu eklemeye gerek var mı, bilemiyorum.

Aslında yukarıdaki paragrafta dile getirilenleri seçimin hemen ertesinde de ifade etmiştik. Şimdi, seçimin sonrasında AKP ile CHP arasında ki “diyaloglardan” bugüne, geldiğimiz noktaya bakınca, (ne yazık ki) haklılığımız ortaya çıkmaktadır. AKP (artık) seçimin kaybedeni değildir.

Kuşkusuz, seçim sonuçları AKP açısından rahatsız edicidir. Kaybettiği şehirlerden öte, önümüzdeki günler, yıllar açısından iktidarı için endişe vericidir. Ancak AKP üst yönetimi neredeyse hiç “seçimleri kaybettik” ruh hali içerisinde olmadı. Daha doğrusu gelinen bu noktayı kabullenmediler. Bu nedenle de beklenen “normalleşme” sürecine girme olasılıkları zaten hiç yoktu. Bugün gelinen noktada da artık 31 Mart seçimlerini hatırlayan bulunmamaktadır!

AKP’nin içi

Bir süredir AKP’nin “derin devlet”e mahkûm hale geldiği, sürecin (artık) “derin devlet” tarafından yürütüldüğü yönünde tezler dile getiriliyor. Ancak değerlendirmelerimizi bu tezleri(de) ihmal ederek yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu tezler önemsiz olduğundan dolayı değil. Gerçekliğini de bilemeyiz. Düzen içi siyasette açık ya da örtülü (gizli demek daha doğru) ittifaklar her zaman olur. FETÖ sonrası yeni ittifakların kurulduğu da zaten hep söyleniyor. Ama sanırım kimse AKP’nin bu ilişkiler ağı içerisinde bir kuklaya dönüştüğünü düşünmüyordur. Esasen dikkate alınması gereken de budur.

Seçim akşamı Tayyip Erdoğan’ın yaptığı balkon konuşması “olması gereken” idi. O kadar. AKP’nin bu çizgi üzerinden yol alacağını bir an dahi düşünmedik. Zaten peşi sıra Van seçim sonuçlarına müdahale “denemesi” de bu durumu hemen gösterdi. Bu nedenle, esasen seçimin hemen ertesi günü Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkanvekili Mehmet Uçum tarafından yapılan açıklamaya bakılması gerektiğini düşünüyorum. Uçum’un sosyal medya hesabından yaptığı açıklama yukarıda ifade etmeye çalıştığım yaklaşımı da net olarak ortaya koymakta. Uçum’un ne dediğini hatırlayalım:

-Türkiye’nin yetkin demokrasisine sahip çıkılmalıdır.

-Seçimlerde kendini başarılı gören her parti Türkiye’yi ve Demokrasisini iktidarla birlikte savunmak ve geliştirmek zorundadır.

-Başkanlık sisteminde yerel seçim sonuçlarından yola çıkılarak Hükümete ve TBMM’ye yönelik seçim eksenli talepler üretmek mümkün değildir.

-Türkiye 2028’e kadar dört yıllık seçimsiz dönemde her alanda reform siyasetini hayata geçirecektir.

-Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ülke Liderliğiyle Bağımsız ve Güçlü Türkiye perspektifine bağlı olarak Türkiye’nin yeni aşamalara geçmesine önderlik yapacaktır.

Mehmet Uçum Van Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerine yönelik, seçimler sonrası yaşanan gelişmeler ile ilgili yaptığı açıklamasında ise vurgularını daha da artırdı. Türkiye toplumunun yerel seçimlerde iktidara bir istikamet çizdiğini, devletin de bunu çok iyi okuduğunu, seçim sonuçlarını Türkiye’nin batının egemen güçlerine teslim edilme koşullarını oluşturduğu şeklinde okuyanlara Milli Devlet iradesinin haddini bildireceğini ifade eden Uçum, açıklamasında muhalefetin tüm aktörlerinin ve “iktidar içinde yer aldığı kabul edilen” diye tanımladığı bir toplamın da Van olaylarında aldığı tutumun kaydedildiğini belirtti. Mehmet Uçum, son olarak da geçtiğimiz günlerde, Anayasa Mahkemesi’nin son Can Atalay kararının hukuk dünyasında icrai bir etkisinin olmadığını savundu ve yargıya “kararı uygulamayın” mesajını iletti.

Mehmet Uçum’un seçimin hemen ertesinde yaptığı ve yukarıda yer verdiğim açıklamasında ki dört noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum: 1- Seçim sonuçlarını Türkiye’nin batının egemen güçlerine teslim edilme koşullarını oluşturduğu şeklinde okuyanlara Milli Devlet iradesi haddini bildirir. 2-Muhalefet Türkiye’yi ve Demokrasisini iktidarla birlikte savunmak ve geliştirmek zorundadır. 3-Türkiye 2028’e kadar dört yıllık seçimsiz dönemde her alanda reform siyasetini hayata geçirecektir. 4- Türkiye yeni aşamalara geçecektir.

Mehmet Uçum’un açıklamaları kuşkusuz bir yaklaşımdır ve kamuoyunda da çokça ifade edildiği üzere, AKP içindeki yaklaşımlardan yalnızca bir tanesidir. Ancak, unutmamak gerekiyor ki, AKP seçim öncesi de siyasetini bu tarz üzerinden kuruyordu ve seçim sonuçlarının bu tarzı değiştirmeyeceğini düşünüyorum. Aksine pekiştirme olasılığı daha yüksektir.

Bununla birlikte, AKP içindeki farklı yaklaşımlardan bahsedilecekse, kuşkusuz AKP Ankara Milletvekili Tuğrul Türkeş’in son dönem Osman Kavala çıkışını atlamamak gerekiyor. Ekonominin kötü gidişatı ile hukukun doğru işlememesi arasında bağ kuran, Kavala’yı (ve diğer Gezi tutuklularını) ziyaret edeceğini ama Adalet Bakanlığından cevap alamadığını ifade eden Türkeş AKP içerisindeki diğer bir yaklaşımı temsil ediyor. (Tuğrul Türkeş, Osman Kavala, Tayfun Kahraman, Can Atalay, Çiğdem Mater Utku ve Mine Özerden’i 31.07.2024 tarihinde ziyaret etti.) (2)

Yukarıda ifade ettiklerimizin gösterdiği üzere, seçimin ertesinde, AKP içerisinde zaten var olduğu anlaşılan bir tartışma kamuoyuna yansıdı. Bu tartışmanın doğrudan seçim sonuçları ile ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Ancak sonuçlar, seçimin hemen ertesinde bu tartışmanın gün yüzüne çıkmasını sağladı. (3)

Bunun yanında ne Uçum’un ne de Türkeş’in kafasına göre hareket ettiğini düşünmüyorum. Tayyip Erdoğan’ın bu tür çıkışlara ses çıkarmaması kuşkusuz onay verdiği anlamına gelmez. Ancak önceden haberi olmadığını düşünmekte bana pek makul gelmemekte. Yine de bu tür çıkışların ne kadar bilgisi dahilinde olduğu üzerinden komplo teorilerinin cazibesine kapılmak yerine, tartışmaların siyasi sonuçlara odaklanmak daha sağlıklı olacaktır. Bununla birlikte, kendimle çelişmeyi göze alarak, bu tartışmaların AKP içerisinde esaslı bir yarılmaya neden olacağını düşünmediğimi ifade etmek isterim. Ve yine, kişisel olarak, bu tartışmayı seçim sonuçlarını “kabullenmeyen”, “milliyetçi” kanadın (doğru bir ifade değil ama anlatım kolaylığı sağlıyor) kazanacağını düşünüyorum. Ancak eklemek gerekiyor, kastım kişiler ile ilgili olmayıp yaklaşıma dairdir. AKP’de kimler kalır kimler gider, bilemeyiz. Bizi nihayetinde pek ilgilendirmez de. (Bu arada bugün kurulan tüm bu denklemlerin içinde Selahattin Demirtaş’ın yer almadığına dikkatinizi çekmek isterim. Yarını ise bilemeyiz!)

Sağ cephenin alameti farikası: “Yeni” Anayasa

Mehmet Uçum’un açıklamalarında öne çıkan “Milli Devlet” kavramlaştırmasının vücut bulmuş hali için en uygun formül “sağ cephe” olarak gözükmektedir. Bu nedenle açıklamalar yalnızca aba altından sopa göstermek olarak da okunmamalıdır. Esasen bir çağrıdır da.

Bu yazılanların en doğrudan sonucu ise AKP’nin bir erken seçim yolunu tercih etmeyeceğidir. Daha doğru bir ifade ile temel hedefleri ile ilgili yol almadan, sonuçlandırmadan erken seçimi gündeme getirmeyeceklerdir. Buradaki en temel başlık ise “yeni” anayasadır. Nihayetinde TBMM’nin sandalye sayısı dikkate alındığında olası anayasa değişikliği ancak halk oylaması ile gerçekleşebilecektir. Bunun üzerine 31 Mart seçim sonuçları da eklendiğinde, ortaya çıkan tablo da sağ cepheye ihtiyacı işaret etmektedir.

Dipnotta da ifade ettiğim gibi, sağ cepheden kasıt, ilgili siyasi aktörlerin tamamının bir arada “ittifak” halinde durması değilse (bu zaten mümkün de değildir), kasıt esasen temel gündemlerde bir politik ortaklık hali, fikir ve eylem birliği içinde hareket edilmesi ise, temel gündem(ler) denilince de akla hemen “yeni” anayasa başlığı gelmektedir. Kuşkusuz bu özneler günlük siyasetin önümüze getirdiği (ya da getirilen) başlıklara dairde ortaklık haline sahiptirler. Ancak “yeni” anayasa tüm bu “güncel” başlıkları örten, daha doğrusu kapsayan bir başlıktır.

Sürekli ifade ettiğimiz üzere, siyasi iktidar için rejimin merkezine yerleştirilen ve büyük ölçüde kurumsallaştırılan dinselleşmenin “hukuksallaşması” önemli bir hedeftir. Bu rejimin meşruiyeti için oldukça önemlidir. “Yeni” anayasanın anlamı da budur. Anayasal değişiklikle hedefledikleri “ailenin korunması” olarak ifade edilen düzenlemeler, başörtüsüne anayasal koruma ve bunların “teminatı” olarak yargının bir kez daha şekillendirilmesi gibi başlıklarda yazının başında ifade ettiğim sağ cephenin de esasen varlık nedenidir. “Yeni” anayasa sağ cephenin tutkalıdır.

Bu nedenle anayasa gündemi siyasi iktidar için yapay değil, oldukça gerçekçi bir gündemdir. Yine, bu nedenle anayasa gündeminin AKP için rafa kalktığı yönündeki yaklaşımlar gerçekçi değildir. Zaten hemen seçim ertesinde, 2 Nisan tarihinde TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş Milletvekilleriyle iftar programında “1921 anayasasında olduğu gibi Türkiye’nin katılımcı, güçlü bir anayasa yapma imkânı bu mecliste vardır.” diyerek düğmeye bastı. Son olarak da AKP Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı ağustos ayı içerisinde, Ekim ayından itibaren bir çalıştay yaparak anayasa yapımının yol haritasını konuşacaklarını ifade etti. Yazıcı “yeni” anayasanın Mecliste kabul edilse dahi mutlaka milletin onayından geçmesi gerektiğini ifade etti.

Hemen yukarıda ifade ettiğim gibi, büyük ölçüde kurumsallaştırılan dinselleşmenin “hukuksallaşması” önemli bir hedeftir. Bununla ilgili akla hemen iki neden gelmektedir. Birincisi meşruiyet. “Yeni” anayasa ile siyasi iktidar artık “kuralsız” davranmak zorunda kalmayacaktır. Artık uyabilecekleri bir “temel belge” olacaktır. İkincisi ise sürekliliktir. “Yeni” anayasa ile “rejimin” sürekliliğini sağlanacaktır. Belki de sonrasında geriye bir tek adının konması kalacaktır! Bu nedenlerle de “milletin onayı” kritik bir yerde durmaktadır. Hem Yazıcı hem Uçum bu nedenlerle de TBMM’nin sandalye sayısından bağımsız olarak, her durumda referandum olmalıdır demektedirler.

Gelelim diğer öznelere

Kürt siyaseti ve liberaller için 1921 Anayasası ruhu “yeni” anayasa tartışmalara tutunmak için (ne yazık ki) yeterli olacaktır. Ülkenin bugünkü sorunlarının çözümünü için 1. Meclisin oluşum koşulları (toplumsal, dinsel, etnik, düşünsel çeşitliliğini içeren çoğulcu meclis ve müzakereci, mutabakatçı yöntem olarak ifade ediliyor) ile 1921 Anayasasını oluşturan ilkeler (yerel demokrasi ve halk iradesi- insanların yerelde kendilerini yönetebileceği şartların yaratılması – ile bu ilkelerin anayasal kabule bağlanması olarak ifade ediliyor) bu cenah tarafından sıklıkla dile getiriliyor. Ne var ki bu tartışmalar tarihsel ve sınıfsal bağlamından koparılarak yapılmakta. Bu yazı da bu yorumlara dair bir tartışma yürütmeyeceğim. Yalnızca Kürt siyasetinin ve liberallerin anayasa tartışmalarına neresinden tutunacağını ifade etmeye çalışıyorum.

CHP ise (tüm gelişmelerden sonra artık ne anlamı kalırsa) ilk dört maddenin değiştirilemezliği ile model tartışmaları üzerinden (başkanlık rejiminin düzeltilmesinden artık pek dillendirmeseler de parlamenter sisteme geri dönüşe kadar) bir dizi derinliği olmayan argümana tutunmaya devam edecek gözüküyor. CHP’nin bu siyaset tarzından âlâ sağcılaşmaya katkı sunmak mümkün mü? Zaten Mehmet Uçum 20.08.2024 tarihinde “yeni” anayasa tartışmalarına ilişkin sosyal medya hesabından yaptığı açıklama ile Anayasanın ilk dört maddesinin milletin vazgeçilmezi olduğunu ifade ederek (ilk dört maddenin değiştirilemeyeceğini vurgulayarak) bir yandan “sağ cephe” bileşenleri tarafından yürütülen tartışmalara yönelik aksiyon alırken bir yandan da CHP’ye (ve diğer benzer yaklaşıma sahip öznelere) mesaj vermektedir. AKP içinden yapılan çağrılar yalnızca Cumhur İttifakı’na yönelik değildir. Muhalefet içine de bir çağrıdır.

Peki, sosyalist sol?

Ne yazık ki sosyalist hareketin büyük bir toplamı da ülkede yaşanan sağcılaşmadan kendini koruyamamakta, bağımsız politikalar geliştirememektedir. Oysa, bu kadar sağcılaşan bir ülkede ihtiyaç tüm netliği ile soldur.

Öyle ise, başlıkta yer alan soruya dönecek olursak; seçimin (daha doğrusu bir bütün olarak yaşanılan sürecin) kazananı (hala) belli değildir.

 

NOTLAR

1- Yazının ilgili bölümü şu şekilde idi: Seçim sonuçları ne olursa olsun, hangi aktör “başarılı” olursa olsun, Türkiye’yi bir sağ cephenin beklediğini düşünüyorum. YRP ve HÜDA – PAR AKP’nin daha da sağından zorlamalarına devam edecektir. MHP ile BBP zaten AKP’nin yanında durmaya devam ediyor. Tüm bu partiler açısından AKP’ye rakip olmak ile ittifak olmak halinin bir arada olduğunu da söylemek gerekiyor. Asıl, bu “klasik” toplama CHP’nin TBMM’ye taşıdığı sağcı partileri ekleyebilirsiniz. Onlara kimse güvenmiyor. Zaten her durumda parsa toplama peşindeler. İYİP’i ise durduğu yer açısından artık konuşmaya gerek var mı, bilemiyorum. Yelpazenin “sol” tarafında ise, başkaları için olabilir ama, bizler için sürpriz sayılmayacak gelişmeler olası. CHP için artık rahatlıkla merkez sağ bir parti diyebiliriz. Kürt siyaseti ile liberaller ise önümüzdeki günlerin olası gündemleri ile birlikte hızlıca “iktidarın yanına” geçebilirler. Kuşkusuz sıraladığım bu toplamın tamamının bir arada “koalisyon” ya da yeni adı ile “ittifak” halinde duracağını söylemiyorum. Bu zaten mümkün değil. Ya da yeni oluşumlardan da bahsetmiyorum. Kastım esasen temel gündemlerde bir politik ortaklık hali. Fikir ve eylem birliği içinde hareket edilmesi. (Yazının tamamı için: https://yurtsever.org.tr/2024/secim-sonrasi-yazisi-527267/ , 29.03.2024.)

 

2- Konuya ilişkin Tuğrul Türkeş ile yapılan röportajın tamamı için: https://www.gazeteduvar.com.tr/tugrul-turkes-kavalayi-ziyaret-edecegim-gercek-milliyetcilik-bu-haber-1706078 )

 

3- Sanırım şu farklı iki örnek de AKP içinde süren tartışmalara dair ipuçları verebilir. Birincisi Hüseyin Çelik’in 23.04.2024 tarihinde “serbestiyet.com” da yer alan röportajı. Hüseyin Çelik AKP’nin seçim yenilgisinde MHP’yle ittifakın büyük rolü olduğunu düşünüyor ve AKP’ye giden Kürt oylarının dip yapmasının altında da bu ittifakın yattığını ifade ediyor ve ekliyor: AKP’nin fabrika ayarları AKP’nin programıdır. AKP fabrika ayarlarına dönerse, hatalarını düzelterek yoluna devam eder (Röportajın tamamı için: https://serbestiyet.com/roportaj/ozel-roportaj-huseyin-celik-sarayda-komunist-bozuntusu-ne-idugu-belirsiz-adam-racon-kesiyor-parmak-salliyor-sayin-cumhurbaskani-buna-nasil-musaade-ediyor-164354/ ). İkinci örnek ise Süleyman Soylu’dan. Soylu 20.06.2024 tarihinde, kendi internet sitesinde yer alan yazısında Cumhur İttifakı’nın parçalanmasının hedefe konulduğunu belirterek, böl, parçala, yönet sloganı ile hareket edildiğini ifade etti. Soylu’ya göre CHP öncülüğündeki örtülü ittifakın üç aşamalı hedefi bulunmaktadır. 1. MHP’yi Cumhur İttifakından uzaklaştırmak 2. Kent uzlaşısı gibi milleti aldatan bir formülle terör örgütünün desteğini örtülü olarak almak. 3. Mümkünse 50+1 formülünü aşağı çekerek hem görünür HDP desteğine mecbur kalınmasını engellemek hem de ittifak zorunluluğunu ortadan kaldırarak, Cumhur İttifakı’nı parçalayarak ayrı ayrı seçimlere girmelerini teşvik edecek seçim ortamını oluşturmak. Soylu karşı tarafın hedefinin 2028 seçimleri olduğunu ifade etmektedir (Yazının tamamı için: https://suleymansoylu.com/cumhur-ittifaki-saldirilarinin-altinda-ne-yatmaktadir-bol-parcala-yonet/ ).