Rus Çarlığı’nın, Lenin’in ifadesiyle, “ulusların mezarlığı” olması hali Yahudileri de ayırmıyordu. Çarlık, emperyalist dünyanın en büyük Yahudi toplumlarından birine sahip olduğu gibi bu nüfusu sürekli olarak pogromlar denilen kalkışmalar ile kontrol altında tutulmaya çalışılıyordu. Rusya, bu haliyle, Siyonizmin en önemli merkezlerinden biriydi. Ağır bir ayrımcılığa tabi tutulan Yahudi topluluğu için “vaat edilmiş topraklar” ciddi bir kurtuluş programıydı aynı zamanda. Siyonist hareketin önde gelen isimleri arasında Rusya’dan çok sayıda ismin olması da bu açından şaşırtıcı değildi.
Öte yandan, Bolşevikler açısından Siyonizm milliyetçi bir burjuva ideolojisiydi. Bu açıdan, Bolşevikler Siyonizmle uzun yıllar mücadele ettiler. İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve özellikle Büyük Yurtseverlik Savaşı ile Bolşeviklerin bu siyasetinde yeni bir sayfa açma zorunluluğu doğmuştu. Öncelik, elbette ve mutlak olarak sosyalist devletin korunmasıydı.
Sovyetler Birliği, savaşın başlangıcından itibaren Nazi işgalinden kaçanlar için önemli bir sığınak oluşturuyordu. Gerek bu sığınmacılar gerekse Sovyet Yahudi toplumu, Siyonistler açısından İngiliz mandasındaki Filistin topraklarına yönlendirilecek taze bir nüfus anlamına geliyordu. Dolayısıyla Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler Siyonistlerin de önceliğiydi. Bunun bir nedeni de savaş sonrasında kurulabilecek bir Yahudi devleti için SSCB’nin desteğini alabilmekti.
Sovyetler Birliği, savaş sırasında Nazilerin Yahudilere uyguladığı vahşi soykırımı Nazilere karşı etkili bir propagandaya dönüştürmeyi başarmıştı. Bu çerçevede, Sovyetler Birliği’nde “Yahudi Anti-Faşist Komitesi” gibi örgütlenmelerle tüm dünyada Yahudi toplulukları üzerinden Nazilere karşı Kızıl Ordu’nun kahramanca mücadelesinin ihtiyaç duyduğu desteğin sağlanması için uğraşılıyordu.
Böyle bir dönemde Sovyetler Birliği’nin önceliği müttefikleri ile iyi ilişkileri korumaktı. Daha önce de Siyonizmi Ortadoğu’da İngiliz çıkarlarının savunucusu olarak eleştiren Sovyetler Birliği, savaş sırasında müttefiki İngiltere ile ilişkileri zorlamamak adına Filistin’de kurulabilecek bir Yahudi devletinden bahsedilmesini istemiyordu. SSCB’nin bu politikası savaşın sonuna kadar devam etti.
Savaşın sonrasında emperyalistlerin hiç vakit kaybetmeden sosyalizm karşıtlığı ile yeni çatışmalar çıkarmayı kovalamaları karşısında ise SSCB’nn önceliği bu kez yeni kurulmakta olan dünya sosyalist sisteminin korunmasıydı. Bu öncelik kapsamında Sovyetler birliğinin etki alanının genişletilip derinleştirilmesi esas alındı. Bu doğrultuda daha önce ağza dahi alınmayan Filistin’in bağımsızlığı talebi dillendirilir hâle geldi.
İngiltere’nin Mısır ve Filistin’den askerlerini çekmesi, Filistin’in yönetiminin İngiltere ve ABD’nin yanı sıra SSCB’nin de içinde yer aldığı bir ortak yönetime veya yeni kurulan Birleşmiş Milletler idaresine bırakılması gibi öneriler ortaya atılırken İngiltere’nin ABD’yi Ortadoğu işlerine dahil etmesinin de önüne geçilmesi ya da hiç değilse dengelenmesi amaçlanıyordu.
Bununla birlikte, Sovyetler Birliği’nin savaş sonrasında herhangi bir Yahudi- Müslüman çatışmasında doğrudan taraf olmaktan kaçındığını da söylemek gerekir. SSCB, yaptığı ortak yönetim ve Birleşmiş Milletler idaresi önerileri kabul görmediğinde ise bu kez birleşik bir Arap-Yahudi devleti kurulmasını önerdi. Ancak bu öneri de Arap Birliği’nin bütünlüklü bir siyaseti ortaya koyamaması nedeniyle boşa düştü. Sovyetler Birliği’nin birleşik devlet önerisi boşa düşünce bu kez gündeme iki devletli bir çözümü de masaya getirdi.
Sonuçta, Birleşmiş Milletler, Filistin’in iki devlet şeklinde taksim edilmesini karar altına alırken Sovyetler Birliği’de bu kararın destekçileri arasında yer aldı. İsrail’in kuruluşunda en büyük destekçiler ABD ile birlikte SSCB idi. ABD, Araplar nezdinde bu durumu lehine kullanmaya çalışırken Siyonistler ile SSCB arasında gizli bir anlaşma olduğunu ileri sürecek kadar büyük bir manipülasyon peşinde koşuyordu. Öyle ki Arap ülkeleri üzerindeki etkisini korumak için en sonunda Yahudi milislere silah satışından ve Yahudi devletinin kurulmasına kadar tüm desteğini geri de çekecekti.
Nihayet SSCB, İsrail’i kuruluşundan üç gün sonra 18 Mayıs 1948’de tanıdığını da bildirecekti. ABD, şaşırtıcı olmayacak şekilde daha önce davranarak ilk gün İsrail’i tanımıştı. Sovyetler Birliği, 1948’deki Arap-İsrail Savaşı’nda İsrail’e silah ve Avrupa’dan Yahudi göçmen akışının sağlanmasına varan bir yakınlık söz konusuydu. Tüm bunlarla birlikte, İsrail’in savaşı kazanarak varlığını perçinlemesi üzerine ABD ve İngiltere’nin daha yakın ilişkiler kurmaya başlamasına neden olurken başından beri kapitalist yolu tercih etmekte tereddüdü olmayan Siyonistlerin de Sovyetler ile ilişkilerin yerine Amerikancılıklarını adım adım hayata geçirdikleri bir dönemi başlattı.
1948’den 1953’e kadar İsrail Sovyetler Birliği’ne artan şekilde düşmanlık gösterecekti. SSCB’deki Yahudi topluluğunun İsrail’e göç etmesi hedefiyle yürütülen Siyonist politikalara karşı Sovyetler Birliği’nin gösterdiği direnç, bugün de tanıdık gelecek şekilde, anti-Semitik ilan edilerek bir propaganda malzemesi yapılırken iş 1953 Şubatı’nda SSCB’nin Tel Aviv’deki büyükelçiliğinin bombalanmasına ve faillerin korunmasına kadar varacaktı.
Kopan ilişkiler sonradan yeniden kurulup 1956’daki Süveyş Krizi’ne kadar önemli ticari ilişkiler geliştirilse de 1953’ten sonra Amerikancılığı ayyuka çıkan İsrail’e karşı Sovyetler Birliği bölgedeki bağımsızlıkçı Arapları desteklemeye başlayacaktı.
Bu açıdan, 1955’te Çekoslovakya ile Mısır arasındaki silah anlaşması ile Sovyetler Birliği’nin Arap-Yahudi çatışmasında daha aktif bir taraf haline geldiğini söylemek de mümkün hale geliyor. Daha önce1948’de bu anlaşmanın bir benzerinin uygulanmasına izin verilmediği düşünüldüğünde bu durum Sovyet politikasındaki değişimin derecesini göstermesi açısından önemli sayılmalıdır.
Bu ittifak yaklaşımı, Sovyetler Birliği ile İsrail ilişkilerinde zaman zaman yakınlaşma ve yumuşama girişimleri olsa da Altı Gün Savaşları’nda İsrail’in bir kez daha başarılı olmasının ardından doğrudan müdahalenin dahi konuşulacağı bir gerileme ve savaştan sonra ilişkilerin bir kez daha kopmasına varacak kadar istikrar kazanacaktı. Bu tarihten sonra ABD’nin 6. Filo’sunun faaliyetlerine karşı Suriye ve Mısır ile ittifakın geliştirilmesi hız kazandı.
Cemal Nasır’ın ölümü sonrasında Enver Sedat yönetimiyle aynı düzeyde ilişkiler sürdürülemese de Suriye ve Lübnan üzerinden Filistin Kurtuluş Örgütü desteklenerek ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalelerine karşı bağımsızlık ve kurtuluş hareketleri ile birlikte mücadele edilmeye devam edildi.
Bununla birlikte, Sovyet dış politikasında “barış içinde bir arada yaşam” gibi ilkelerin ideolojik mücadele tahkimatının zayıflatılması ile emperyalizme karşı artan şekilde bir tür uzlaşmacılığın belirginleşmesi sonucunda ABD’nin “Yeşil Kuşak” projesi kapsamında sosyalist veya Sovyetler Birliği ile ittifak halindeki örgütlere karşı siyasal İslamcı akımları öne çıkartan politikalarına karşılık verilemeyerek mücadelenin önemli ölçüde geriye düşmesine engel olunamadığını da ifade etmek gerekiyor.
Emperyalizme karşı mücadele etmekten geri düşüldüğü ve sosyalizmin olmadığı bir dünyada sermaye sınıfının vahşetini dizginleyecek bir güç dahi kalmamış durumda.
Çocukları ilaçlarla manipüle ederek istismara uğradığına inandıran 'Profesör Kabus' olarak tanınan Salık Zoroğlu'nun kullandığı ketamin…
23 Derece hesabının sahibi Gökhan Özbek, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımla gözaltına alındığını duyurdu.
Ankara'nın Nallıhan ilçesindeki Çayırhan Termik Santrali’nin varlık satışına karşı maden işçilerinin kendilerini yer altına kapatarak…
Tulsi Gabbard, Türkiye'nin sadece 'ismen' NATO üyesi olduğunu savunurken, Kıbrıs'ın 'birleştirilmesini' istiyor ve PKK'ya yönelik…
MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın, 3 milletvekilinin istifasının istendiğini sosyal medya hesabından duyurdu.
Eski milletvekili Ufuk Uras, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'yle görüştüğünü duyurdu. Uras, MHP lideriyle ilgili…