Ulusal sorun, Kürt sorunu ve gericilik üzerine: Batıda Türk-İslam, doğuda Kürt-İslam sentezi mi?
12 Eylül askeri darbesinin 1923 Cumhuriyeti’nin yıkılması için düğmeye basarken kullandığı Türk-İslam sentezinin bugün Kürt siyasetinin yaşadığı dönüşümde Kürt-İslam sentezi olarak tekrar üretiliyor olmasını tesadüf saymamalıyız.
Zafer Aksel Çekiç
Kürt siyaseti nesnel olarak gericileşiyor. Ulusal sorununun özü emperyalizmin daha serbest hareket etme isteği ile “şehir-devletlere” yönelen bir bölücülüğe ve işbirliğine çıktıkça ve dünyada sosyalist sistemin olmadığı koşullarda devrimci veya ilerici bir şiar edinilmesi de mümkün olmadığından ulusal sorun siyasetinin giderek emekçilerden ve yoksullardan uzaklaşarak burjuvazinin bayraktarlığında milliyetçileşmesi ve milliyetçileştikçe dincileşmesi kaçınılmaz görünüyor.
Geçen yüzyılın başında en önemli tartışma başlıklarından biri kuşkusuz ulusal sorundu.
Avrupa üç büyük çok uluslu imparatorluğu emperyalist-kapitalist sistem üzerinde gerçi bir baskı oluşturuyor ve bunun çözümü için bir tarafta İngiliz-Fransız burjuvazisi ile diğer Alman burjuvazisi Avrupa’nın bu gerici yapılarını kırıp yeni pazarlar olarak egemenlikleri altına almak istiyordu.
Bu üç büyük çok uluslu imparatorluk, Rus Çarlığı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu idi.
Dört yıllık kanlı savaşların en temel sonucu, hesapta olmayanlar da dahil, bu üç imparatorluğun dağılması ve ulus-devletlere ayrışması oldu.
Ulusal soruna, Sosyalist Büyük Ekim Devrimi’nin ardından Rus Çarlığı sınırları içerisinde Lenin tarafından yaratıcı bir taktiksel yaklaşımla “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” ile özünde kurulacak bir gönüllü birliktelik üzerinden cevap verildi.
Ancak bu taktiksel açılımın, emperyalizm ile ittifak edecek burjuva milliyetçiliklerine alan açmak veya sonucu sosyalizm olmayacak bir bağımsızlıkçılık bayraktarlığı olmadığını unutmamak gerekir. Dahası bu açılımın Çarlık Rusyası’ndaki bir sosyalist devrimin yaşaması için öne sürüldüğünü de…
Emperyalizmin cevabı ise dönemin ABD Başkanı’nın adını taşıyan şekilde Wilson Prensipleri ve yıkıcılık oldu. Emperyalist-kapitalist sistem bölünmeden yanaydı. Bölünecek parçalara egemen olma mücadelesindeydi.
Bugüne geldiğimizde ise artık bir sosyalist dünya sistemi söz konusu değil ve emperyalizm tüm dünyada en ufak bir uyumsuzluk gösteren tüm devletleri yeniden şekillendirme ve bu arada giderek küçük parçalara ayırıp ulus-devletin doğasından gelen tüm dirençleri törpüleme peşinde.
Yugoslavya’nın sayıları giderek artan Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği bayrakları altında en küçük parçalarına kadar bölünmesi süreci gözümüzün önünde yaşandı.
Bu iki dönemi kıyasladığımızda büyük bir farkın kapitalizmin eşitsiz gelişiminin önemli ölçüde giderilmiş olmasında yattığını görebiliriz.
Geçen yüzyılın başında, henüz sosyalist bir ülke veya sistem yokken, görece gelişkin sermayedarlara sahip ulusal grupların kendilerini ayakta tutabilecekleri ve emperyalizme entegre olacak pazarlar kurabilecekleri bir düzeye gelmeleriyle başlayan ulusal sorunun bugün emperyalizmin kendisiyle uyumsuz her alanı düzlediği bir “böl ve yönet” taktiğinden ibaret hale geldiğini söyleyebiliyoruz.
Bu bağlamda ulusal sorun, en nihayetinde ve maddi temelleri açısından bakılarak değerlendirildiğinde, diğer unsurlardan bir pazar oluşturacak toplumsal ortaklığa sahip toplulukların bu imkana kavuşması ve pazar oluşturacak şekilde örgütlenmesi meselesi olarak ele alınabilirken bugün geldiği noktada artık sadece demokrasi gibi retorikten ibaret hale gelmiştir diyebiliriz.
ABD ve Almanya, Yugoslavya’ya ne kadar demokrasi götürmüşse renkli devrimler ile veya Arap Baharı ile de uluslar kaderlerini o kadar tayin edebilmiştir.
Kürt siyasetinin gericileşmesi
Maalesef gerçek anlamda ulusların kendi kaderlerini tayin edebildikleri Latin Amerika’nın devrimci ulusal hareketlerinin devri geçtiği gibi İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan kolonilerin bağımsızlık hareketleri de çok gerilerde kaldı.
Emperyalizm ile uyumun esas olduğu günümüzde ulusal sorun üzerine siyaset yürütülmesi, hele özünde bütünüyle burjuva demokrasisinin çözüm alanında olan kültürel hakların göreli olarak sağlanmasıyla birlikte esasında bütünüyle bir “pazar” tartışmasından ibarettir diyebiliriz.
Irak’ta Barzani ve Talabani siyasetleri etrafında şekillenen emperyalizm ile işbirliği içinde bir bağımsız devlet çıkarma girişimleri yıllar içinde arpa boyu yol gitse de Türkiye’deki Kürt siyaseti üzerindeki etkisini arttırdığı gibi yarattığı basınçla da onu Kürt burjuvazisine doğru ittiriyor.
Diğer tarafta ise “içerden” Hizbullah’ın ve “dışarıdan” Adalet ve Kalkınma Partisi’nin etkisi ve yarattığı basınç da Türkiye’deki Kürt siyaseti üzerinde gericileşme ile mücadele yerine ön alma isteğini arttırıyor.
Kürt siyaseti nesnel olarak gericileşiyor.
Ulusal sorununun özü emperyalizmin daha serbest hareket etme isteği ile “şehir-devletlere” yönelen bir bölücülüğe ve işbirliğine çıktıkça ve dünyada sosyalist sistemin olmadığı koşullarda devrimci veya ilerici bir şiar edinilmesi de mümkün olmadığından ulusal sorun siyasetinin giderek emekçilerden ve yoksullardan uzaklaşarak burjuvazinin bayraktarlığında milliyetçileşmesi ve milliyetçileştikçe dincileşmesi kaçınılmaz görünüyor.
Öyle ki, “Kürt ulusal kurtuluşçusu değildi, din ağırlıklı feodal otonomiciydi” denilen Şeyh Sait Kürt büyüğü, atası olarak pazarlanmak isteniyor. Dikkat edilmesi gereken Barzani ve Talabani’nin ülkenin içinden davulla zurnayla geçirilip Kürtler’e “umut” olarak pazarlanması gibi kökendeki yoksul köylü hareketi olma iddiası, çoktan vazgeçilen solculuk yerini hızla bir milliyetçi-dinci sembollere sahip çıkmayla başlayan ve genişleyen bir etnik milliyetçiliğe bırakıyor.
Bu açıdan 12 Eylül askeri darbesinin 1923 Cumhuriyeti’nin yıkılması için düğmeye basarken kullandığı Türk-İslam sentezinin bugün Kürt siyasetinin yaşadığı dönüşümde adeta Kürt-İslam sentezi olarak tekrar üretiliyor olmasını da bir tesadüf saymamalıyız. Her ikisinin arkasındaki emperyalizmin izlerini de gözden kaçırmamalıyız.
Bugün Kürt sorunu her dönemdekinden daha fazla bir emek sorunu sayılmak zorunda. Zira Kürt siyasetinin peşinden sürüklediği emekçiler ve yoksullar her zamankinden daha yalnız durumdalar.