"Normalleşme" değil "yerleşme"
"Ancak bu hattı şekillendirirken hiç unutmadığımız bir gerçek vardır; o da Mehmet Şimşek'in devreye soktuğu, AKP iktidarının "harfiyen" uyguladığı IMF programıdır. Nitekim bu programın "uluslararası sermaye" tarafından olur aldığı, büyük emperyalist tekeller tarafından onaylandığı bugün ortaya çıkmıştır."
CHP Genel Başkanı Özgür Özel, 12 Mayıs tarihinde katıldığı bir internet programında yerel seçimlerden sonra gündeme gelen “normalleşme” tartışmaları ile ilgili şu ifadeyi kullanıyordu: “Bu tartışmayı Erdoğan değil, ben başlattım. Yumuşama değil, normalleşme” (1) Siyaseten bir tür ön alma ve merkeze kendini koyarak gündem belirleme çabasından daha fazlasını işaret eden bu ifadenin, önümüzdeki dönemin zemini açısından bazı ipuçlarını verdiği aşikar. İktidarın bıraktığı boşlukları doldurma adına CHP’nin önümüzdeki dönem daha aktif ve belirleyici bir pozisyona geçeceğin ifadesi olan bu yaklaşım, “büyük uzlaşının” normalleşmenin de temel unsuru olacağının işaretini veriyor.
Ancak bu zeminin varlığını işaret etmekten daha öte, “normalleşme” arayışlarının, siyaseten nereye oturduğunun daha iyi bilinmesi gerekiyor. Çünkü aslında “normalleşme” tartışmalarına eşlik eden Anayasa tartışmasının, yerel seçimlerden çok daha önce başladığı biliniyor. Dahası, kurulan rejimin 2023 virajı öncesinde yaşadığı sorunları aşması için benzer girişimlerin olduğu, Millet İttifakı’nın da, Cumhur İttifakı’nın da benzer eğilimleri barındırdığını biliyoruz. Her iki ittifakın genel seçimler öncesinde önerdiği ekonomik-sosyal programın bugün Mehmet Şimşek tarafından harfiyen uygulanması şaşırtıcı değil.
Rejimin aksayan yanlarını yenileme çabasının genel seçimlerden sonra devreye sokulması ve bunun da Anayasa çerçevesinde şekillenmesi şaşırtıcı olmadı. Burada bir diğer uğrak ise “yerel seçim” sonuçları oldu. Zemin bu anlamda “verimli” hale gelmiş ve rejimin oturmayan yanlarını “oturtma” çalışması başlamıştır.
Burada, rejimin oturmayan yanlarına geçmeden önce, “normalleşme” kavramına da biraz değinmek gerekiyor. Zira, siyasette “uzlaşma” faktörünün devreye sokularak bir tür “milli birlik hükümetini” temsil eden anlayışın devreye girmesi bu “normalleşme” denilen kavramın özünü oluşturuyor. Öte yandan, normalleşmeden beklenti “demokrasi” ile sınırlanınca ise Türkiye’nin “normalinin” ne olduğunu tartışmaya açmak gerekiyor.
İster bir tür uzlaşı devreye girsin, ister girmesin siyasette “nötr” demokrasi beklentisinin bir şey ifade etmediğini, olsa olsa Türkiye’de bir kesim aydının “ufkunu” temsil ettiğini söylemek gerekiyor. Türkiye’de sermaye düzeni bir ucu “tek adama” indirgenen, diğer ucu ise yerel sermaye ağları ile sınırlandırılmış bir siyasetin üzerine kurulmuştur. Burada “evrensel demokrasi” beklentisi içine girilmesi boşa çabadır.
Bu nedenle ortada, gerçekten de “yumuşama” değil, siyasetin uç taraflarının tasfiye edildiği, bir anlamda halkın tepkisinin önüne “yem” edildiği bir dönem vardır. Ancak bunu “normalleşme” olarak değil, “yerleşme” olarak görmek gerekmektedir. Çünkü rejimin sermaye düzeni açısından problemi, emperyalist sistemin gittiği yönelimlerle ilgilidir. Türkiye’nin “Batı’dan” kopmadan kendi egemenlik sahasında bulunması ve bunu yaparken de kendi sermaye sınıfı için “olabilecekler içindeki en makulunu” sunma ihtiyacı bulunuyor.
Türkiye’nin 2000’ler boyunca takip ettiği “emperyalist dünya sistemine bağlılık yolunun” aşınması beklenemez. Ama 2000’lerdeki yol ile bugünkü yol arasında farklar doğmuştur. Sermaye-iktidar-devlet devlet üçgeninde kayan ağırlık noktaları varsa, bunun yerli yerine oturması gerekir.
Yeni Anayasa tartışmalarının arkasında yatan arayış, bunun mümkün olduğunca en geniş destek ile sağlanmasıdır. Rejimin karakteri ve kuruluş dinamikleri gereği taşıdığı çelişkilerin düzeyi, bugün dahi giderilmiş durumda değil. Dahası bunların maliyeti de giderek artmaktadır. Sermaye-devlet-iktidar üçgeninde yaşanacak sapmalar, kontrolsüz sonuçları doğuracağı, Türkiye’nin emperyalizmle olan açılarını genişleteceği için bugün “yerleşme” ihtiyacı doğmuştur.
Yeni Anayasa tartışmalarını bir de bu pencereden okumak, sınıflar mücadelesini de bu ihtiyaçlara bağlı olarak yeniden şekillendirmek gerekecek.
Ancak bu hattı şekillendirirken hiç unutmadığımız bir gerçek vardır; o da Mehmet Şimşek’in devreye soktuğu, AKP iktidarının “harfiyen” uyguladığı IMF programıdır. Nitekim bu programın “uluslararası sermaye” tarafından olur aldığı, büyük emperyalist tekeller tarafından onaylandığı bugün ortaya çıkmıştır.
Şimdi verilen bu güvenin karşısında Türkiye sermaye sınıfı daha pervazsız bir şekilde emekçilerin karşısına dikilecek, bu esnada “ses çıkarmak” isteyenleri de “hukuk” aracılığı ile susturmak isteyeceklerdir.
Buna göre pozisyon almak ve elimizi mümkün olduğunca çabuk tutmak zorundayız. Aksi halde, önümüzdeki yıllarda daha büyük bir saldırının kıyılarımıza vurduğunu göreceğiz.
Aceleci olmadan, mümkün olduğunca netleşmiş bir şekilde yola çıkmak boynumuzun borcudur.