Sanayinin bilimle ilişkisi

"Endüstri bilime esas olarak gündemi yani araştırılacak konuyu belirleyerek etki etmektedir. Demek istediğim, gerekli olana değil karlı olana araştırıcılar yönlendirilmektedir. Tıptan örnekleyecek olursam kellik veya empotans tedavisi araştırmaları için ayrılan bütçe, bulaşıcı hastalıklar için ayrılanın çok üstündedir."

Türkiye’de son kırk yıldır bilimle ilgili her türlü belgede, hatta hükümet programlarında üniversite-sanayi iş birliğinden söz ediliyor. Sosyalistler dışında tüm muhalefet bu konuda aynı görüşü savunuyor ve aralarındaki tek fark “biz daha iyi uygularız” demeleri. Bu sözün bir çekiciliği mi var, yoksa kullanan kişiyi bilgili mi gösteriyor bilmiyorum ama iş birliği sürecine etkisi olamayacak alt düzey yöneticilerin bile konuşmalarında bu söz geçmezse olmuyor.

Peki, nasıl bir şeydir bu iş birliği? İlk kez kim nerede kullandı belli değil ama literatüre kalıcı girişi İkinci Dünya Savaşı sonrasına denk gelir. Bu dönem aynı zamanda bilim politikası kavramının da ortaya çıktığı zamandır. Başlangıçta sanayi-üniversite-pazar zinciri biçiminde kurulan ilişkiler yumağı, daha sonra ülkelerin özgül koşullarına göre ufak tefek farklılıklar göstererek, bilim politikalarına evrilmişti. (1) Bayh-Dole yasası ile üniversitelere araştırmalar sonucu ortaya çıkan entelektüel ürünlere patent hakkı tanınarak, bilginin piyasaya çıkışına olanak sağlanmış oldu. Bugün, Silikon Vadisi olarak bilinen Stanford Üniversitesi teknoparkındaki şirket sayısı 10.000’i aşmıştır. Sonrasında diğer ülkelerde, ABD’de olduğu kadar yoğun bir biçimde ve üniversitelerin yapısını belirleyecek boyutta olmasa da üniversite sanayi iş birliği uygulaması yaşama geçirildi. Ancak burada ilişki eşit ve karşılıklı değil, tek taraflı, sanayinin gereksinimlerine göreydi. Belki de TÜBİTAK’ın yaptığı tanım, hiç saklamaya gerek duymadan konuyu en özlü bir biçimde açıklamaktadır: “Bu programla, üniversite/kamu araştırma merkez ve enstitülerindeki bilgi birikimi ve teknolojinin, Türkiye’de yerleşik ve proje sonuçlarını Türkiye’de uygulamayı taahhüt eden kuruluşların ihtiyaçları doğrultusunda, ürüne ya da sürece dönüştürülerek sanayiye aktarılması yoluyla ticarileştirilmesine katkı sağlamak amaçlanmıştır. Programın uygulama esaslarında; Müşteri Kuruluş olarak anılan özel sektör kuruluşu ve Yürütücü Kuruluş olarak anılan üniversite ya da kamu araştırma merkez ve enstitüsü bir İşbirliği Sözleşmesi imzalayacaktır. Bu sözleşme çerçevesinde Yürütücü Kuruluş tarafından yapılacak; yeni bir ürün üretilmesi, mevcut bir ürünün geliştirilmesi, iyileştirilmesi, ürün kalitesi veya standardının yükseltilmesi veya maliyet düşürücü nitelikte yeni tekniklerin, yeni üretim teknolojilerinin geliştirilmesi projesi TÜBİTAK ve Müşteri Kuruluş tarafından finanse edilecektir.” (2)

Dikkat edilirse burada amaçlanan ne bilimin ne de kamunun çıkarıdır; söylendiği gibi amaç ticarileşme ve sanayi üretimine destektir. O zaman, ilişkiyi iş birliği olarak değil, sanayinin bilimi ve kamu kaynaklarını üniversite üzerinden kullanması olarak tanımlamak daha doğru olacaktır. Gerçekten de Türkiye’de hiçbir zaman özel sektörün Ar-Ge harcamaları içerisindeki payı yüzde 25’i aşmamıştır. Kaldı ki, bu oran hesaplanırken nasıl özel sektör payının yüksek gösterildiği, Ar-Ge harcaması adı altında turistik gezilerin nasıl finanse edildiği de ayrıca irdelenmelidir.

Endüstri bilime esas olarak gündemi yani araştırılacak konuyu belirleyerek etki etmektedir. Demek istediğim, gerekli olana değil karlı olana araştırıcılar yönlendirilmektedir. Tıptan örnekleyecek olursam kellik veya empotans tedavisi araştırmaları için ayrılan bütçe, bulaşıcı hastalıklar için ayrılanın çok üstündedir. Ayrıca, Derek Bok’un deyimiyle, “üniversiteler sanayiden destek almanın maliyetini aşırı gizlilikle, finansal çıkar çatışmalarıyla ve şirketlerin araştırma sonuçlarını değiştirme ya da yok etme girişimleriyle ödemektedir.” (3)

Tıbbi araştırmalar denilince yaygın bir şehir efsanesi olan ‘ilaç şirketlerinin pek çok hastalığın, özellikle de kanserin ilacını bulduğu ama bunu gizli tuttukları’ gelir. Elbette bunu destekleyecek hiçbir bulgu yok elimizde ancak bunu söylüyor olmam ilaç şirketlerinin tümüyle masum olduğu anlamına gelmemeli çünkü firma destekli çalışmalarda sonucun olumlu olma olasılığının daha fazla olduğu bilinen bir gerçek. Burada tipik bir ‘parayı veren düdüğü çalar’ durumu söz konusu. İlaç firmaları, evet, uydurma veri sunmuyorlar ama işlerine gelmeyen verilerin de yayınlanmasını engelliyorlar. Şöyle anlatayım, diyelim bir firmanın piyasada çok satan bir ürünü var ama patent koruma süresinin sonuna gelinmiş. Hemen yeni ancak bir öncekine çok benzeyen ve elbette daha pahalı bir ilaç çıkartılıyor piyasaya. Her iki ilaç karşılaştırıldığında aralarında önemli bir fark bulunamıyor. Bu durumda mantıken ucuz ve hakkında daha fazla deneyim birikmiş olan eski ilacın kullanılması gerekirken, bazı veriler ortadan kaldırılıp, yeni ilaç daha iyi gibi gösteriliyor. Sonuçta hastaya zararlı bir ilaç kullanılmıyor ama firmaların kârı artıyor. Çözüm elbette tüm verilerin olduğu gibi yayınlanması. Ama bu durum da şirket kârını düşürür, üstelik patent koruması kalkınca kâr iyice azalır. Yine iş geliyor, kâr kavramının ortadan kalkmasına dayanıyor.

Bilimin ve sanayinin istekleri birbiriyle örtüşemez mi? Genellikle hayır, çünkü biri evreni açıklamanın, diğeri ise kârlı olanın peşindedir. Bir olasılık ikisi birbiriyle örtüşebilir ama bu durum nadiren gerçekleşir, anlıktır ve bunun üzerine asla bir politika inşa edilemez, edilmemelidir.

 

NOTLAR

(1)https://haber.sol.org.tr/yazarlar/izge-gunal/degismeyen-nakarat-universite-sanayi-isbirligi-96834
(2)https://www.tubitak.gov.tr/tr/destekler/sanayi/ulusal-destek-programlari/icerik-1505-universite-sanayi-isbirligi-destek-programi
(3) Bok D. (2007). Piyasa ortamında üniversiteler, çev.: Barış Yıldırım, İstanbul: İstanbul Bilgi Üni. Yay.