Politikanın hedefi saptanmalı
Siyasetten konuşurken, ülkemize huzur getirecek yolun siyaset ve siyasi organ ayağını da gelecek yazıda konuşmak üzere, tüm okurlara, toplumumuza ve insanlığa Yeni Yıl’ın sağlık, mutluluk ve huzur getirmesini temenni edelim. Acaba olamayacak işlere mi temennide bulunulur. O zaman, işin olurunu düşünelim ve konuşalım, lütfen!
Bir yılı geride bırakırken, mutadan geçen yılın/dönemin bilançosu yapılmakta ve ülkemizin hangi alanlarda ligin kaçıncı sırasında olduğu, diğer bir deyişle genel olarak ülkenin nerelere savrulduğu derin bir üzüntüyle ifade edilmektedir. Oysa bunları zaten biliyoruz, bilinenleri bir kez daha tekrarlamak sadece okuyucunun zamanını istismar etmekten farksızdır.
O halde, oluşmuş olumsuzlukları bir tarafa bırakıp, ne yapılmasının gerektiği konusunda yoğunlaşmalıyız. Peki, ne yapmalıyız? Yapmamız gereken, tüm oluşumların nereyi işaret ettiğini ortaya koyup, bu konuda fikirlerin çarpışmasını sağlayarak, çözümleme yoluna girmeliyiz. Zira bu tür köşe yazıları haber konulu değil, yorum konuludur, öyle olmalıdır.
Konuya böyle yaklaşarak, kapattığımız yılın bilançosuna bakarak, iktidarın bazı uygulamaları iradi ve kasıtlı olarak gerçekleştirdiğini, muhalefetin de davranışını ‘ayarlanmış model’den sapmadan icra ettiğini görüyoruz. Kısacası, iktidar ve muhalefet karşılıklı hatlarda değil, aynı hatta aynı hedefe doğru hareket ederek, maalesef, ülkeyi bir akıbete sürüklüyor.
Ülkenin sürüklendiği yön bellidir. Yönü belirleyen ajanlar da bellidir; bunlar dünya kapitalizminin emperyalist sinir uçlarıdır.
Bu savları bir arada ele aldığımızda, Türkiye’nin savrularak ufalandığı anlaşılmaktadır.
Eğer bu sav doğru ise, iktidar neden böyle bir politikaya alet olmaktadır, ya da neden böyle bir politikayı kendisini seçen halk kesimine uygulamakta, hatta zaman zaman sertleşerek kabul ettirme yoluna gitmekte reva görmektedir? Aynı şekilde, muhalefet de neden gerçek muhalefet görevini yapmamaktadır ya da yapamamaktadır da, adeta iktidarla aynı hatta biraz farklı bir yolda şeklen ilerlemektedir!
Bu sorunun yanıtı çok güçtür, hatta tehlikelidir. Bu sorunun yanıtını düşünmek, düşünenler açısından tehlikeli, fakat ülke selameti açısından gerekli ve yararlıdır. Zira halkımızın selameti bu yanıtın düşünülmesinden, çözümlenmesinden ve belirlenen doğrultuda siyasete kolektif yön vermekten geçmektedir. Ne var ki, bu aşamalara ulaşabilmek için, ‘düşünüyorum, öyleyse varım’ sözcüğünün görünüşteki basit, özdeki yoğunluğuna ermek gerekiyor!
Kendi hesabıma, madem bu yola girildi, ‘düşünüyorum, öyleyse varım’ sözcüğünün özdeki yoğunluğuna girme haddim de olmadan, yanıtlar üzerinde bir-iki laf etmem gerekiyor. Bu konuda ilk ağızda verilebilecek en uygun yanıtın, 20 küsur yıldır uygulanan programın, araçsallaştırılmış bir siyasi organ üzerinden uygulamaya koyulmuş küresel kapitalist, emperyalist politika olduğunu ortaya koymaktır. Şöyle ki, Demokrat Parti döneminden itibaren bir yandan dinin siyasete alet edilmesi, diğer yandan da eğitimin çökertilmesiyle cehalete sürüklenen halk uyumlu görüntülü siyasi yapıya, IMF programı doğrultusunda son devrede bu süreçleri daha da koyulaştırıp hızlandırarak, kapitalizmin en sıkışık döneminde ülkeyi sömürülmeye hazır işlevi verilmiş oldu.
Toplumların ekonomik aşamaları bağlamında, 1923 İktisat Kongresi’nde alınan karaların siyasi niteliğini bir yana koyarsak, Cumhuriyet yönetiminin kapitalist raya oturtulması, kuşkusuz ileri bir hamle olarak görülebilir. Hatta o kadar ki, Devletçilik Dönemi planının Sovyet planından alıntı önsözünde ulusallığa ve ekonomik ulusal ekonomik kalkınmaya vurgu yapılması, kurucuların farkında olduğu çukurdan çıkma hamleleri olarak görülmelidir. Ancak İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında tüm Avrupa’da uygulamaya koyulan Marshall kuşatmasının erittiği bilinç toplumumuzu adım adım buralara taşıdı. Ana tepelerini Demirel-Çiller-Özal’ın oluşturduğu kutlu yürüyüşün, küresel kapitalizmin azgınlaştığı, onun paralelinde Türk siyasetinin de tarikatlarla kucaklaştığı dönemde AKP iktidarıyla buluşması rastlantısal değil, tedricen olgunlaşan sürecin doğal sonucudur. 1999 krizi ve meş’um 2000 IMF-Derviş programı da görevlendirilen siyasal erke verilmiş yol haritası oldu.
Bu aşamada sorulması gereken ikinci soru da, nasıl oldu da yürünen bu uzun yolda sol açılım kendisine bir çıkış bulamadı. Bilindiği üzere, ülkemizde gururumuzu okşayacak bir sol açılım yaşandı, hatta tam içimize serin su serpilirken fidanlar darağacında budandı. Ne unutulmaması gereken bu acı ne de ünlü Terzi İzzet olayı halkımızın düşüncesinde hak eden yerlerini alabildi! Çünkü koyu bir ‘yeşil kuşak’ darbesi ve bu darbeyi içeride besleyen açılımlar, Gazali’den beri beslenen skolastik düşünce sistem(sizliğ)inde toplumuzda derin bir körelmeye yol açtı. Nitekim başta İstanbul olmak üzere birkaç ana kentte boy gösteren sol açılım Anadolu’ya açıldığında tutunamadı, çünkü ekonomik gelişme hamleleri henüz Anadolu’ya ulaşamamıştı. Öylesi derinleşen cehalet işbaşında idi ki, düşüncelerimizde ulusal savunma meselelerimizi fiziki düşmanla sınırlandırarak, emperyalist-siyasal işbirlikçi iç düşmanların düşman olarak değil, dost olarak görülmesine yol açıp, bunun karşıtında alttan alta gelişen diri savunma güçlerin baskılanması başarıldı.
Gidişat salt sol hattı değil, kimilerinin ‘iyi kapitalizm’ dedikleri kurallı burjuva hattını da kapatıyordu. Kurallı burjuva hattının kendi içinde kriz üretirken kendi çukurunu kazdığı teoride bilindiği halde, aynı teoride, merkez ülkelerde bu süreci önleyen yöntemin emperyalizm olduğu da bilinmektedir. Ne var ki, ülkemiz bir merkez ülke olmayıp, perifer konumlu gelişme çabası içindeki bir ülkedir. Bu konuma dayanarak, biraz sabredelim, bir süre sonra gelişerek merkez ülke konumunda olup, kapitalizmin iç çelişkilerini bizim de çevreye yayarak kurtulabileceğimizi düşünmek teorik olarak ve tarihsel öğreti doğrultusunda geçerli olmadığı gibi, ahlaki de değildir.
Bu kısıtlar altında tek çıkış olarak Rosa Luxemburg yolu açık görülmektedir. Var olan siyasi erkin ülkeyi sürüklediği köleliğin karşısında sosyalizm kalmaktadır. Ancak, sosyalizm pazardan alınacak bir meta değil, zamanla ve yoğun emekle yoğrularak geliştirilecek uygarlık sistemidir. Bu sistemin yoğrulmasında en önemli unsur proleter-emekçilerdir. Emekçilerin sendikalaşması görüntüsel örgütlülük sağlamaktadır. Lütfen salt örgüt kavramı bizi, emekçileri aldatmasın. Örgüt, içsel demokrasi sağlanmadıkça ve ciddi olarak eleştiri odağına koyulmadıkça zamanla sistemin üst-yapı örgütüne dönüşebilir, nitekim dönüştüğünü de görmekteyiz. Çoğu sendika liderleri süreleri sonunda yolları sağ partilerden siyasete çıkmakta, dönemleri boyunca işverenlerle ilişki içine girebilmektedirler. O nedenle emekçilerin sendikalaşması yanında, fakat ondan da öte, çok bilinçli olarak siyasete girmeleri kaçınılmazdır. Siyaset hem bir ekol olarak, hem de siyasi eylem olarak emekçilere ve ülkeye destek olabilecek, yol gösterebilecek, hayatta en hakiki mürşittir.
Siyasetten konuşurken, ülkemize huzur getirecek yolun siyaset ve siyasi organ ayağını da gelecek yazıda konuşmak üzere, tüm okurlara, toplumumuza ve insanlığa Yeni Yıl’ın sağlık, mutluluk ve huzur getirmesini temenni edelim. Acaba olamayacak işlere mi temennide bulunulur. O zaman, işin olurunu düşünelim ve konuşalım, lütfen!