Sermayenin devletle dansı
"Bir kere neoliberalizm ya da neoliberalizm krizi kavramları bence işlevsiz kullanılmakla kalmamakta, fakat aynı zamanda böylesi geliştirilen kavramlar, meselenin binbir yüzlü kapitalizm görüşünü arka plana atma tehlikesi taşımaktadır. Zira nasıl Keynesyen dönem de kapitalizm içinde bir durak idi ise, aynı şekilde neoliberal dönem de kapitalizmin yürüyüşünde bir duraktan başka bir şey değildir."
Bu başlık, geçen hafta sonunda Özgür Üniversite’de yapmış olduğum sunuma aittir. Yaptığım sunumun biçimsel başlığı “Geçmişten Geleceğe Neoliberalizm” idi. Neoliberalizmi 1973 krizinden başlatırsak, yarım asra yakın bir süre sistem içinde ilerlemekteyiz, hatta sistemin krizini dahi yaşayarak, sistemi oldukça eskitmiş olarak geleceğe bakmanın zamanının gelmiş olduğu düşünülebilir. Konuyu sermaye-devlet sarmalı bağlamında ele almamın sebebi de, her dönemde olmakla beraber, neoliberal dönemde de devlet-sermaye yandaşlığı ya da ilişkisinin çok belirgin olarak sahnede yeri almış olmasıdır. Başlığı bu şekilde formüle etmemin bir başka sebebi de neoliberalizmin artık anlatılacak fazla bir alanı kalmadığı, fakat neoliberalizm ile devlet organı ilişkisinin, Jean-Numa Ducange & Razmig Keucheyan tarafından edit edilen “ The End of the Democratic State” başlıklı eser ve benzeri birkaç çalışma dışında fazla ele alınmadığı düşüncemden kaynaklanmıştır.
Bir kere neoliberalizm ya da neoliberalizm krizi kavramları bence işlevsiz kullanılmakla kalmamakta, fakat aynı zamanda böylesi geliştirilen kavramlar, meselenin binbir yüzlü kapitalizm görüşünü arka plana atma tehlikesi taşımaktadır. Zira nasıl Keynesyen dönem de kapitalizm içinde bir durak idi ise, aynı şekilde neoliberal dönem de kapitalizmin yürüyüşünde bir duraktan başka bir şey değildir. Keynes sistemi de krize sürüklendiği gibi, neoliberalizm de krize sürüklenmektedir, çünkü kriz sistemiktir. Peki, kriz sistemde ise, niçin farklı adlar ve uygulamalarla farklı kamu politikaları uygulanırken, her iki durumda da krizlerle karşı karşıya kalmaktayız? İşte, sorun da burada; sermaye ile devletin dansının en tipik görüntüsü sözü edilen iki sistemde karşımıza çıkıyor, ne var ki maalesef her iki politik uygulamada da sistemin kriz akibeti ile karşı karşıya kalmaktayız.
Önce birinci mesele olarak, nasıl oluyor da kapitalizmin iki farklı uygulamasında devlet farklı kamusal politikalar uygulamaktadır? Devletin iki sistemde birbirine tamamen zıt politika uygulaması devlet kaynaklı bir seçiş midir, yoksa sermaye kaynaklı bir seçiş midir? Keynesgil sistemde sosyal devlet politikaları, neoliberal sistemde ise hukuk kuralı modeli çerçevesinde liberal politika başat idi. Farklı dönemlerdeki politika seçişleri devletin mi, yoksa sermayenin mi tercihi idi? Bu soruya yanıtımız, tetikleyici oyuncu ile uygulayıcı oyuncuyu saptayıp, kimin tetiği çektiğini görmüş oluruz. Keynesyen dönemde kapitalizmin, dolayısıyla sistemin sahibi olan sermayenin, biri sistemin bekası, diğer ise sermayeye piyasa oluşturma olmak üzere iki kritik kuşkusu gündemde ide. Sermayenin kavalyesi devlet de Marshall politikaları ile tüm Avrupa sathına para saçarak sosyal devlet politikasını uygulamaya koydu. Çünkü derin bir komünizm korkusu vardı ve savaştan harap çıkmış Avrupa’nın hızla ayağa kalkındırılması gerekiyordu. Çok çeşitli kamu harcama programları ile sosyal devlet politikaları Avrupa’yı hızla ayağa kaldırarak, sermayenin yeniden atağa geçerek, kapitalizmin bekası sağlanmış oldu. Hatta saf kapitalizme fevkalade zıt politikalarının ekonomik temelini oluşturan Keynes, hem klasik ekole karşı olması, hem de kapitalizmi kurtarması adına devrimci olarak nitelenerek, Lawrence R. Klein tarafından kaleme alınan Keynes Devrimi (Keynesian Revolution) adlı eseri ile taçlandırıldı. Peki, bu taçlandırılmayı Keynes hak etti mi? Bilemem, ama Keynes sistemi hem Rosa Luxemburg’u sosyalizm yolundan saptırarak, barbarlık yoluna soktu, hem de toplumun ruhuna kapitalizmin sevimli yüzünün de olabileceği pembe rüyayı yaşattı. Demezler mi, cehenneme giden yol asfaltla döşenir, diye!
Biraz hızlı hareket edelim ve Keynes sisteminin krizle sonuçlandığı 1970’leri ilk yarısı döneme gelelim. Artık komünistler ortada yok, gelişmiş ekonomilerde de kâr oranları hızla geriliyor, 1974 petrol şoku ile bazı ülkeler, özellikle de kalkınmakta olan ekonomiler ise Batı sermayesi için fevkalade elverişli nakdi ve maddi sermaye yatırım alanı pozisyonunda ise, artık sosyal devlet politikalarına bir ihtiyaç olabilir mi? Evet, emekçiler ve emekliler için olabilir. Ne var ki, emekçiler ve emekliler Keynesgil politikaların nimetini kendi eserleri olmayıp, komünizmin dolaylı nimeti olduğunu anlayamadılar. Derin bir yanlış bilinçleniş! Emekçiler Adam Smith’i okuyup da, patronların elemanlarına kendi çıkarlarını onların çıkarları gibi algılatıp, onlara savundurduklarını nereden öğrensinler ki! Fakat nüfus olarak çoğunlukta olan emekçiler sanki Smith’i okumuş gibi, enselerinde sermayenin adına boza pişiren siyasilere oy vermede geri kalmadılar, hala da kalmamaktalar. Demek ki, Soren Mau’nun fevkalade açık anlattığı gibi sermaye ruhu sessiz zorunluluk (Mute Compulsion) olarak emekçilerin ve emeklilerin üzerine kâbus gibi çökmektedir.
Neoliberal politikalarda sermaye-devlet dansı salt uzaktan değil, yap-işlet-devret ya da kamu-özel ortaklığı modelleriyle beden bedene de yapılmaktadır. Hem de bu dansın etrafa saçtığı yoksulluk bulutu tam da Keynesgil politikaların tersidir. Peki, ne oldu bu devlet denen organa da, oy aldığı çoğunluğu, oy aldığı, hatta bazı koşullarda alamadığı fevkalade küçük azınlığa ezdirmede rol düşmektedir. Çünkü sermaye, devlet organına mülkiyet dışında kamu erklerini devrederek, sistemin kurucusu ve bekçisi görevini vermiştir. Bir sistem olarak kapitalizm, sermaye adına kanla ve canla devlet tarafından kurulmuştur. Ne var ki, sermeye azınlığın elinde olduğu için, devlet çoğunluğa karşı demokratik aldatmacası ile azınlığın hakkını korumaktadır. Ancak, iş bu kadar basit değildir, çünkü o politikalar izlenmelidir ki, sistem özü ile anlaşılmasın. Bunun için de yine sermaye ile devlet bu kez dansın farklı figürünü sergiler. Daima ve ilkesel olarak sermayenin yanında yer alan devlet sistemi biraz da olsa perdeleyebilmek, hatta duruma göre sistemi biraz da olsa insan yanlısı gösterebilmek için toplumun bir kesimine elma şekeri vermekten geri durmamalıdır, nitekim durmaz da. Peki, elma şekerinin kaynağı nereden gelmektedir. İnsanlar devletten beklediğine göre, devletten gelmektedir. Hayır, bu yanıt doğru değil, çünkü kapitalist devletin kaynağı olmadığından, arka planda yine sermaye vardır. Peki, neden sermaye bu payı vermeye razı olmaktadır. Zanneder misiniz ki, sermaye bu payı kesin ve nihai olarak vermektedir! Hayır, Sermaye toplumun bir kesimin gönlünü çelebilmek için verdiği payı, Claus Offe’nin Contradictions of the Welfare State adlı eserinde harika şekilde gösterdiği gibi hiç merak etmeyin bir süre sonra hem de fazlasıyla geri alır. Böylece geçici de olsa sistem kurtarılmış, bir süre için sermayeye piyasa yaratılmış olarak da olsa işler için yoluna girmiş olmaz(!), fakat öyle gözükür.
Bu dans, kapitalizm hayatta olduğu sürece, bireylerin, özellikle de emekçi kesimin yanlış bilinçlenme süreci, akademinin özgürleştiğini sandığı ortamda kısıtlı hareket alanı sürdürüldüğü sürece maalesef devam eder. Gelecek yazılarda, her iki sistemdeki krizin sebepleri krizde sermaye-dans figürleri gibi konuları daha da derinleştirerek devam etmek üzere, hoşça kalın değerli okurlar!