Seçimlere giderken iktisat politikası
"İktidar cephesi, niyazlarla ve iadeli bol-kepçe vaatlerle İstanbul ve büyük kentleri ele geçirip, artık seçim saltanatına da son vermeyi tasarladığına göre, düşünme işi emekçilere ve halkımıza kalmış demektir. Belki de, bu durum artık rehaveti bir yana bırakıp, ciddi düşünme vakti geldiğini anlamamız için olağanüstü bir fırsattır!"
Haftaya yapacağımız seçimler yerel idarelerle ilgili olsa da, iktidarın bu denli seçime asılması, seçimlerdeki olası başarısıyla güçlenerek toplumu gerici bir anayasaya mahkûm etme gayretinin göstergesidir. Bu nedenle, bu hafta seçimlere doğru ekonominin genel görüntüsünü ve seçim sonrası olası manzarayı ele almak istiyorum. Yazılı ve sözlü basında sürdürülen tartışmaları sol tanımlamalarla nitelersek, yazılan ve çizilenler üretim ilişkisinin görüntüsü ya da analizi olmayıp, üretim ilişkisinin yansıdığı gösterge tablolarıdır. Bu nedenle, bu yazıda ben de kritik seçim öncesinde ekonominin genel görüntüsünü ve seçim sonrası için iktidarın olası politikasını tartışmak istiyorum.
Mevcut konuyu ele alışımda politika değişim eksenini Mehmet Şimşek oluşturmaktadır. Şimşek ekseninin öncesindeki politikanın temelini, bilindiği gibi, faizin enflasyon sebebi olduğu görüşü ve bu görüşe dayalı olarak ‘nas’ anlayışına bulandırılmış baskılı faiz ve bunun sonucunda liranın değersizleştirilmesi uygulaması oluşturmuştur. Baskılı faiz uygulamasının kur yükselişlerine ve liranın değersizleşmesine neden olarak dış ticaret haddi değişimi ile ihracatı destekleyeceği ve cari açığı gerileteceği düşünülürken, montaj hattında girdi maliyetleri artışına yol açarak üretimde arzulanan sonucu yaratamamıştır. Bu politika setinin, montaj sanayiinin girdi talebine bağlı olarak ithalatı da gereği kadar kısamamasına ilaveten, verimsiz sanayi yapısında ihracatı desteklemek amacıyla emek üzerinde de şiddetli baskı oluşturdu. Emek kesiminin yaşadığı huzursuzluk bir yandan grevlere yansırken, diğer yandan eriyen ücretini krediyle telafi etmeye çalışan emekçileri finans kesiminin kapısına itti. Üretim sürecinde yoğunlaşan sömürünü anlık telafisiyle gelecekten borçlanarak karşılama yoluna giden emekçiler, böylece üretim alanındaki sömürüye ilaveten bir de finans kesimi sömürüsü altına itilmiş oldu. Bu kadar baskıya rağmen, ucuz para politikası ile üretimi ayağa kaldırmanın ve cari açığın hafifletilmesinin olanaklı olmadığı anlaşıldı. Kaldı ki, değersizleşen lira karşısında dövize hücum da had safhaya gelerek faiz politikasını zorlamaya başladı. Yarışan bu cephesinin kapatılması amacıyla Kur Korumalı Mevduat adı altında, dünyada eşi benzeri görülmemiş, zengini abat eden, maliyeti yoksula yıkan bir politika geliştirildi. Bu politika, Türkiye ekonomi tarihinde devletin politika ruhunun çok önemli bir turnusol testini oluşturuyordu: kamu karar otoritesi tercihini emekten yana mı, yoksa sermayeden yana mı koyacaktı! Emek kesimi şiddetle baskılanarak bankaların önüne atılırken, sermaye sahiplerinin Hazine-Merkez Bankası (süslü kavramlara aldanmayalım, dolaylı yoldan yük halka yüklenilerek!) üzerinden desteklenmesi, devlet politikalarının burjuva politika anlayışının da ötesinde doğrudan despotik-baskıcı yüzünü tüm netliği ile açığa çıkarıyordu. Ne var ki, artık devleti de eritmeye başlayan bu politikayı durdurmak gerekiyordu. Baskılı faizin çelişkili çift etkisinin istenen sonucu vermemesi üzerine iç ve dış baskılarla Şimşek ekibi devreye alındı. Zira geri adım atmak şiarımıza uymadığından, vitrini değiştirmek şarttı! Lütfen dikkat edelim, değiştirilmesi gereken politika değil, vitrin idi! Nitekim aynen böyle oldu.
Evet, vitrin değiştirildi, fakat temel politikalarda fazla bir değişim yapılmadı, zaten iki sebepten dolayı yapılamazdı da! Bu sebeplerden biri, burjuva iktidarının emek aleyhtarı-sermaye yanlı despotik-baskıcı niteliğinin değiştirilemez özelliğidir. Peki, söz konusu özellik korunarak ala-u valâ ile hizmete alınan Şimşek-Erkan ekibi neye kadirdi? Bu ekibin birinci işlevi, işin zorluğunu, hatta kısa sürede düzeltilmesinin olanaksızlığını anlamış olarak, işlerin zıvanadan çıkmış olduğunu ifade ederek, işe girişmeden sempati toplamak oldu. Bu ekip ilk icraat olarak da yangının kova ile söndürülme komedisine benzer şekilde düşük puanlarla faiz artışına yönelmek oldu. İlk adım yanlış sayılmazdı, fakat fevkalade yetersizdi. Piyasa faiz haddinden portföyünde Hazine bonosu bulunduran bazı kamu bankalarının iflasa sürüklenmemesi için faiz artışlarının tedrici olması kaçınılmazdı. Bu adım doğru idi, ekibin politikasının yetersizliği bu konuda değil, fakat Türkiye’nin sorununu kısa vadeli para politikası bağlamında algılamak idi. İşte, ikinci ve ana yanlış soruna bakış açısında idi! Bunda da, Türkiye’yi gelişen piyasalar (emerging markets) olarak ele alınmasını amir efendilerin fermanı(!) çerçevesinde fazla bir yanlış yoktu. Zira bu fermana göre, artık ekonomilerin cari sorunlarının çözümü, yapısal alt-yapı sorunlarının algılanıp-çözülmesi ile değil, para-politikası aletlerinin yardımıyla, belki kısmen maliye-politikası aletlerinin de devreye alınarak çözülmesi gerekir. Neoliberal politikalar kıskacı! Hatırlanacağı üzere, 2000 krizini IMF-Derviş politikalarının çözdüğünü düşünen kimi dostlarımız bu temel soruna takılmadan, hayret edici şekilde, AKP’nin ilk yarısının olumlu, ikinci yarısının ise olumsuz olduğu gibi fazla anlaşılamaz ve akıl almaz bir yoruma gitmediler mi? İşte, Şimşek-Erkan projesinin ilk adım olarak doğru, fakat büyük resmi okumayıp, tanı olarak yanlış yaklaşımı bu noktada oldu. Zaten işbaşına konu mankeni olarak ge(tiril)en ekip-in elini kolunu bağlayan sorun ekonomik alt-yapının verimsizliği ve bu konuyu göz ardı edilmesi idi.
Bu ciddi makro hataya rağmen, mikro projeye bakarsak, uygulanması tasarlanan proje kısa vadede hiçbir şeyi çözmeyip, ekonomiyi ve buna bağlı olarak siyaseti iyice zorlaştıracaktır. Umalım, artık biraz uyanıp, farklı boyuttaki sermayeler arası ya da siyasiler arası çatışmaya seyirci kalmayıp, kaderimize sahip oluruz. Şimdi gelelim seçim sonrası ekonomide nasıl bir operasyonun tasarlanıyor olduğu meselesine. Birincisi, öyle gözüküyor ki, faiz artışları tedrici olarak devam edecektir. Faiz artışı ile amaç, dış kaynak girişini hızlandırmanın yanında, liranın değer kazanmasını sağlayarak dövize hücumu önlemek olduğu seziliyor. Ancak, liranın değer kazanması sonucunda dış ticaret haddi aleyhimize dönerek, ithalat üzerinde de, ihracat üzerinde de olumsuz etkiler icra eder. İthalatın duraklaması cari açığı frenler, bu sonuç olumludur. Fakat ihracatın duraklaması cari açığı olumsuz etkiler. Kısacası, ekonomi yavaşlatılır. Bu durum işsizlik ve ücretler üzerine olumsuz etki yapar. İşsizliğin daha da yaygınlaşması politik sorundur, ancak bu durum sermayenin avantajınadır. Zira kapitalist ekonominin büyük iktisatçısı Paul A. Samuelson demedi mi: hafif işsizlik ve hafif enflasyon sermaye birikimi için avantajdır. Burjuva iktisat biliminin (!) ahlâkı! Faizler yükselince kur korumalı mevduat sömürüsüne son verilirken, bu durum tekrar dövize hücuma yol açabilir. Bu karmaşa arasında, işin en acı reçetesi ise, şaşamaz şekilde hem sanayinin verimsizliğinin hem de varsılın servetinin korunmasının tüm yükü vefakâr ve cefakâr emekçilere yüklenecektir. Şöyle ki, yapılan beyanlara göre, ücret artışları yılda bir kez ve devletin beklenen enflasyon oranına göre yapılacaktır. Geçmiş enflasyonla eriyen maaşlar üzerine bir bardak soğuk su içilecek! Tabii ki, bu acı reçetedir, hem de çok! Üstelik bu acı reçete, iftiharla kovduğumuz IMF’nin hükümeti de denetim altına aldığı raporlama mekanizmasıyla değil, taşların bağlandığı köpeklerin salındığı ortamda halka içirilecektir. Emekçiler ve borç içinde yüzen halkımız yüksek faizle iyice çöker, artık emeklilere ne olur, bilemiyorum? Emekçiler giderek ağırlaşan sömürü yüklerine banka faizini de ilave ederek iyice çökerken artık daha ciddi düşünmek ve siyasi tercihini daha ciddi yapmalıdır. İşte önümüzde bir seçim var! Aynı koşullarda bir kişi aynı hatayı tekrarlarsa, bunu biraz düşünmek gerekir!
Bir tıp doktorunu düşünün ki, hastanın ateşine yoğunlaşarak, bunun vücudun derinlerinde seyreden bir bozukluğun göstergesi mi, yoksa başlı başına bir sorun mu olduğunu anlayamıyor. Ya da bir doktor, derisi sararmış hastanın sorununun cildiyle ilgili olduğunu düşünebiliyor. Siz, kendinizi böyle bir doktora güvenle teslim edebilir misiniz? Türkiye’nin sorunları yüzeysel değildir. Ekonominin biraz düzlüğe çıkması için neden ekonomik yapımızın yeterli üretim yapamaması sebebiyle dış kaynağa başvurmak zorunda olduğumuzu niçin düşünemiyoruz? Nitekim ABD’de faiz hadlerinin yükseltilmeyip, sabit tutulacağı niçin bizi derin derin düşündürmüyor da şımarıkça güldürüyor? Kendi üretim potansiyelimiz ve verimliliğimiz üzerine bir an olsun kafa yormayıp, yabancı sermaye çekebilmek için yapmamız gereken köleliği planlarken bu düşünce sistemini ve bunları örgütleyen siyasi yapıyı kim sisteme monte etti diye niçin bir an olsun düşünemiyoruz? Giderek köleleşirken, anlamsız politika planları yapan bir siyasi yapıyı sorgulamak yerine, anlamsız tartışma ve inatlaşmalara yönelmemiz, acaba Fatih’in İstanbul’u fethi esnasında Ayasofya’da toplanan papazların meleklerin cinsiyetini tartışmasına benziyor olabilir mi? İçten yakalanan toplumları Yaratıcısına değil de, kendine kul etmeye soyunan emperyalizmi anlamak bu kadar zor mu?
İktidar cephesi, niyazlarla ve iadeli bol-kepçe vaatlerle İstanbul ve büyük kentleri ele geçirip, artık seçim saltanatına da son vermeyi tasarladığına göre, düşünme işi emekçilere ve halkımıza kalmış demektir. Belki de, bu durum artık rehaveti bir yana bırakıp, ciddi düşünme vakti geldiğini anlamamız için olağanüstü bir fırsattır! Bu fırsatı bahşedenlere belki de şükran borcumuz olur. Kim bilir!