Sol ve emperyalist müdahalelere karşı tavır
Türkiye’de devrim denildiğinde Türkiye’nin bir NATO ülkesi olmaktan çıkması gerektiği de açık olmalı. Türkiye’nin başat bir emperyalist güç haline gelmesi veya NATO’dan atılması gibi hayali senaryoları bir kenara koyarsak Türkiye’de patronlar sınıfının NATO’dan çıkmasının akla bile gelmeyeceği tartışmasız olmalı. NATO’ya bir alternatif çıkması halinde dahi her zaman Amerikancılığı Avrupacılığa tercih eden ve Kore’ye, Kosova’ya, Afganistan’a, Afrika Boynuzu’na adeta elinde tuzlukla koşan Türkiye burjuvazisinin NATO’dan çıkmak istemesi için bir neden de henüz bulunmuyor.
Bu köşenin fazlasıyla hoyrat kullanılması nedeniyle esasında gecikmiş sayılabilecek bir dizi yazı söz konusu. Bir yerinden başlamayınca daha da gecikiyor, daha da birikiyor.
Doğu Perinçek ile var olamayan bir Aydınlık eskisi Kayahan Uygur’un 13 Ekim’de OdaTV’de yayınlanan “İslamcıların ve Nazilerin ortak görüşü: Solculuk bir Yahudi komplosudur” başlıklı yazısı vesilesiyle bir giriş yapalım.
Bir notu yazarak başlamak durumundayım. Kayahan Uygur’un yazdıklarını cevap verecek kadar ciddiye almaktan yana değilim.
Bununla birlikte OdaTV’nin son dönemde kabaran bir iştahla solu tartışmaya açmasını, ona akıl hocalığına soyunmasını ayrıca dikkatle izliyoruz.
Ancak daha önemlisi ve bu yazının yazışmasını da gerekli hissettiren olgu sol içerisinde emperyalist müdahalelere karşı tavrın nasıl geliştirileceği meselesinde yaşanan tartışmalar.
Bu açıdan, uluslararası komünist hareket içerisinde yaşanan tartışmaların somut örgütsel ayrışmalarla yol almasını da gözeterek bir çerçevenin çizilmesi gerekiyor. Elbette, bu gereklilik bir yazıyla giderilemeyecek bir derinlik barındırıyor. Başa dönersek, bu nedenle bir dizi gecikmiş yazıya başlamak gerekiyor.
Kayahan Uygur kimdir derseniz, eski Aydınlıkçı olması büyük ölçüde açıklayıcı olmalı.
Dahasını isterseniz; yıllarca Doğu Perinçek’in son göz ağrısı Ethem Sancak’ın Akşam ve Güneş gazetelerinde yandaşlıktan patron değişince OdaTV’de muhalifliğe…
“Gezi olmasaydı İsrail saldıramazdı”dan “yanında durmaya çalıştıklarınız İslamcı ve sizi Yahudi komplosu sayıyorlar”a genişleyen bir yelpaze…
Kayahan Uygur’un yazdıkları işte bu bilindik hikaye nedeniyle kendi başına önemsenmemeli. Bu açıdan yazıdaki yanlışlar, eksikler, tarih bilmezlikleri değil emperyalizmle mücadelenin nasıl olması gerektiğine yönelik çarpıtmalar vesilesiyle bu mücadelede nasıl tavır alınacağını tartışmak gerekiyor.
Esasa girelim.
Baştan bir kısmı ifade etmek lazım. Doğrudur, özellikle Avrupa tarihinde yaygın olan anti-Semitizm anti-komünist düzen ideolojileri ile birleşmiş ve sadece Bolşeviklere karşı değil genel olarak tüm sola karşı komplo teorileri ile karışık “Yahudi oyunu” suçlaması yaptıkları malum. Bu uyduruk ve açıkça anti-Semitik zırvaların emperyalizmin bir diğer doğrudan aparatı olan siyasal İslamcılarca da paylaşıldığını bilmiyor olabilir miyiz? Ama anti-Semitizm nedeniyle emperyalizme ve Siyonizme karşı mücadeleden vazgeçmek mi gerekir?
Emperyalizmin bölgedeki aparatlarından siyonist rejimin artık açıkça bir soykırım halini alan Filistin işgaline karşı solun mücadelesini bir tür “Stockholm sendromu”na benzetmek had bilmezlik olmakla birlikte, sola böyle akıl hocalığı yapılmaya soyunulmasının nedeni solun emperyalizm konusundaki açık kafa karışıklığı.
Maalesef, sadece Türkiye ile de sınırlı olmamak üzere, komünistler arasında da solun geri kalanı arasında da ciddi şekilde sorunlu ve çelişkili değerlendirmeler yapılabiliyor. Çok devrimciymiş gibi ifade edilen bu türden tezler esas olarak meseleyi kör fili tarif ettiği gibi ele almakla sakatlanmış durumda.
100. ölüm yıldönümünde Büyük Ekim Devrimi’nin önderi Lenin’in devrimci komünist öğretisinin berraklaşması gerekiyor. Maalesef Sovyetler Birliği deneyiminin çözülmesinin getirdiği yenilgi psikolojisi ve emperyalist-kapitalist düzenin düşünce hayatında mutlak bir baskınlık kurması ile sol her şeyden çok devrimciliğini, siyasal iktidar arayışını yitirdi.
Bu açıdan sol ve özellikle komünist siyasetin bir kehanet sanatı olmadığını, özel nitelikler gerektirmediğini, işçi sınıfının günlük pratiğinde yeniden üretilebilecek şekilde hayatın içinde olduğunu ifade etmek gerekiyor. Siyaset yaparken de ne yapacağınızı belirlerken de kolaylıkla tutturulabilecek sadeleştirilmiş bir çizgi her zaman vardır.
Peki emperyalizm ve onun aparatları siyonizm ve siyasal İslam ile nasıl mücadele edeceğiz? Bu yazı çerçevesinde emperyalizm analizlerini bir kenara koyabiliriz. Daha çok siyasi alanda tavır alırken nereye bakmak gerekir konumuz.
Öncelikle nerede olduğumuzu hatırlamak lazım. Bir NATO ülkesi olan Türkiye’deyiz.
Sonra diğer tespitlerimizi sıralayalım…
Siyasal İslam’ın etkisini arttırmak istediği bir ülkedeyiz kuşkusuz.
Ama Şii ideolojisinin Türkiye’de etkisi olmadığını, Türkiye’deki Şiiliğin İsrail dostu Azerbaycan ile ilişkili olduğunu da not etmek gerekiyor.
İran’ın öncülük ettiği hattın özellikle İran’daki tarihsel İngiliz ve oradan türeyen Amerikan karşıtlığına dayanmaya çalıştığını ve bu arada anti-emperyalist bir öz taşımadığını biliyoruz. Son tahlilde, yoksul halk tabakalarına dayanan molla rejiminin kapitalist düzene dair bir eleştirisi ve alternatifi olmadığını, esas olarak anti-komünist “Yeşil Kuşak” projesinin yaramaz çocuğu olmaktan fazlasını ifade etmediğini tartışmaya gerek var mı?
Türkiye’nin başına bela olan ve olacak olan her türden siyasal İslamcı örgüt ve ideolojik varyantların ise İran’dan Lübnan’a ve Yemen’e uzanan bu Amerikan karşıtı direniş hattı ile mücadele içinde olduğu tartışmasız. AKP’nin zaman zaman abiliğe soyunmaya kalktığı İhvan gibi örgütlerin de bu anlamda emperyalizmin uzantısı, aparatı olduğunda hiçbir şüphe yok.
İsrail de kuruluşundan bu yana bir burjuva ideolojisi olan siyonizm belirleniminde ve rüştünü ispat etmesiyle emperyalizmin bölgedeki müdahale aracı işlevini üstlenmiş bir aparat olduğu biliniyor.
Ama en başa dönersek, biz Türkiye’de devrimi arıyoruz ve Türkiye bir NATO ülkesi.
Gerek Marx ve Engels gerekse Lenin’e bakıldığında en çok odaklandıkları meselenin devrim, devrim arayışı, devrimin çıkarları, devrimin yakınlaştırılması olduğunu söylemek mümkün. Tüm siyasi çözümlemenin esasını burası oluşturmalı. İşçi sınıfının devrimci örgütü ve onun siyaseti dediğimiz şeyin varlık nedeninin bu olması gerekiyor.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de devrim denildiğinde Türkiye’nin bir NATO ülkesi olmaktan çıkması gerektiği de açık olmalı. Türkiye’nin başat bir emperyalist güç haline gelmesi veya NATO’dan atılması gibi hayali senaryoları bir kenara koyarsak Türkiye’de patronlar sınıfının NATO’dan çıkmasının akla bile gelmeyeceği tartışmasız olmalı. NATO’ya bir alternatif çıkması halinde dahi her zaman Amerikancılığı Avrupacılığa tercih eden ve Kore’ye, Kosova’ya, Afganistan’a, Afrika Boynuzu’na adeta elinde tuzlukla koşan Türkiye burjuvazisinin NATO’dan çıkmak istemesi için bir neden de henüz bulunmuyor.
Öyleyse NATO’nun (yine aynı anlama gelmek üzere ABD’nin) doğrudan veya dolaylı, asaleten veya vekaleten taraf olduğu çatışmalarda NATO’nun planlarının işlemesi ve müdahalelerinin dilediği sonuçları doğurması mı Türkiye’de sermaye düzenini güçlendirir yoksa bu planların bozulması, bu planlarda mümkün olduğunca büyük gediklerin açılması, NATO ittifakının başarısızlığı mı?
Soru bu kadar basit esasında…
Bu açıdan “yesinler birbirlerini” gibi apolitik kafa karışıklıkları kadar, saldırgan ile savunmada kalan tarafı ayırt etmeyen, tarihi özüyle kavramaya çalışmak yerine görünen haliyle bir şablon olarak alan komünist siyasetlerin de devrimcilikten uzaklaştıklarını görmek lazım. Düzen muhalefetiyle ittifak kurmakta beis görmeyenlerden bir tür orta sınıf radikalliğine uzanan uçlarda siyaset yapılamıyor. Siyaset olmayınca devrimcilik de sosyalist iktidar da pencereden uçup gidiyor.
Hangi ihtimalde Türkiye’de burjuvazinin iktidarının sorunlar yaşayacağını uzun boylu tartışmaya gerek var mı?
Sonuç ve yaşanacakların ne olacağına dair kehanetlere gerek olmaksızın NATO’nun zayıfladığı seçeneklerin daha fazla imkan yaratacak, devrimi yakınlaştıracak, düzenin sürdürülmesi, yönetenlerin eskisi gibi yönetmesi açısından en fazla soruna neden olacak seçenekler olduğunu da tartışmamız gerekmez, değil mi?
Ya da biraz daha “geleceğe” bakalım. Türkiye’de bir sosyalist devletin yaşayabilmesi için çevresinde emperyalizmle sorunlu devletlerin olması mı yoksa onun aparatları ile çevrelenmiş olmak mı daha uygun koşullar sağlayacaktır?
Bu açıdan bakınca bölgemizde sınırların yeniden belirlenmesine yönelik emperyalist planlara karşı mücadele edilmesinde tereddüt gösterilebilir mi? Soykırıma varan bir saldırganlığa karşı bir halkın kendisini koruma mücadelesine sırt çevrilebilir mi? Öte yandan, direnen ülkelerin ideal koşullara sahip olmasını mı bekleyeceğiz?
Bir başka açıdan bakacak olursak Sovyetler Birliği’nin her zaman açıkça desteklediği ulusal kurtuluş hareketleri çoğu durumda bırakalım sosyalizmi, sosyalizan yönelimlere dahi sahip olmadığını unutalım mı?
Tarihin bu dönemi 50 yıla yaklaşan Soğuk Savaş ezberlerinin ortadan kalktığı pek çok yan barındırıyor. Mesela, Yemen’de direnen Husiler tarihsel olarak emperyalizm işbirlikçisi Kuzey Yemen’in bir devamı iken, tek Arap sosyalist devleti olan Güney Yemen’in devamı sayabileceğimiz kesimler ise bugün emperyalizmle işbirliği halinde ülkelerini bir iç savaşa sürüklemiş oldular.
Bununla birlikte, bizlerin kafası net olmalı. Bunun için de sadeleşme gerekiyor. Sadeleşme ise ele alınan konuyu basitleştirme değil aksine devrimin çıkarlarını eksene oturtmak olmalı.
Yoksa, hele uluslararası ilişkiler üzerinden, bir teorik, ideolojik veya siyasi püritenlik arayışı esas olarak apolitik bir radikallikten öteye geçemez. Lübnan Hizbullah’ı, Suriye Baas’ı, İran mollaları arasında size uygun birilerinin çıkıp İsrail ve ABD ile sizin istediğiniz gibi sizin yerinize mücadele etmesini bekleyerek bir ömrü geçirirsiniz.
İttifak kuralım, kendimizi tasfiye edelim bu direniş eksenine katılalım demediğimize göre unuttuğumuz bir şey de yok Kayahan Bey. Gezi’yi bir “iç cephe açmak” sayan bir kişi şimdi kalkmış, siyonizmi savunmak için solu siyonistlerle aynı çuvala sokmaya çalışıyor. Kafası karışıklar utansın.
Solun genel olarak özeleştiriyi unuttuğunu veya sağlıklı bir şekilde yapamadığını, küçüldükçe ve etkisizleştikçe edilgenleştiğini, ezberlere, şablonlara ve eski güzel günlere hapsolduğunu, sürekli aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklediğini, “Mesih”lerin “Mehdi” olarak geri dönmesini beklediğini kabul etmemiz gerekiyor.
Yine de, gösterilebilecek pek az samimi örnek dışında, sağcıların ama özellikle döneklerin veya hiçbir zaman solcu olmamışların sola akıl vermeleri, öğretmenliğe soyunmaları özellikle mücadele edilmesi gereken bir başlık.
Esas panzehir ise iktidar perspektifi.