Suçlu belli: Sermaye düzeni
"Deprem, ardında hayatta kalan fakat nerede olduğu bilinmeyen, bulunamayan binlerce yurttaşı; yıkımın sorumluların cezalandırılması yerine neredeyse ödüllendirilmesini; sebep olanların değil isyan edenlerin tehdit edilişini bırakarak geliyor."
Feride Tanyeri
Enkazı hala yerde fakat takvimde depremin üzerinden tam bir yıl geçti. 6 Şubat gecesi sayısını resmi verilerle açıklamanın yeterli olmayacağı onbinlerce yurttaşımız hayatını kaybetti. Pekala “katledildi” demek daha doğru olacaktır; sermayenin kâr hırsıyla insan yaşamının zerre değeri bulunmayan bu sistemde yıkık dört duvara hapsolan yardım çığlıkları, kaybedilen değil kaybettirilen hayatların göstergesidir.
Depremin gerçekleştiği andan itibaren kapitalizmin uçan balonunun nasıl patladığını görmemiz mümkündü; sepetinden yere çakılanlarla devasa ve adeta programlı bir facia. Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görevini üstlenen(!) halk kahramanları, Kızılay’ın Ahbap’a sattığı çadırlar, depremde kaybolan ve tarikatlara teslim edilen çocuklar, çadır olmadığından günlerce dışarıda ve çatısız kalan yurttaşlar…
Piyasanın insafına bırakılmış topraklarda kumdan kaleler gibi bir bir yıkılan evler ve yaşanan felaketin kadercilik ile normalleştirilmesi ise sistemin şanına yaraşır bir kabullenişi doğuruyor. Oysaki biliyoruz, doğal afetin yaşanması normal, sonucunun onbinlerce can alan bir felakete, bir kıyıma dönüşmesidir anormal olan. Biliyoruz ki deprem değil sistem öldürüyor. Maliyeti düşürmek için kullanılan kalitesi düşük malzeme öldürüyor, dere yatağına imar izni verenler öldürüyor, yapı denetim firmasının sahibinin müteahhit oluşu öldürüyor. Tüm bunlara çanak tutan sermaye ve onun siyasi iktidardaki iş birlikçileri öldürüyor.
Deprem, ardında hayatta kalan fakat nerede olduğu bilinmeyen, bulunamayan binlerce yurttaşı; yıkımın sorumluların cezalandırılması yerine neredeyse ödüllendirilmesini; sebep olanların değil isyan edenlerin tehdit edilişini bırakarak geliyor.
Kurtulanların hayati tehlikesinin hâlâ sürüyor. Kurtulan çocukların gerici, dindar ve kindar bir nesli yetiştirmenin ve tacizin, tecavüzün, intiharın -ki aslında cinayetin- yuvaları olan tarikatlara teslim edildiğini biliyoruz. 24 Şubat’ta Sakarya’da 9 depremzede çocuğun annelerinden alınarak işletmesi İsmailağa Cemaati’ne bağlı vakıf tarafından yürütülen bir yatılı Kuran kursuna verildiği ortaya çıkmıştı. Üzerine dönemin Aile ve Sosyal Politikalar bakanı Derya Yanık, tarikatlara teslim edilen çocuklar hakkındaki iddiaları yarım ağız doğruladı.
Depremin ardından 16 Mart’ta yaşanan sel felaketinde 17 yurttaşımız hayatını kaybetti. Türlü zorlukla kiminin haftalarca sokakta kalıp ardından çadırlara yerleşebildiği depremzedeler bu kez de selin getirdiği yıkımın eşiğine bırakıldı. Bölgedeki otellere yerleştirilenlerden turizm sezonu bahanesiyle otellerden çıkmaları ve para ödemeleri istendi. Yurttaşın canı piyasanın vitrininde eğreti durdu.
Çaresizliği bunca tatmış bir memlekette umut ise yine emekçilerin dayanışmasıyla hayat buldu. Depremin ilk gününden itibaren büyük şehirlerden köylere ülkenin her bir noktasında dayanışmanın yaşattığı bilinciyle elinden geleni yapan, bölgede aktif faaliyet yürüten, aldığı kuruşluk asgari ücretle, emekli maaşıyla, öğrenci bursuyla, bayram harçlığıyla en gencinden en yaşlısına tüm emekçiler bölge halkına umut olmak, can suyu olmak adına bir araya geldi. Geldik.
Peki ya sonrası? Belki de doğru soru budur: ya öncesi?
Yaşanan acıların üstesinden gelmeye çalışmak güdüsü bizleri acıların yaşanmasının önüne geçebildiğimiz bir memleketi düşlemeye sürüklemeli. Acıların telafisi, hayatta kalmak yahut yaralarımızı sarmak için harcanan çaba tüm bunların kaynağını ortadan kaldırmak için verilen mücadeleye döndüğü gün emekçilerin acıları dinecek. Üzerimizdeki ölü toprağını atmak, omuz omuza mücadele etmek; geleceğimize, memlekete, uyandığımız her bir güne sahip çıkmak için örgütlü mücadelenin vazgeçilmez olduğunu biliyoruz. Bizleri her gün yıkan, her gün öldüren bu düzene mecbur değiliz. Biliyoruz ki karşımızda ceplerinde emekçilerin kanına bulanmış elleriyle dikilen örgütlü karanlığın karşısında direnişimizle ve örgütlülüğümüzden gelen güç ile durabilir; yerle bir olduğumuz her bir anın hesabını iktidarlarını sarsarak sorabiliriz. Yıkılan her bir duvarın, kaybettiğimiz her bir canın hesabını soracak; hayatta kalmak için değil insanca yaşayabilmek için mücadelemizden vazgeçmeyeceğiz.