Suriye’nin geleceği: Bahardan kışa olası senaryolar
24-12-2024 01:09"Henüz Suriye toplumunun isteklerini ve taleplerini görmüş değiliz. Ancak Arap Baharı’nın çok geç kalmış bir doğrulamasından ziyade Arap Kışı’nın son noktası olmaya daha aday olduğunu söyleyebiliriz"
H. Murat Yurttaş
Suriye Arap Cumhuriyeti, Sovyetler Birliği ve dünya sosyalist sisteminin yarattığı ve emperyalizmin kabullenmek zorunda kaldığı bir dünyanın son kalıntısı olarak kabul edilebilir. Onun sonu sadece Ortadoğu’daki İran’ın başını çektiği ‘Direniş Ekseni’nin ciddi şekilde geriye düşmesini değil aynı zamanda bu eski dünyanın da hemen tüm öğeleriyle dünya üzerinden silinmesini de işaret ediyor.
13 yıldır bir tarafından ABD ve NATO’dan başlayıp AB, İsrail ve Türkiye’ye uzanan bir emperyalist çullanmanın hedefinde olan Suriye ve ülkedeki Baas rejimi fazlasıyla şaşırtıcı şekilde 13 gün bile sürmeyen bir silahlı saldırı ile çözüldü. Oysa, son birkaç aydır konuşulan bir saldırı ihtimali gerçekleştiğinde Suriye’nin bir kez daha kendisine biçilen karanlığı yeneceği düşünülüyordu.
Sonradan bakıldığında, Rusya ve İran’dan gelen açıklamalardaki çelişkiler, doğrudan veya dolaylı olarak Beşşar Esad’ı kendilerinin yardım tekliflerini kabul etmemesine dair beyanlar böylesi bir direnişi beklemenin hiçbir zaman gerçekçi olmadığını gösteriyor. Ama daha önemlisi bu son saldırı dalgasındaki çatışmaların şiddeti ve tarafların karşılıklı kayıplarının görece azlığı esas olanın düzenli bir geri çekiliş, şehirlerin bir otorite boşluğu yaratmadan teslim edilmesi ve ordu birliklerinin herhangi bir tepki görmeden nüfusun arasına karışması olduğunu da ortaya koyuyor.
Savaşın en karanlık günlerinde dahi ‘Direniş Ekseni’nin Şii karakterinin etkisi öne çıksa da etnik, dini ve mezhepsel bir ayrım olmaksızın Suriyelilik üzerinden bir araya gelen halkın yıllardır süren istikrar sayesinde daha güçlü hale geldiğinden şüphe etmek için herhangi bir neden yok gibi duruyordu. Ancak Halep’ten hiçbir direnç göstermeden çekilen Suriye Arap Ordusu, Hama’da bir süre dirense de 27 Kasım’da başlayan saldırılarda 8 Aralık’ta Humus ve Şam’da kontrolün sağlanmasıyla on günde mutlak bir yenilgi aldı. Bu durumun, adı dahi “Saldırganlıktan Caydırma” olan bir harekât için gerçek olamayacak kadar büyük bir başarı sayılması gerekiyor.
Böyle bir “zafer”in ardından Suriye’nin geleceği doğal olarak üzerine en çok yazılıp çizilen bir gündeme haline gelmiş durumda. Herkes kendi meşrebince Suriye’yi bir yana çekiştirmeye çalışıyor. Bununla birlikte Suriye’nin geleceğinin bağlandığının düşünülmesi için henüz çok erken. Ülkede dağınık da olsa farklı siyasi grupların tamamının etkili olduğu coğrafi alanlar, etnik ve dini gruplar olduğu da düşünüldüğünde Suriye’de yıkımın görece kolay ama bir yeniden kuruluşun ise oldukça karmaşık süreçlerden geçeceğini söylemek gerekiyor. Bu açıdan 15 yıla yaklaşan bir direnişin ardından gelen Baas rejiminin çözülüşünün bağlanacağı yerin belirlenmesi için uzun bir yol var.
Yine, söylemek lazım ki, Suriye’nin geleceği artık Suriye’de ve Suriyeliler’den çok emperyalizmin ve komşu ülkelerin başkentlerinde ve onların çıkarları doğrultusunda belirlenecek. Bunu tersine çevirebilecek şey ise, elbette işçi sınıfının bir iktidar çıkışı dışında, emperyalizmin hedefindeki diğer ülkelerin emperyalist planları bozabilme becerileri olacak. Bu nedenle Suriye’nin geleceğini değerlendirmeye ister istemez uluslararası durumla başlamak gerekiyor.
İSRAİL İÇİN DİKENSİZ GÜL BAHÇESİ
Karşımızdaki karmaşık tabloyu daha fazla açmak mümkün elbette. Daha kolay sorulardan başlayarak ilerleyebiliriz. Mevcut durumda kazananlar ve kaybedenler kimler oldu? Bu açıdan herkesin uzlaştığı bazı sonuçlar olduğu malum.
Ortadoğu’da ve ‘Direniş Ekseni’ içerinde son bir yıldan biraz daha fazla sürede ortaya çıkan bu tablonun, İsrail’in en mutlu düşlerinde görse inanamayacağı bir hale büründüğünü herkes söylüyor. Aynı anda Hamas, Hizbullah ve Suriye’nin kimi yönlerden hiç geri dönülemez ama neredeyse tüm yönlerden ise eski hale getirilmesi on yılları bulacak büyük bir gerileme içine düşürülmesi, İran’ın etkisinin sınırlarının içerisinden yüzlerce kilometre öteye, neredeyse İran sınırlarına geri itilmesi İsrail açısından olağanüstü bir kazanım kuşkusuz.
Bu açıdan, ABD’de başkanlık makamında yaşanacak görev değişikliğinin de özel bir kolaylaştırıcılık sağladığı anlaşılıyor. Tüm taraflar bu görev değişikliği nedeniyle ortaya çıkan göreli bir boşluktan yararlanmak istediklerini görüyoruz. Herkes Biden yönetiminden sonra kurulacak masalara ellerini en güçlü hale getirerek oturma peşinde. Diğer yandan devir teslim töreni öncesinde Biden yönetimi ve Demokratların da Donald Trump’ın ikinci döneminin ABD dış politikasındaki hareket imkanlarını kısıtlamaya yönelecek şekilde hamleler yaptığını ve “cehennemin kapılarının açılması”na hiç değilse pek ses çıkartmadığı anlaşılıyor.
Tüm bunların kesiştiği bir dönemde, bir de uluslararası toplumun az sayıdaki istisna dışında bütünüyle bir ikiyüzlülüğe bürünerek yaşananları görmezden gelme ve hareketsiz kalma siyasetleri de sürece tuz biber ekmiş oldu. Böylece, içerideki ve hatta hükümet ortaklarındaki tüm muhalefete rağmen dünya tarihinin gördüğü en eli kanlı siyasetçilerden biri haline gelen Benyamin Netanyahu’nun soykırım uygulamaya varan bir şiddetle İsrail’in karşıtlarına çullandığı ve başarılı olduğu bir vahşet dönemine tanıklık ettik.
Kuşkusuz bir komplo olarak bahsedemeyiz ama Hamas’ın başını çektiği Gazze’deki Filistinli örgütlerin 7 Ekim 2023’te başlattığı Aksa Tufanı’nın ardından İsrail’in böylesi bir tepkisinin hesaba katılmamasının ağır faturası da bugün önümüze çıkıyor. Hiç akıldan çıkartılmaması gereken bir nokta öyle ya da böyle uluslararası topluma veya emperyalistlerin müdahale edeceğini hesap ederek ve belki de buna güven duyarak adım atmanın mümkün olamayacağı olmalı.
Yuvarlanan bir kartopunun ulaştığı çığın boyutları onbinlerce kadın ve çocuğun naaşlarından öte aynı zamanda İsrail’in Filistin’i ve daha ötesini bütünüyle işgal etmesinin de önünü açmış oldu. Bu noktadan sonra İsrail’in 1948’deki kuruluş aşamasını veya 1967 sınırlarını bırakalım, işgal edilen topraklardaki mevcut tüm yerleşimleri ve Golan Tepeleri’ni tartışma masasından kaldırdığı söylenebilir. Bu tartışmalar açılacaksa bunun ancak İsrail’in tek taraflı tasarrufu olacağı açık.
Yine İsrail açısından, özellikle 8 Aralık’tan sonra yürütülen hava saldırıları neticesinde, Suriye’de, Suriye Arap Ordusu’nun becerileri ve kapasitesinin ne olduğu tartışması bir kenara, kendine dokunabilecek bir askeri gücün tekrar kurulmasının yollarının tıkandığını, böyle bir çabanın birkaç nesil sürecek bir büyük planlama gerektirdiğini ve bunun bile gerçekçi bir başlangıç zamanının olmadığını söyleyebiliriz.
Bu tablonun etkili bir diğer tarafı Suriye’nin komşusu Lübnan’da. Hizbullah’ın Lübnan’daki tabanında ve politik gücünde önemsenecek bir erozyon olduğunu söylemek çok güç. Bununla birlikte, Seyit Hasan Nasrallah’ın 30 yılı aşan önderliğinin gösterdiği beceri ve etkinliğin tekrar yakalanmasının zorluklarının hiç de az olmadığını kolaylıkla ifade edebiliriz.
Ama bundan da kolay yapılacak esas tespit ise Hizbullah’ın askeri gücünün her anlamda büyük bir erime yaşadığı. Üstelik bu durum çok boyutlu. Büyük bir tecrübeye sahip üst komuta kademesi neredeyse tümüyle öldürülmesi, erken de olsa bu görevleri üstlenebilecek ara kademelerdeki isimlerin ciddi bir şekilde seyreltilmesi, bugüne kadar hiç yaşanmayan çok büyük istihbarat zaaflarının yaşanması, mali kaynakların ciddi şekilde sekteye uğratılması ve en önemlisi İran ile olan fiziki bağın tamamen kopmuş olması.
Suriye’siz Hizbullah’ın ve Hizbullah’sız Suriye’nin yumurta-tavuk ikiliği gibi bölgede istikrarsız ve emperyalizme karşı dirençsiz bir dönemin ana ögeleri olacağından şüphe yok. Bu açıdan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in net şekilde tespit ettiği üzere İsrail tüm bu hengamenin ardından en kazançlı devlet olarak çıkmış durumda. Ama şu anda daha önemlisi, İsrail’in hali hazırda sahip olduğu ve karşılığını da aldığı cüretkarlığının Suriye’yi istikrarsızlaştırıcı etkisinin yakın vadede ortadan kalkmayacağını düşünerek değerlendirme yapmak olmalı. Bir başka ifadeyle, İsrail bu kazançlı durumu masada ete kemiğe büründürmeden bölgede kimseye rahat vermek istemeyecek ve çok muhtemelen vermeyecektir.
DİRENİŞ EKSENİ’NİN RESTORASYONU MÜMKÜN MÜ?
Bugün oldukça karanlık gözüken tabloda sadece İsrail için değil emperyalizm için de dikensiz bir gül bahçesi gözüküyor. Emperyalizm açısından Suriye halkının daha fazla ölüp ölmeyeceğinin, burada cihatçı bir cehennemin kurulup kurulmayacağının pek az önemi var. Beşşar Esad’ın arkasından diktatörlük hikayeleri yazıp canavarlaştırmak için her türlü yalana başvurulurken hemen yanı başındaki Benyamin Netanyahu’yu akıllarına getiren kimse yok. Yine Colani ve benzerlerinin insanları çatılardan attığı, çocukların kafalarını kestiği, cesetleri parçalayıp ciğerlerini yediği o günleri de hatırlarına getirmek isteyen kimseye rastlanılmıyor. Ama elbette işi Esad’ı bir yandan Hitler ve Mussolini ile ama bir yandan da bir el çabukluğuyla Stalin ile birlikte anmaya vardıracak liberal işbirlikçi eşraf bulmakta zorlanılmıyor. Maalesef, bugün kazananların günü ve kazanan taraf emperyalizm, işbirlikçileri ve beslemeleri.
Kaybeden ise, öyle kalmaları gerekmiyor olmakla birlikte, elbette öncelikle Suriye emekçileri. Ama daha doğrudan bir kaybeden ‘Direniş Ekseni’. Adına ister ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ ister başka bir şey deyin, süreci ister ‘Arap Baharı’ ile ister başka bir olayla başlatın, emperyalizmin Sovyetler Birliği ve dünya sosyalist sistemi sonrasında Ortadoğu’ya yönelik planlarının Birinci Dünya Savaşı’nın hedeflerine geri dönmeye bağlandığı açık olmalı.
Bu açıdan, örneğin gizli Sykes-Picot Antlaşması ile İngiliz ve Fransız etki alanlarına bölünen Ortadoğu’da Arap milliyetçiliğinin Sovyetler Birliği desteğiyle özellikle Libya, Mısır, Suriye ve Irak’ta bağımsızlık hareketlerinin başını çekmesine karşı sürekli olarak emperyalizmin hedefinde kaldıklarını akıldan çıkarmamak gerekiyor. Benzer bir düşünceyi İngiliz emperyalizmine karşı Muhammed Musaddık’ın önderlik ettiği İran Ulusal Cephesi’nin bağımsızlık hareketi için de ifade edebiliriz. Bu hatta bir direniş ekseninin aslında çok önceden de kurulu olduğunu hatırlamak gerekiyor. Üstelik Cemal Abdünnasır’ın ölümünün ardından Mısır’ın giderek emperyalizme yanaşmasıyla bu eski direniş hattında da çok erken bir tarihte gedikler açıldığı söylenebilir.
Bugüne geldiğimizde ise, emperyalizmin Sovyetler Birliği ve dünya sosyalist sistemi sonrasında Ortadoğu’yu ve Kuzey Afrika’yı sisteme bağlama planının çağımızdaki halinin, stratejik olarak Ortadoğu’da Türkiye ile Arap şeylikleri arasında bir kara yolu bağlantısının kurulması ve İran’ın Basra Körfezi’nden Akdeniz’e bir coğrafi süreklilik içerecek varlığının bölünmesi hedefi anlamına geldiğini ifade edebiliriz.
Bugünkü tabloda ‘Direniş Ekseni’ olarak anılan İran-Irak-Suriye-Lübnan hattının tam ortasına büyük bir kama sokulduğu açık. Bu kamanın bir Sünni devleti olması ise mutlak bir zorunluluk olmaktan çıkmış durumda. Zira İsrail’in sınırlarını güvenceye alıp İran’ın artık zorunlu olarak kendi sınırlarına çekilmek durumunda kaldığı bu tabloda, istikrarsızlaşmış bu halinin yeniden bir bağımsızlıkçı çizgiyi hâkim kılabilmesinin en azından kısa vadede pek mümkün olamayacağını öngörebiliriz. Bölgede birden fazla karta oynamış olan emperyalizmin feda edebileceği piyonları olduğu gibi yeni roller verebileceği ortakları da olduğunu görmeliyiz.
İsrail’in başını çektiği bu son saldırı dalgasında İran’ın artık öncelikle ve esasında sadece kendisini korumaya gerileyeceğini, Rusya’nın önceliğinin ise bir süredir Ukrayna olduğunu ve Ukrayna’daki hedefleri açısından Suriye’deki konumunun feda edilebileceğini de kabul edebiliriz. Böylece, en azından kısa vadede, rüzgârın değişmesi için imkan olmadığını ve ‘Direniş Ekseni’nin ağır bir yenilgi alarak geriye çekildiğini bilmek gerekiyor. Buradan geri dönüşün ise sadece Amerikan karşıtlığı ve mezhep kavgaları üzerinden gerçekleşmesi ise gerçekçi gözükmüyor.
BAAS NEREYE OTURACAK?
1963’te başlayan Arap Sosyalist Baas Partisi iktidarı 61 yıllık bir tarihin ardından sahneden inmiş oldu. Diriliş anlamına gelen Baas’ın Suriye ve Irak kolları baskın olmakla birlikte pek çok Arap ülkesinde Arapların ulusal birlik ideolojisi olarak ortaya çıktığını ve Suriye Baas hareketinin özellikle sosyalizme daha yakın bir çizgiyi giderek egemen kıldığını söyleyebiliriz. Bu anlamda, Suriye Baas rejiminin ve Esad ailesinin, benzerliklerle birlikte Saddam Hüseyin veya Muammer Kaddafi’den farklı olduğunu tartışamaya gerek bile yok. Bugün emperyalist merkezlerden Esad ailesine karşı kusulan öfkenin kaynağı da onların bu geçmişi esasında.
Bu köklü ve uzun geçmişe karşın Suriye Arap Cumhuriyeti’nin bu denli hızlı çözülüşü kuşkusuz çok şaşırtıcı. Savaşın daha karanlık günlerinde henüz müttefikleri dahi olmadan direnebilen ve yenilmeyen bir partinin ülkenin tüm şehirlerinde olağanüstü kalabalıklarla yapılan mitinglerle halkıyla bütünleşen görüntüsünün yerinde yeller esiyor. Daha acısı bu köklü hareket basit bir iç yazışmayla tarih sahnesinden çekilmiş durumda. 4 yıl önce savaşın galibi sayılan Beşşar Esad’ın aradan geçen sürede herkes tarafından konuşulan ve cihatçıların bir yıldır hazırlandıklarını anlattıkları, kuzeydeki İdlib ve güneydeki Dera arasında ortak operasyon odaları ve bir koordinasyonun kurulduğu bir saldırıya karşı hazırlıksız yakalanmasının hiç de akla yatkın olmadığını söyleyebiliriz.
Tüm bunlarla birlikte Arap milliyetçiliğinin esas kurucularından olan bir hareketin Suriye toplumunda hiçbir etkisinin ve mirasının kalmadığını ve kalmayacağını söylemek de mümkün değil. Nitekim Şam’da yapılan mitingler gibi pek çok örnek Suriye’de laik bir damarın varlığını da gösteriyor. Tarihsel olarak Müslüman Kardeşler örgütünün ve Sünni Hicaz İslamcılığının ülkedeki ana eksenini oluşturan Hama-İdlib hattı ile doğudaki çöl bölgelerindeki Sünniler arasında siyasal İslam yaygın olsa da bu bölgeler dışında ülkenin geri kalanında din, mezhep ve etnik farklılıklar gözetilmeksizin Arap milliyetçiliği ve laiklik düşüncelerinin ciddi bir tabanı olduğu akıldan çıkartılmamalı.
Arap milliyetçiliği fikirlerinin ise özellikle hali hazırda genişleyerek devam eden İsrail işgali ve geçici hükümet kurma noktasındaki HTŞ’nin ABD ve İsrail’i memnun etme siyasetleri düşünüldüğünde güçlenebileceği öngörülebilir. Elbette zaman zaman haberleri gelen ancak henüz somut bir tehlike olmanın ötesinde yaygınlığı ve sistematikliği baskınlaşmamış olan özellikle Aleviler, Şiiler ve Hristiyanları hedef alacak cihatçı terörünün artmasının sonuçları da olacaktır.
Tüm bunlarla birlikte Suriye’de kısa ve orta vadede adlı adınca bir “Diriliş” hareketi beklememek gerekir. Tarih boyunca işbirlikçilikle sakatlanmış Arap siyasetleri içerisinde hiç değilse hasletleri ile bağımsız ve sosyalizan bir siyasi hattı temsil eden bu modernleşme hareketinin, hangi vadede gerçekleneceğini bilemesek de, bir kez daha kendisine yollar bulacağı ve bir başka düzlemde yeniden kurulacağını da şimdiden öngörmeliyiz.
İHVAN’DAN GERİYE KALANLAR VE YABANCI CİHATÇILAR
Siyasal İslam Arap Baharı ile birlikte emperyalizmin aparatı olarak üstlendiği toplumdaki hoşnutsuzlukları istismar eden isyan girişimlerinden birini de Suriye’de hayata geçirdi. Esasında Müslüman Kardeşler örgütü veya daha kısa bir ifadeyle İhvan Suriye’de ilk kez isyan çıkarmadı. Daha önce de 1982’de benzer bir kalkışmayı denemişler ve başarısız olmuşlardı.
İhvan, Arap Baharı’nda Tunus’tan başlayarak bulunduğu her ülkede aynı görevi üstlendi. Esasında bir çoğunluk olmamalarına ve Müslüman olmaları dışında ideolojik köklerinin bütünüyle dışardan ve bulundukları coğrafyalara yabancı olmasına karşın görece örgütlü tek güç olmaları nedeniyle tüm ülkelerde hoşnutsuzluklara karşı temsiliyeti ele almaları mümkün olabildi. Suriye’de de bu açıdan İhvan’ın öne çıktığı görüldü.
Ancak AKP’nin akıl hocalığı, rehberlik ve patronluk tasladığı İhvan, en güçlü olduğu Tunus ve en kalabalık olduğu Mısır’da dahi yönetme kabiliyetinden ne kadar uzak olduğunu ve siyasal İslamcılığın ideolojik yetersizlikleri ile İslam’ın geleneksel olarak sadece başka dinlerden olanları değil kendi mezhebi, tarikatı, grubu, şeyhi dışındaki herkesi ve her türlü yorumu din dışı ilan eden ve radikalleşmenin sınırlarını ortadan kaldıran tekfirciliğinin sonuçlarıyla yüzleşmek durumunda kaldı.
İhvan’ın uydurduğu “ılımlı İslam”ın ılımlı kalamadığı görüldükçe tarihsel olarak modernleşme damarının güçlü olduğu Mağrib ülkeleri ile ve Arap milliyetçiliğinin etkin olduğu Mısır ve Suriye’de toplumların çok kültürlü ve gelişkin yapılarına yeni ufuklar açmak bir yana onlara fazlasıyla dar gelen, toplumların geride bıraktığı tartışmaları istismar üzerine kurulu toplumsal ajandalara ikna yeteneği de büsbütün ortadan kalktı.
Bir başka ifadeyle, İngiliz ve Amerikan emperyalizminin, Arap milliyetçiliğine karşı yoksulluğu istismar edip şeyhlikler yerine halk egemenliğini savunur gözükmek üzere geliştirdiği bir aparat olan İhvan veya daha genel bir ifadeyle siyasal İslam işbirlikçileri nedeniyle kapitalizme göbekten bağlı olduğu için son tahlilde kapitalizmin dayattığı piyasanın bir parçası olarak aynı zamanda “muhafazakarlık” yapılmadığı gerçeğiyle yüzleşti. Yani, elinizde iPhone Instagram’a girip “influencer”lıkla iştigal ederken örtünüz bir ibadet değil bir stil meselesine dönüştükçe soğukta otobüs bekleyen bir hanımın başörtüsü ile Mercedes içerisinde gezen hanımefendinin bilmem ne marka ipek türbanı aynı anlama gelmeyecektir.
İşte İhvan Suriye’de 2011-2013 arası dönemde etkin olmakla birlikte Tunus ve Mısır’dakinin aksine Suriye’de devletten direnç görüp bir türlü başarılı olamadığında ve en sonunda belki de bu başarısızlığın da etkisiyle Tunus ve Mısır’da da yenilince bu kez daha radikal unsurlar ve daha vahşi bir çullanma yaşandı. O dönemde her yere sokulan ve Libya’da bir “zafer” elde eden dünyanın dört bir yanından devşirilen cihatçı çeteler bu kez Suriye’ye sokuldu.
Onların Suriye’ye girmesiyle İhvan nasıl tarif edecek olursak olalım bu cihatçı terör çetelerinin parçası haline geldi. Bu ister kendi tabanını bu örgütlere yitirmesiyle olsun ister bu çetelerin İhvan’ı ele geçirmesiyle olsun neticede sadece İhvan’dan oluşmayan “Özgür Suriye Ordusu” gibi yapıların yerine önce El Kaide uzantısı Nusra örgütü ve daha sonra onun da yerini benzer bir kaderin neticesi olarak Irak Şam İslam Devleti aldı. Bugün iktidarı ele alan Heyet Tahrir Şam (HTŞ) örgütü ise IŞİD’in yenilgisi sonrasında İdlib’de Nusra Cephesi yerine kurulan yapılardan baskın çıkanı olarak var oldu.
Bugün bir kez daha İhvan projesine dönülmesinin zemini olmadığı kesin. Bunun yanı sıra siyasal İslamcılığın bir başka biçim ile gündeme girmesi de kolay değil. Ama her durumda akılda tutulması gereken kritik bir nokta Suriye’ye doluşturulan yabancı çetelerin buradan çıkartılmadan ülkeye gerçekten huzur ve istikrar gelmesi için bir zemin dahi kurulamayacağı. HTŞ’nin esas rolünün bu silahlı gücü kanunileştirmekte olacağı ama sonrasının çok da belirgin olmadığını, silahları çıkardığınızda Suriye toplumunda ideolojik etkisinin sınırlarının çok çabuk belirginleşeceğini ama silahlar olduğunda da devirdikleri “canavar”dan farklarının kalmayacağını düşünerek bir değerlendirme gerekiyor.
AYIYLA DANSIN SONUNU KİM BELİRLER?
Rus atasözü, “Ayıyı dansa davet ederseniz dansı bitirmeyi belirleyecek siz olmazsınız, ayı olur” dermiş. Gerçekten böyle bir atasözü olmasa bile emperyalizm ile işbirliğinin sonuçlarını açıklaması açısından veciz bir ifade sayabiliriz. Fiilen dörde bölünmüş Suriye topraklarının petrol yataklarının da bulunduğu kuzeyi ve doğusundaki bölgelere yayılmış olan “Rojava”nın kaderi de önemli tartışma konularından.
Suriye’de Kürtlerin özerk bölgelerini koruyup koruyamayacakları gibi tartışmalarda ilk sıraya yazılması gereken kuralın ABD’nin bölgede en çok İsrail’i gözeteceği ama Türkiye’yi de son noktada kaybetmeden ve bütünüyle karşısına almadan hareket edeceği olmalıdır. Bu açıdan Türkiye’nin bütün itirazları ile bir Kürt devletinin kurulmasına onay çıkacağının düşünülmemesi gerekir.
Bu açıdan, ABD ile bağı Suriye’deki Kürtlerden çok daha gelişkin olan Barzani’nin Irak’ın kuzeyindeki federal yönetiminin de yıllardır bağımsızlık gündemine sahip olması ve bir referandumu dahi örgütlemeye çalışmasına rağmen bu adımın atılamadığı bize örnek teşkil etmeli. Ancak sonuçta iki taraf da, Türkiye de Suriye Kürtleri de, ayıyı, emperyalizmi, dansa davet etmiş durumda. Dolayısıyla artık dansı bitirmeye karar verecek olan kuşkusuz ABD.
Bu açıdan tarafları belirli bir dengede tutan, Türkiye’nin kaygılarını kontrollü bir şekilde gideren ama Suriye’deki Kürtlerin ezilmesine de müsaade etmeyen ABD politikasının herhangi bir yönde değişmesine dair bir beklentinin gerçekçi dayanakları olduğunu söylemek mümkün değil.
“Neo-Osmanlıcı” bir önerme ile Müslüman Kardeşlerin yanı sıra Kürtlere de akıl hocalığı, rehberlik ve patronluk taslayarak Türkiye’nin sınırlarının büyüdüğü ancak ademi merkeziyetçi bir yapının kurulduğu planların 2016 öncesinde kaldığını güvenle söyleyebiliriz. Dolayısıyla, bugünlerde hülyalarının gerçekleştiği sanrıları ile “Ak Partililiği”ni hatırlayan Ahmet Davutoğlu’nun nur yağan bir pazarı misli geçer akçe olacağı bir dünyada değiliz. Tersinden ABD’nin NATO’nun en büyük ikinci silahlı gücünü Suriyeli Kürt militanlar ve Murray Bookchin için feda edeceğini düşünmek de nereden bakarsanız en hafif deyimle fazlasıyla naif ve düşüncesiz sayılmalı.
Bu açıdan, katıksız bir piyasacılık ve işbirlikçilik anlamına gelen Barzaniciliğin önemli bir “tutkal” rolü görebileceğini unutmamak lazım. IŞİD’in Kobani kuşatmasında davul zurnalarla karşılayıp uğurladığımız ve yedikleri lahmacunlarına kadar ödediğimiz Barzanicilerin rolünün devam ettiğini akıldan çıkarmamalıyız. Tüm bunlar da en başta ifade edilen “denge” halini besleyen ögeler olarak kabul edilmeli.
BAHARDAN KIŞA: ZAMAN TERSİNE AKTIĞINDA
Tüm bu tabloda Suriye’nin geleceği açısından olası ihtimalleri değerlendirirken yakın geçmişe bakmak en doğrusu olacaktır. Filmi geriye saralım, ‘Arap Baharı’na dönelim. Önümüzde somut örnekler duruyor: Tunus, Libya ve Mısır.
Tunus, kuruluşunun olmasa bile “Arap Baharı”ndaki İhvan projesinin beşiğiydi. Gelişkin bir siyasi hareket ve örgüt olan Ennahda’nın öncülük ettiği karşı-devrim süreci, ancak bir yılın sonunda yerini ciddi bir geri adım atılmasına, iktidarın bırakılmasına razı olmaya ve bunu daha geniş bir uzlaşı arayışına mecbur kalınarak telafi etmeye yöneldi. Dahası, Ennahda İhvan hareketinin nitelik değiştirmesi gerektiğine ilişkin tartışmaların başladığı iki yerden birisi oldu. Üniversiteyi Kahire ve Şam’da okuyan ve 2012’de İngiliz Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nün ödüllendirdiği Raşid Gannuşi en sonunda siyasi parti ve toplumsal örgütlenmelerin ayrılması gerektiğini açıklayarak yeni bir dönemin ilk tartışmasını açmıştı. Tunus’un özellikle güçlü bir laik geleneğe sahip olduğunu da ifade etmek yerinde olur.
Bir diğer örnek ise İhvan’ın kurulduğu Mısır. Burada da İhvan’ın siyasi kolu Hürriyet ve Adalet Partisi iktidara gelirken ancak bir sene bu iktidarı koruyabildi. Siyasal İslam’ın bu güçlü kolu düşük katılımlı bir seçimde tek örgütlü siyasi güç olmanın avantajıyla aldığı oyun ona mutlak bir yetki, meşruiyet ve hak sağladığını düşünerek hareket ederken bir büyük duvara tosladı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın anayasada laiklik ilkesine yer verilmesi gerektiği uyarısı yaptığı Muhammed Mursi ve yandaşları geniş kitlelerin protesto gösterileri üzerine bir askeri darbeyle indirildi. Terör örgütü olarak yasaklanan İhvan, Mısır’da, çareyi bir “sivil toplum örgütü” haline gelmeyi tartışmakta buldu. Mısır toplumunun çeşitliliği ve emperyalizmle bağları İhvan’ın ideolojik yetersizliklerine karşın cüretkâr ajandasını kabul etmedi.
Libya ise bunlardan farklı olarak hiçbir şekilde istikrarını bulamayan bir ülke olarak bölünmüş bir cehenneme geriledi. Petrol gelirlerini toplumsal refaha yönlendiren ülke emperyalizmin doğrudan müdahalesini de yaşayan tek örnek oldu. Ancak buna karşın kısa sürede İhvan’ın Trablus merkezli olarak bir tarafta ve Ulusal Ordu’nun Tobruk merkezli olarak diğer tarafta olduğu yeni bir iç savaşın içine düşüldü. 6 yıl daha süren iç savaş bir ateşkes ile sonuçlandırılırken Libya halen daha parçalanmış bir şekilde kaderini bekliyor.
Bu örneklere bakınca Türkiye ve İsrail’in Suriye’ye doğrudan müdahale imkanları ve sınırdaş olmalarının azımsanmayacak etkileri olabilecekse de siyasal İslam’ın yıkıcı becerilerinin iş kuruculuğa geldiğinde pek de elle tutulur olmadığını kanıtlıyor. Ciddi alternatiflerin üretildiği, öyle ya da böyle, az ya da çok modern toplumlarda siyasal İslamcı ajandalar toplumda karşılaştığı direnci aşabilecek bir kapsayıcılığı hiçbir zaman ele alamıyor. Öte yandan, bu olmadığından ise bu kez daha yıkıcı ve kanlı iç çatışmalara kapı aralanıyor.
Suriye’ye bakıldığında HTŞ’nin İhvan’ın Mısır ve Tunus’taki örgütlülüğüne sahip olmadığını, ancak ülkenin 13 yılı geçen savaş sürecinden sonra mutlak bir barış arayışında olduğunu, Arap milliyetçiliğinin gücünü, toplumsal çeşitliliği bir arada değerlendirdiğimizde daha bir kadınla sırf başı açık diye fotoğraf çektiremeyen, basit bir içki sorusuna cevap veremeyen HTŞ’nin kalıcı şekilde Suriye’yi yönetebilmesinin çok büyük engelleri olduğunu görebiliriz. Bunun yeni bir laik ve milliyetçi çıkışa mı neden olacağı ya da yeni bir iç savaşın katalizörü mü olacağı sorusuna bugünden ancak kahince bir cevap verilebilir.
Bugünden öngörülebilecek olan HTŞ ve Colani’nin toplumsal kapsayıcılığı öncelemesi halinde içerdeki radikal unsurlar üzerindeki kontrollerini yitireceği ve siyasal İslamcı ajandayı öne çıkarttığında ise giderek toplumun çoğunluğu ile birlikte yönetme becerilerini de kaybedeceği olduğunu söyleyebiliriz.
Suriye’de sınıf mücadelesinin de burjuva anlamında ideolojik mücadelenin de daha kaldıracağı çok su olduğu kesin. Suriye Arap Cumhuriyeti’nin hızlı çözülüşü emperyalizmin tüm planlarının tıkır tıkır işlediği bir dikensiz gül bahçesine girildiği anlamına gelmiyor. Henüz Suriye toplumunun isteklerini ve taleplerini görmüş değiliz. Ancak Arap Baharı’nın çok geç kalmış bir doğrulamasından ziyade Arap Kışı’nın son noktası olmaya daha aday olduğunu söyleyebiliriz.