Tekno-totaliter neoliberalizm
Neoliberalizm, kendini var edebilmek için küresel ölçekte tekno-totaliter bir denetim mekanizması işletiyor.
Fransız filozof Gilles Deleuze, denetim toplumlarına geçişin önünü açan en büyük etmenin teknolojik yenilikler olduğunu söylüyor. Çağımıza damgasını vuran dijital teknoloji de kapitalizmin güdümünde geliştiği için devletin birey üzerindeki denetim olanakları artıyor. Başta ABD’nin Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) olmak üzere bir çok ülkede hükümetler çeşitli kurumlar aracılığıyla halkı gözetim altında tutuyor. Yani masumiyet karinesi yok sayılarak herkes potansiyel suçlu olarak görülüyor. Teknolojik denetim gücü arttıkça devletler otoriterleşiyor. Neoliberalizm, kendini var edebilmek için küresel ölçekte tekno-totaliter bir denetim mekanizması işletiyor. Ülkesine göre terör, darbe, savaş, göçmenler ya da mülteciler gibi sorun başlıklarıyla önce kamuoyunda korku iklimi yaratılıyor; sonra da güvenlikçi politikalar devreye sokuluyor. İktidarlar, bu tür sorunları çözmektense halka karşı tehdit ögesi olarak kullanmayı yeğliyor. Çünkü güvenlik kaygısı, insanların bireysel özgürlüklerden vazgeçmesini kolaylaştırıyor. İklim krizi, işsizlik, hayat pahalılığı, faşizm gibi gerçek korkular yerine öteki korkusu zihinlere pompalanıyor. Ötekinden kaynaklanan güvenlik kaygısı, bireyin içine kapanmasına yol açıyor. Oysa özgürleşmenin yolu ötekiyle bağ kurup yüzleşmekten geçiyor.
Geçtiğimiz Şubat ayında KONDA tarafından yapılan Gençlerin Politik Tercihleri başlıklı araştırmada deneklere, “toplumsal güvenliğin sağlanması için kişisel özgürlükler kısıtlanabilir” ile “hiçbir koşulda kişisel özgürlükler kısıtlanmamalı” şeklinde formüle edilen iki seçenek sunulmuş. Tercihlerden çıkan sonuca göre gençlerin 4’te 3’ünün hiçbir koşulda özgürlüklerin kısıtlanmasını istemediği saptanmış. Ne var ki araştırmacının yaptığı değerlendirmede bu sonucun mevcut hükümete duyulan güvensizlikle ilişkili olabileceği vurgulanıyor. Yani daha güvenilir bir hükümete özgürlükleri kısıtlaması yönünde onay verilebileceği izlenimi edinilmiş. Araştırmaya göre eğitim düzeyi arttıkça kişisel özgürlükler kısıtlanabilir diyenlerin oranı da artış gösteriyor. Özellikle sosyal medyada yer alan suç haberlerinin daha çok eğitimli gençlerde güvenlik kaygısı yarattığı belirtiliyor(1).
Devletler, güvenlik politikalarını belirlerken bireyleri sınırlama, yönlendirme, önleme ya da cezalandırma kabiliyetlerini artırmak için dijital arşivlerindeki verilerden yararlanıyor. Ülkeyi yönetenler, protesto eylemlerinin ya da işlenen suçların sosyoekonomik ve sosyopsikolojik nedenlerini sorgulamaya yanaşmıyor. Bunların analizini, değerlendirmesini yapıp iyileştirici önlemler almakla ilgilenmiyor. Salt eylemin veya suçun boyutunu, gerçekleşeceği zamanı ve mekanı öngören yapay zeka algoritmalarının önerilerine göre tepkisel önlemler alıyor. Çünkü statükoyu koruyup sürdürmek için bu kadarını yapmak yetiyor.
Devletlerin yanı sıra küresel şirketler de dijital medya sayesinde elde ettikleri kişisel verilerden ticari çıkarları için yararlanıyor. Arama motorları, sosyal medya üyelikleri, alışveriş siteleri ve benzerleri kullanılarak toplanan veriler, bireylerin yaşam ve davranış biçimlerini izlemeye, kayıt altına almaya yarıyor.
Zaten dijital dünya teşhirciliği kışkırttığından bireyler veri mahremiyetini kendi elleriyle ortadan kaldırıyor. Görünür olmak uğruna mahremiyetle birlikte özgürlük de yitiriliyor. Tuhaf ama Guy Debord’un söz ettiği gösteri toplumu, sanki Shoshana Zuboff’un tanımladığı gözetim kapitalizmi için çalışıyor!
İnsanların yeni teknolojik araçları kullanma becerisi, hep çağa ayak uydurma ölçütü olarak yüceltiliyor. Bugün aynı durum dijital medya açısından da geçerli. Oysa sosyal ağların bireysel gereksinimleri karşılamak dışında hangi büyük amaca hizmet ettiğini kavramak bundan çok daha önemli. Biz mi aracı kullanıyoruz, araç mı bizi? Tekno-totaliter neoliberalizme karşı dijital mücadele yöntemleri geliştirmek için öncelikle bu soruya yanıt vermek gerekiyor.