Tülin Tankut yazdı: Biz seçmenler önce kendi gücümüze güveneceğiz

"Biz derken kast edilen; siyasi partilerin ya da bağımsız adayların, halkın sorunlarına çözüm diye getirdikleri vaatleri gözü kapalı olarak kabul etmeyecek olan seçmenlerdir. Sözgelimi, dinin menettiği tüm kötülükler toplumda yaygınlaşmışken kişinin karmaşık dünyasını dine referans yaparak düzene sokabileceği iddiasındaki bir adaya nasıl inanabiliriz?"

Yerel seçimler var olan koşullarda yapılacağına göre, içinde bulunduğumuz vaziyetin “imkan ve şerait”inden uzun uzun söz etmeye gerek yok. Kime oy vereceğimizi düşünürken özgür irademizi gölgeleyen pek çok etkenin devreye girebileceğini akıldan çıkarmamak önemli. Hele bu iletişim çağında etki altında kalmadan karar vermek hiç kolay değil. İletişim gerçekten sihirli sözcük! Kızılderililer dumanla haberleşmişlerdi. Hitler kitleleri, megafonla konuşarak etkilermiş. Obama’nın tercihi dijital yöntemmiş. Günümüzde gelişmiş teknoloji yozlaştırılıyor ve kötüye de kullanılıyor; ancak ulaşım ve iletişimin sağladığı kolaylıktan biz seçmenler de azami derecede yararlanabiliriz.

Biz derken kast edilen; siyasi partilerin ya da bağımsız adayların, halkın sorunlarına çözüm diye getirdikleri vaatleri gözü kapalı olarak kabul etmeyecek olan seçmenlerdir. Sözgelimi, dinin menettiği tüm kötülükler toplumda yaygınlaşmışken kişinin karmaşık dünyasını dine referans yaparak düzene sokabileceği iddiasındaki bir adaya nasıl inanabiliriz? Dinin toplumdaki ahlaki belirleyiciliği günümüzün gerçekliğine uyuyor mu ? (35 milyon silah, 30 milyonu ruhsatsız) (1) Kaldı ki çeşitli biçimlerde tezahür etse de kötülük toplumsaldır. Eşitsizliğin derinleştiği , denetimsizliğin had safhaya vardığı ortamda artar. Şiddeti içkindir. Daha çok zayıfları hedef alır. Herkesin iyilikler yola getirilebileceği savının bilimsel bir temeli yoktur. Bu bir temennidir. Kötülüğü önlemekte bilisizlikle mücadele etmek yarar sağlayabilir. Toplumda herkesin birbirinin yaşam biçimine, dünya görüşüne, inançlarına karşı saygılı olma zorunluluğuysa laik, demokratik, hukuk devletinin görevidir.

Yasalara, kurallara uyarak yaşama kültürü, kentlerin başta gelen özelliğidir. Bir ülkenin geleceğine yön verecek olan kentlerdir, sözü boşa söylenmiş değildir. Bizde de iktidar partisi mensupları, “İstanbul’u kazanan Türkiye’yi kazanır “ saptamasında bulunmuşlardır. Gerçi bu sözü herkes aynı anlamda mı kullanıyor kestiremeyiz ama ekonomik, toplumsal, siyasal, tecimsel, kültürel, sanatsal dinamiklerin kenti canlı tuttuğu herkesin malûmudur. Kültür – sanat etkinlikleri, konserler, sinema ve tiyatrolar kentlilerin vazgeçilmezleri arasındadır. Ayrıca kentin olanakları, kişiyi konfora alıştırır. On-line alış veriş, eve yemek siparişi , dijital ev sineması , çamaşırhane, metro v.d. hayatı kolaylaştırır. Bunlara pandemi sonrası yaygınlaşan evde çalışma ve serbest çalışmayı da -home- office, free- lance – katabiliriz. Ancak içinden geçmekte olduğumuz süreçte olduğu gibi ; hayat pahalılığı, işsizlik, düşük ücret, yüksek enflasyon kapıya dayanınca kişinin alıştığı düzen bozuluyor. ( Ev kiraları, yakıt, ulaşım , her şey ateş pahası) Özellikle gelir düzeyi genele göre daha yüksek olan kesimde hoşnutsuzluk başlıyor. Gösterilen tepkiler, örgütsüzlükten ötürü genelde bireysel kalıyor. ( Yurt dışına iş gücü göçü epeyce artmış görünüyor) Toplumsal sorunlara teslim olmayanlarsa tepkilerinde oylarıyla belli ediyorlar.

Sosyal bilimcilerin alanına giren bu konu haklında anket, araştırma ve yazılı bilgiye, amprik gözlemlere dayalı kabaca yapılmış bu saptamadan sonra iktidar partisinin, 14- 18 Mayıs 2023 seçimlerini üç büyük kentte neden kazanamadığı sorusuna yanıt arayabiliriz. Kentin merkezinde ikamet edenlerin tersine, muhafazakâr partilerin oy deposu olarak bilinen, göç nedeniyle büyük kentlerin dışındaki bölgelere (çeperlere) yerleşmiş olan kesim, iktidar partisini destekledi. Bilindiği gibi, ülkenin doğu ve güney doğu bölgelerinde eğitim düzeyi ve işe başlama yaşı oldukça düşüktür. Buna karşılık erken evlilik oranı yüksektir. Kentin yeni sâkinlerinin aile bireyleri ücretli çalışanlardan farklı olarak çoğunlukla inşaatlarda, kentteki ufak atölyelerde, işyeri, ev, otel, restoran v.b. yerlerde, taşıma ve temizlik işlerinde yasal kazanımlarını koruyacak sosyal güvence, sendika, toplu sözleşme gibi imkanlardan yoksun olarak çalışmaktadırlar. Giderek artan hayat pahalılığı karşısında yaşam mücadelesi verirken doğaldır ki, dinin yükselişiyle toplumda ekonomik ve siyasi güç olarak varlık gösteren cemaat , vakıf ve tarikatların dini söylemler eşliğindeki yardım vaatlerine sıcak bakacaklardır. Bu kuruluşlar kişilere, alışık oldukları geleneksel kültürü temel alarak sosyalleşmeleri için de yardımcı olurlar. Bilgi eksikliği, tabular, tutucu geleneklerin baskıları, kitlelerin gündelik yaşamdaki sorunlarını ağırlaştırmış olsa da çoğunluk tepkiden çok sabır gösterme yanlısıdır.

Ancak sabrın da bir sınırı vardır; emeğiyle geçinen bu kesimin kurulu düzene yönelik eleştiri reflekslerinin yok olmadığını söyleyebiliriz.( Ana akım medyadaki röportajlarda bile, kadınıyla erkeğiyle yaptıkları eleştiriler, son derece yerindedir. ) Kimileri iktidar partisinin belediyelerinin himayesi altında hayatta kalma çabası içinde. Seçimlerden sonra ne olacak? Çalışanların durumunda düzelme olacak mı? Serbest piyasa ekonomisinin mantığı, çalışanların hak taleplerine karşı, uluslar arası pazardaki rekabet zorunluluğunu öne sürüyor. ( Malûm, sermaye ucuz emek arar) Bu da halkın 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak yerel yönetim seçimlerinden mutlaka güçlü çıkması gerektiğine işaret ediyor. Denilebilir ki halk kavramı sınıfsal bir kategori değildir. Ama halkı oluşturan ; emeğiyle geçinen, işsiz ; dar gelirli ev kadını, mavi yakalı, beyaz yakalı, öğrenci ve çalışan gençlik, atanamayan öğretmen, tarım işçisi, hayvan yetiştiricisi, kepenk kapatan küçük esnaf kısacası sermaye sınıfının mahkum ettiği yazgının mağdurları oluşturuyor halkı. Halkın sorunları çok : İşsizlik ödeneği yeterli mi ? Emeklilerinin insanca bir yaşam istemeleri hakları değil mi? Bebeğini süt alamadığı için şekerli suyla besleyen annenin isyanını kim durdurabilir? Ana babaların geleceğimiz olan çocuklarının okul sorunları karşısında ağızlarını bıçak açmıyor.

Sonuç olarak, seçimlerde sorunlarımızın benzerlikler taşıdığını dikkate alarak oy kullanmamız kendi yararımıza olacaktır. Örneğin bugünün çalışanı geleceğin emeklisi değil mi? Ama tüm muhalif kesimlerin bir an önce dağınıklıktan kurtulması gerekiyor. Potansiyel gücümüzü yasalara uyarak harekete geçirmekten çekinmemeliyiz. Yaşamsal sorunlarımız ancak laik, demokratik , hukuk devletinde çözüme kavuşacağına göre , bu konuda ödünsüz davranmak , geniş bir muhalefetin oluşmasında temel ilke olmalıdır. (sürecek)

DİPNOT:

(1) Geçenlerde yaşama veda eden , yurt içi ve yurt dışında iyi eğitim almış, yabancı dil bilen, sağın kanaat önderlerinden ve mütefekkir olarak anılan yazar , çevirmen, romancı, eski marksist Alev Alatlı , You Tube’daki son söyleşisinde, şu yorumu yapıyor: “ Aslolan helalleşmek olmalıdır. Helalleşmek, mahkemede dava kazanmaktan daha üstün olmalıdır. Çünkü her yasal hak, helâl değildir, olamaz. “ Alatlı daha önce de aynı savı savunmuştu: “ İmar izni olan bir müteahhitin şehrin (İstanbul’un) ufkuna tecavüz ederek binalar dikmesi , yasaldır. Ama helâl değildir. “. Demek ki aslolan, yasalara uymayıp imar iznini veren yetkiliyi eleştirmek değildir. Acaba yapılması gereken yasanın kabul görmesi için dine uygunluğunun kanıtlanması mıdır ? Ya da yargıç ve hakim meslekleri tanımlanırken başına Müslüman ekinin konması mıdır? Yasalar, dahası anayasa bile değiştirilebilir; nitekim bu hükümet döneminde kadın örgütlerinin çabalarıyla Medeni Yasa’daki cinsiyetçi maddeler değiştirilmiştir. Ancak, değiştirmek başka, tahrifat yapmak başkadır. Ne yazık ki, şu sıralar geçmişi bugünle buluşturma gibi anayasal düzenin bekası için son derece zararlı girişimlere tanık olmaktayız.