Tülin Tankut yazdı: Seçmenin kulağına kar suyu kaçtı

"Kabul etmesi güç ama yerel seçimlere dünyayı saran bu ahval ve şerait altında gireceğiz. Yine de bu seçim atmosferinin emekçi halkımız açısından olumlu yanlarını fark etmek gerekir, diyebiliriz. Solun seçimlere iyi hazırlandığını gözlemliyoruz. Kamucu belediyecilik anlayışıyla seçmenleri aydınlatıyor. Toplumsal eşitsizlikten ve onun yaratacağı devasa sorunlardan söz eden yalnızca soldur."

Seksenli yılların başından itibaren tüm dünyada uygulanmakta olan neoliberal politikaların fiyaskoyla sonuçlanması, artık neoliberalizmin mimarı küresel güçleri bile kaygılandırmaya, alternatif politikalar arayışlarını hızlandırmaya başladı. Ama yine eski hamam eski tas, gezegeni yok etme pahasına, biraz olsun dünyayı düze çıkaracak politikalara yönelecek yerde, bitip tükenmek bilmeyen kâr tutkusuyla bildiğini okumaya devam ediyorlar. En son İsrail’in Gazze’de Filistin halkına reva gördüğü, soykırım gibi katliamı insanlar, ekran karşısında, korku filmi gibi seyretmekten başka bir şey yapamaz hale getirildiler. Demokrasi havarileri ABD ve Almanya, İngiltere, Fransa gibi Avrupa ülkelerinde soykırım protestoları bile cezalandırılıyor. Böylece neoliberalizmin demokrasi anlayışının da aldatıcı olduğu ortaya çıkıyor. Ancak dünyanın bu kâbustan uyanışı epeyce bir zaman aldı:

Küresel güçlerin toplumları mutlu edeceği iddialarıyla bol keseden dağıtılan vaatleri, gerçekleştirilmesi şöyle dursun ekonominin serbest piyasanın insafına terk edilmesiyle bir çok ülkede büyük ekonomik krizlerin, yanı sıra toplumsal ve siyasal çalkantıların yaşanmasına yol açtı. ( Onca cana mal olan bölgesel ve etnik çatışmalar başka türlü nasıl açıklanabilir?) 1990’lardaki özelleştirme furyası, emekçi kitleleri mağdur ederken küresel medyanın dünya çapında etkili olan politikalarıyla, gidişata direnç gösterecek demokratik odakları da işlevsiz hale getirdi. Bu konuda ilk akla ilk gelen örneklerden biri, İngiltere’de oluyor : 1979 -1990 yılları arasında İngiltere başbakanı Margret Thatcher’in Muhafazakâr Parti” iktidarındaki yılları, işçi sınıfının büyük eylemlerine tanık olan, ancak kararlılıkla bastırılarak toplum bilincinin önüne set çeken bölücü, popülist neoliberal siyasi söylemin başat kılındığı bir dönem olarak anılmaktadır.

Neoliberal küreselleşmenin yansımaları ileri kapitalist ülkelerin bilimsel, teknolojik, ekonomik, toplumsal, siyasal gelişme düzeyine erişememiş ülkelerde haliyle farklı oldu. (Bizde bu sürece eklemlenme, 1980 askeri darbe sonrasında başlar.) Ülkelerden her biri hakkında yorum yapmak kuşkusuz bağımsız uzmanların işidir. Dolayısıyla burada siyasal iktidarların zayıf noktası olarak bilinen muhalif güçlerin sınıfsal karakterini koruyamamış olmasıyla ilgili birkaç örneğe değinmekle yetinelim: 1999 Seattile’da Dünya Ticaret Örgütü’ne karşı düzenlenen eylemler, 2008 Ekonomik Krizi’nin ardından ABD’de Occupy (İşgal et) gösterileri, 2011 Tunus, Mısır v.d. Arap ülkelerini sarsan halk hareketleri ve 2013 Türkiye’deki Gezi Direnişi gibi. Böylece siyasal iktidarlar için sınıfsal niteliği olmayan bu tür muhalif hareketler karşısında siyasal ödün verme devri kapanmıştır, denilebilir.

Solun güçten düşürülmesi, kapitalizmin bilinçli olarak yürüttüğü “böl, yönet” politikaları karşısında Batı tandanslı feminist hareketler de, “yoksulluk kadınlaştı”, “ev kadınlaştırma”, “kadına yönelik şiddete hayır” gibi yeni kavramları yaratacak kadar toplumsal cinsiyet eşitsizliğine karşı mücadele ederken “zamanın ruhu” gereği , neoliberal politikalara kayıtsız kaldılar.

Emek mücadelelerini zayıflatan diğer etmenlere kabaca şunlar da eklenebilir: Kayıt dışı ekonomi, taşeronlaşma, kaçak ve göçmen işçi çalıştırma, mikro kredi uygulaması ; üniversiteli, beyaz yakalı emekçileri istihdam eden teknoloji şirketlerinin, finans ve hizmet sektörlerinin, büro, ticaret v.b. iş kollarının büyümesi; buna karşılık üretimde otomasyona geçişle mavi yakalı işçi sınıfının azaldığı modern sanayi dallarının gerilemesi . Bütün bunlar haliyle sendikalaşma oranını düşürmüştü.

Süreç içerisinde can çekişen refah devleti politikaları ve sosyal yardımlar aracılığıyla, ekonomik krizler atlatılmışsa da yeni krizlerin ortaya çıkma olasılığı ortadan kalkmamıştı. Pandemi bunların üstüne tuz biber ekmiş ve eve kapanmanın getirdiği yeni sorunlar baş göstermişti. Krizin bedelini ödemekte olan geniş kitlelerin öfke patlamalarını engelleme girişimleri giderek sertleşen siyasi partileri ve liderleri yaratmıştı.

Bunun sonucu olarak süreç, artık daha da güçlü bir biçimde emek aleyhine işlemeye başlıyor: İşçi sağlığı, iş güvenliği önlemleri savsaklanıyor, çalışanların hak arayışları mahkemelerde sürüncemede bırakılıyor.

Öte yandan enflasyon, artan hayat pahalılığı, yalnızca tüketim toplumunun alışkanlıklarına teslim olmuş kesimleri değil; dar gelirlileri de yaşamını borçlanmayla sürdürebilecekleri duruma getiriyor. Kişi, borç içinde kredi kartlarını can simidi gibi görürken başka bir şeyle ilgilenebilir mi? Her şey herkesin gözlerinin önünde cereyan ediyor oysa:

Ülkeden ülkeye farklılık gösterse de, serbest piyasa ekonomisi, toplumsal değer yargılarını da zedeliyor. Kimse kimseye güvenmiyor. Evlere, işyerlerine gizli kameralar konuyor. Kriminal suçlar artıyor; sokakta, evde, iş yerinde hatta sokak ortasında cana kıyılıyor. Durmadan yinelenen kadın cinayetleri için kadın sığınma evleri açmaktan başka çare bulunamıyor.. İş cinayetleri verileri siyasetçileri uyarıyor ama alınan önlemler yetersiz kalıyor. Sömürü, kâr hırsı, acımasızlık, vurdumduymazlık , rantçılıktan medet ummak insanları tutsak etmiş.

Kapitalizm para kazandıracak alanlara sınır koymadığı için fuhuş sektörü her daim iş başındadır. Neoliberalizmde işi azıtmış, fuhuşa göz yuman ülkelerde , çocukları kullanarak çok önemli bir gelir kaynağı olmuştur. Organ mafyaları insan hayatıyla oynar, yoksul kadınlar varsıl olanlara kiralık rahim olarak hizmet ederler. Amerikan yapımı bir belgeselde eleştiriliyor : Şişelenmiş su piyasası, plastik atık yığınları; pazarlama teknikleri( Evde spor ekipmanları, spor salonlarında vücut geliştirme; spor endüstrisi( spor ayakkabısı, kıyafeti)

Çocuk istismarı, akran zorbalığı, saymakla bitmeyecek kadar, akla gelebilecek, günlük yaşama, aileye, okula girebilen tüm kötülükler özellikle metropollere kol geziyor. İnsanlar öfke kontrolünden bihaber; şiddet sıradanlaşıyor. Mafyalaşma küreselleşiyor; uyuşturucu ve siber suç çeteleri boş durmuyor. Ruhsal sağlık sorunları tırmanırken antidepresan satışları Dünya Sağlık Örgütü’nü telaşlandıracak derecede artıyor.

Bu durumda tek tek bireylerin gerçeklerle yüzleşmesi gerekirken, bilginin metalaşması ve tekelleşmesi buna olanak vermiyor. Küresel medyanın ağzına bakan ulusal medyalarda ikiyüzlülük , hilafıhakikat beyanlar; gerçeklerin manipüle edilerek ekran karşısındaki izleyicilerden gizlenmesi. Avrupa’da aşırı sağ güçlenip kitleleri ele geçirirken yönetimlerin suskunluğu “akıl tutulması”nın da ötesinde düpedüz faşizmi getiriyor akla. Benzer biçimde küresel güçlerin emperyalist amaçlarla başka ülkelere girmeleri sudan nedenlerle meşrulaştırılırken savaşların sonu gelmiyor.( Göçmenler, sığınmacılarsa açık yara!)

Kabul etmesi güç ama yerel seçimlere dünyayı saran bu ahval ve şerait altında gireceğiz. Yine de bu seçim atmosferinin emekçi halkımız açısından olumlu yanlarını fark etmek gerekir, diyebiliriz. Solun seçimlere iyi hazırlandığını gözlemliyoruz. Kamucu belediyecilik anlayışıyla seçmenleri aydınlatıyor. Toplumsal eşitsizlikten ve onun yaratacağı devasa sorunlardan söz eden yalnızca soldur. Emekçi sınıflar, sorunlarının kurulu düzende çözüme kavuşamayacağını görüyorlar. (Kulaklarına kar suyu kaçtı !) Toplumsal hareketlerin politika yapma biçimi değişiyor ; kadınların en önde olduğu tarımda, fabrikalarda, dayanışmacı yerel hareketler iyiye işaret ediyor; siyaseti etkileyecek yeni eğilimler ortaya çıkıyor. Osmanlı’dan beri sahip olduğumuz solun tohumlarının yeşermesi bizi şaşırtmıyor. Dünya genelinde de , özellikle hükümetlerin ekonomik kararlarına karşı muhalefet güçleniyor. Emekçi sınıflar sorunlarının altında ezildikçe, onurları kırıldıkça emeğin değeri daha iyi anlaşılacaktır kuşkusuz. Sola düşen de onların siyasal bilinç kazanmalarına destek vermektir.

Söylemeye gerek var mı ? 31 Mart’ta sandık başına giderken oylarımızın geleceğimiz açısından büyük önem taşıdığı idraki içinde olmalıyız. “Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın.”