Semiha Günal
Pek çok öykü bir ‘şey’le başlar, bir fotoğraf, bir şiir, bir imge, bir masal, bir sözcük, bir kişi… Yıldız Biçer Yorulmaz’ın romanı da seslerle başlıyor. Her zaman bir ses vardır etrafımızda, kimi zaman gümbür gümbür bir marştan, bir türküden ya da bir şarkıdan gelen sesler mutluluk, coşku, neşe ya da hüzün verirler; kimi zaman sadece gürültü vardır etrafta rahatsızlık verir, kimi zaman bir çocuk gülüşü duyarız içimiz kaynar, kimi zaman da bizden başkasının duymadığı sesler çarpar kulaklarımıza, iç sesimiz, alt bilincimizin sesi, geçmişin sesi, geleceğin sesi. Gaipten gelen sesler. İşte tren sesi ile gaipten gelen seslerin çarpışmasıyla başlıyor roman. Gaipten dediğime bakmayın yavaş yavaş sararken roman sizi, anlıyorsunuz o seslerin nereden geldiğini. Sonra o seslerin peşinden götürüyor sizi bir dağ köyüne. Sanmayın ıssız bir dağ köyü, aksine pek kalabalık.
Kalabalığı köy nüfusu oluşturmuyor. Geçmişten gelen izler, toprağı işgal etmeye çalışan madenciler, dünyanın bir ucundan anneannesinin masallarını aramaya gelenler, devrim coşkusunu o rüzgarlı tepedeki köye kadar taşıyanlar, korkular, sevgiler, gülmeler ve elbette hiç eksik olmayan ağlamalar. Yer demir gök bakır[1] sanki köyde. Bir de konuşan bir mağara var. Bakmayın konuşan dediğine yazarın baya çığlık çığlığa bir mağara.
Roman bütünlüklü bir biçimde pek çok öyküyü barındırıyor içinde. Köydeki güç ilişkileri satır arasında anlatılsa da güçten çok dayanışma görünüyor. Köyde yaşayan insanların her birinin ayrı hikayesi var neredeyse ama Sülo’nunki bir başka. Annesi o bebekken ölünce köyün bütün emzikli kadınları besliyor onu. Eh neredeyse bütün köyle süt kardeş oluyor böylece. Romanda dayanışma ve dostluk başat konulardan biri. Arkadaşlığın aynı zamanda fedakarlık demek olduğunu anlıyorsunuz bir kez daha.
Bir kadın romanı da denebilir Ses Avcıları’na. Kadın olmak aşk demek, çocuk demek, güven demek, sırları acıya dayanarak saklamak demek değil mi zaten.Fransa’daki bir anneannenin masallarındaki sır kadınları buluyor Marco ama sırları bulamıyor, en azından geldiği ilk zamanlarda. Gördüğü annesi ve anneannesi gibi güçlü ve acılı kadınlar. Eski filmlerdeki tipik Anadolu kadını desem yeridir.
Devrimcilerin öykülerinin ve o günün koşullarının da anlatıldığı bir roman aynı zamanda, zaten 12 Eylül’de kaybedilen bir devrimcinin anısına yazılmış. Romandaki kişilerden biri de o. Okurken o günlerin devrimcilerinin yaşadığı heyecana ortak olmamak olası değil. “Allah izin verirse devrim ne zaman olur abi” diye soranları okuyunca anımsıyor insan o günlerde devrimin pek yakın göründüğünü..
Bir kolyede taşınan ‘huys’ yani Ermenice umut, insanların ortak acılarına dokunuveriyor kitapta. Evet Ermeni tehciri sırasında ve sonrasında yaşananlarla ilgili dokunaklı bir öykünün içine de giriyorsunuz kitapta.
Daha fazla kitabı anlatmadan yeniden söyleyeyim, toplumsal gerçekçilikle yazılmış Ses Avcıları’nda pek çok öyküyü bütünlüklü bir biçimde kolaylıkla okuyorsunuz. Yıldız Biçer’in İKD için daha önce yazdığı ve 8 Mart’larda Antep’te sergilenen oyunları olsa da ilk romanı bu. Tebrik etmek gerekiyor yazarı ve okumak…
[1] Yaşar Kemal’in romanı.
19 Mart tarihinde başlayan protestolara katılan toplam 189 kişi, İstanbul Adliyesi'ndeki iki ayrı davada hakim…
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun “24 bin konutun inşaatını başlattılar” dediği Sazlıdere Barajı’nın etrafında onlarca iş…
Yaklaşık 3 yıldır AYM kararlarına rağmen cezaevinde tutulan Can Atalay, CHP'li milletvekili Servet Mullaoğlu aracılığıyla…
Kronik kalp ve böbrek hastası tutuklu öğrenci Esila Ayık'ın kalp hastalığı cezaevinde ilerlerken tutukluluğuna itiraz…
Gazeteci Furkan Karabay, Erdoğan ve ailesinin şikayetiyle hakkında açılan "Cumhurbaşkanına hakaret", "hakaret" ve "iftira" iddialarıyla…
Ebubekir Şahin, RTÜK tarafından yayıncı kuruluşlara kesilen cezaları "Yayıncılarımız hatalarıyla bizleri 'cezacı başkan' konumuna düşürüyorlar"…