Reklam
Kategoriler: PusulaPUSULA 214

Avrupa’nın diktatörlerini hatırlamak: Adolf Hitler

Reklam

Cengiz Kılçer

Bu yazıda Komünist Enternasyonal tezlerinde formüle edilen faşizm [Faşizm tekelci kapitalin en gerici, en şovenist, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür] tanımına atıfta bulunarak, 1932 yılında belirgin bir mali ve siyasi çöküş yaşayan Alman Nazi Partisi’nin 1933’teki iktidara yükselişi ele alınıyor. Özellikle, 1933 yılının başlarında Alman sanayicilerinin sağladığı hayati destek ile bu çöküşün nasıl aşıldığı ve iktidar yolunun nasıl açıldığı inceleniyor. Kasım 1932 seçimlerindeki oy kaybı ve artan borç yükü altında zor durumda olan Nazi Partisi, IG Farben ve Krupp gibi önde gelen kapitalist kuruluşların finansal katkıları sayesinde toparlanmış ve siyasi arenada yeniden güç kazanmıştı. Hitler’in 30 Ocak 1933’te Reich Şansölyesi olarak atanması, bu kapitalistlerin desteğiyle şekillenen bir sürecin sonucunda gerçekleşmiş ve Nazi rejiminin ideolojik ve ekonomik temelleri atılmıştır. Yazıda ayrıca, sanayiciler ve Nazi hükümeti arasındaki işbirliğinin doğasına, bu işbirliğinin siyasi ve ekonomik sonuçlarına, işçi hareketinin şiddetle bastırılmasına ve savaş dönemindeki köle işçiliği uygulamalarına değiniliyor, Nazi Almanya’sının yükselişinde büyük sanayinin oynadığı rol ile bu sürecin boyutları ortaya koyuluyor.

NAZİ PARTİSİ’NİN ÇÖKÜŞTEN İKTİDARA YÜKSELİŞİ: 1932-1933

Kasım 1932 yılına gelindiğinde Alman Nazi Partisi ciddi bir mali çöküşle karşı karşıya bulunuyordu. Hitler’in hareketi sadece mali açıdan değil siyasi açıdan da iflas etmişti. Ya hep ya hiç kumarı başarısız olmuş ve 1932’nin bitmek bilmeyen kampanyaları partinin mali kaynaklarını tüketmişti. Artık hem borç batağında olduğu hem de seçim yenilgisi yaşadığı için, yeni bağış toplama çabaları ve parti içindeki moral bozukluğu artmıştı.

Ancak, iflasın eşiğindeyken yalnızca bir yıl içerisinde Almanya hükümetinin kontrolünü ele geçirme aşamasına nasıl gelebildiler?

Mali sorunlarını aşmak için Naziler para kaynağı aramaya başladılar. Adolf Hitler, 27 Ocak 1932’de yani iktidarı ele geçirmesine yaklaşık bir yıl kala Düsseldorf Sanayi Kulübü’nde bir toplantıya katıldı.

Düsseldorf Sanayi Kulübü (Industrie-Club Düsseldorf), Almanya’nın sanayi ve finans dünyasının en güçlü isimlerini bir araya getiren seçkin bir kulüptü. Özellikle 20. yüzyılın başlarından itibaren Ruhr bölgesinin ağır sanayicileri, kömür, demir ve çelik sektörünün önde gelen isimleri ve bankacılar kulübün üyeleri arasındaydı.

Toplantıya Kulübün yaklaşık 650 üyesi katıldı. Toplantıyı başlatan kişi, sanayiciler arasında Hitler’in en güçlü destekçilerinden biri olan Fritz Thyssen’di. Ruhr bölgesinde özel sektöre ait en büyük üç sanayi imparatorluğundan birini kurmuş bir babanın oğlu olan Thyssen, bastırılmış, dengesiz bir kişilik sergileyen ve Reich Ağır Sanayi Federasyonu’nun sorunlu figürlerinden biri olarak öne çıkıyordu. Sert ve talepkâr yönetim tarzı, işçileri tarafından sevilmeyen bir zorba olarak görülmesine neden olmuş, feodal tutumları nedeniyle işçilerin öfkesini sıkça üzerine çekmişti. Thyssen Hitler’i, daha sonra Führer’in tanıştığı en büyük sanayiciler topluluğuna takdim etmekten gurur duyuyordu.

Hitler konuşmasında Versay Antlaşması’na ve demokratik sisteme duyduğu hoşnutsuzluğu dile getirerek, Almanya’nın yeniden silahlandırılmasının ve dış politikada Alman hedeflerine ulaşılması için somut adımlar atılmasının temel amaçları olduğunu vurguladı.

Konuşmasının şu bölümü büyük alkış ve tezahürat ile karşılandı: “Eğer biz olmasaydık, bugün Almanya’da bir burjuvazi olmayacaktı. ‘Bolşevizm var mı yok mu’ sorusu çoktan karara bağlanmış olurdu! Ulusal olayların terazisinden devasa örgütümüzün -yeni Almanya’daki açık ara en büyük örgüt- ağırlığını kaldırın ve göreceksiniz ki, biz olmasaydık Bolşevizm çoktan terazinin kefelerini devirmiş olacaktı -ki bunun en iyi kanıtı Bolşevizm’in bize karşı takındığı tavırdır. (…) Bugün Alman Komünizminin ne pahasına olursa olsun Sosyal Demokratlarla işbirliği yapmaya çağırması benim için büyük bir onurdur, çünkü Nasyonal Sosyalizm Bolşevizm için tek gerçek tehlike olarak görülmelidir. Ve bu benim için daha da büyük bir onurdur çünkü on iki yıl içinde, hiçbir şey yapmadan ve o zamanki genel kamuoyuna, basına, sermayeye, ekonomiye, yönetime, devlete kısacası her şeye muhalefet ederek hareketimizi inşa ettik. (Tezahüratlar alkışlar)”

Fritz Thyssen’in anlatımına göre Hitler’in bu konuşması orada bulunan sanayiciler üzerinde derin bir etki bıraktı ve bunun sonucunda ağır sanayiden Nazi Partisinin hazinesine çok sayıda büyük bağış aktı.[1]

19 Kasım 1932 tarihinde Alman tekelci burjuvazisi, sanayiciler, -bankacılar ve büyük toprak sahipleri- Reich Başkanı Paul von Hindenburg’a hitaben Adolf Hitler’in Reich Şansölyesi olarak atanmasını talep eden bir dilekçe kaleme aldılar. Dilekçede yer alan şu ifade, tekelci sermaye ile büyük toprak sahiplerinin Nazileri iktidara getirme kararlılığını ve niyetlerini net bir şekilde gözler önüne sermektedir: “Halkımız arasında yayılan milliyetçi harekette, sınıf çatışmasının aşılmasıyla Alman ekonomisinin yeniden canlanması için vazgeçilmez bir temel yaratacak olan umut verici bir dönemin başlangıcını görüyoruz.”[2]

Adolf Hitler’in, Hindenburg tarafından 30 Ocak 1933’te Reich Şansölyesi olarak atanması, kısmen Ocak ayının başlarında Kölnlü bankacı von Schroeder’in öncülüğünde düzenlenen bir toplantıda Hitler ile von Papen arasında yapılan müzakerelere dayanıyordu. Ancak bu atama, Nazilerin kesin bir şekilde iktidarı ele geçirdiğini ya da tam bir egemenlik sağladığını göstermiyordu. Zira o dönemde Reichstag’ın[3] çoğunluğu diğer partilere aitti ve bu partilerin liderlerinden bazıları, Hitler’in başkanlık ettiği hükümet kabinesinde yer alıyordu. Dahası, Hitler’in atanmasına rağmen Nazi Partisi’nin genel durumu pek de güçlü sayılmazdı. Kasım 1932 seçimlerinde, Naziler Temmuz 1932 seçimlerine kıyasla yaklaşık 2 milyon oy kaybetmiş ve Reichstag’daki sandalye sayıları 230’dan 196’ya düşmüştü.

Aslında, Nazi Partisi’nin yükselmesinde 1933 yılının başlarında Alman sanayici sınıfının sağladığı mali destek kritik bir dönüm noktasıydı. Tekelci burjuvazinin desteği, partinin mali darboğazı aşmasına yardımcı olmuştu. Bu da nihayetinde iktidar yolunda hızla ilerlemelerini mümkün kıldı.

Nazilerin ekonomik çöküşten kurtulup yeniden toparlanmasına öncülük eden ve bu süreçte kritik bir rol oynayan en önemli iki büyük Alman firması IG Farben ve Krupp oldu. Bu tekel devleri, Nazi Almanya’sının ekonomisini yeniden inşa etme çabalarına hem finansal hem de teknik açıdan ciddi katkılarda bulunarak rejimin güçlenmesine imkân sağladılar.

Mart 1933’te düzenlenmesi planlanan yeni seçimler, Nazi Partisi için dönüm noktası niteliğindeydi. Hitler’in iktidarını sürdürmesini ve Nazi diktatörlüğüne giden sürecin tamamlanmasını sağlamak adına parti, acilen mali kaynaklar ve diğer alanlarda desteğe ihtiyaç duyuyordu. Bu çalkantılı dönemde, 20 Şubat 1933 tarihinde Nazi Partisi liderlerinden Hermann Göring, yaklaşan seçimler için mali destek toplamak amacıyla yaklaşık yirmiyi aşkın Alman bankacı ve sanayiciyi konutunda bir toplantıya çağırdı.

Bu toplantı Nazi Partisi’nin Almanya’da iktidara yükselişi bağlamında kritik önem taşıyordu. 20 Şubat 1933’te Hermann Göring’in düzenlediği bu toplantı, Nazi Partisi ile Alman büyük sermayesi arasındaki işbirliğini somut bir şekilde gözler önüne serer. Örgütlü işçilere haddini bildirecek ve yönetimin işlerini istediği gibi yürütmesine izin verecek olan yeni hükümetten memnun olan büyük işadamlarından para ödemeleri istenecekti.[4]

Davetliler listesinde dikkat çeken isimler arasında, tekstil üreticiliğinden silah ve akü sektörlerinin lideri konumuna yükselmiş olan Günther Quandt, çelik sanayisinin öncü isimlerinden Friedrich Flick, Bavyeralı yatırımcı Baron August von Finck, sigorta dünyasının devi Allianz’ın CEO’su Kurt Schmitt, kimya sektöründe adını duyuran IG Farben ve potasyum devlerinden Wintershall yer alıyordu. Ayrıca, evlilik yoluyla Krupp çelik imparatorluğunun başına geçmiş olan Gustav Krupp von Bohlen und Halbach da bu seçkin katılımcılar arasında bulunuyordu.

Bu toplantı, Naziler ile büyük sermaye arasındaki iş birliğini pekiştiren önemli bir dönüm noktasıydı. Toplantı, Hitler’in hedeflerinin ve yöntemlerinin açıkça ortaya konduğu tutkulu bir konuşmaya sahne oldu.

Adolf Hitler’in 20 Şubat 1933’te Alman Sanayicilere Yaptığı Konuşma (kısaltılmış hali)

“Bismarck’ın ‘Liberalizm sosyal demokrasinin kalp pilidir’ sözü artık bizim için bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Bizim ülkemizde de, yavaş yavaş iç karışıklığa yol açan ve Bolşevizm’in kalp pili haline gelen yeni bir yön zemin kazanmıştı (…) Demokrasi çağında özel teşebbüs sürdürülemez; bu ancak halkın otorite ve kişilik konusunda sağlam bir fikre sahip olması halinde düşünülebilir. Dünyada ekonomik ve kültürel alanda elde edilen olumlu, iyi ve değerli her şey yalnızca kişiliğe atfedilebilir. Bununla birlikte, mevcut düzenin savunulması, siyasal yönetim çoğunluğa bırakıldığında, geri dönüşü olmayan bir şekilde batacaktır. Sahip olduğumuz tüm dünya nimetlerini seçilmişlerin mücadelesine borçluyuz. Kültürümüzün büyüklüğünü oluşturan tüm değerler, 1918’den (1918-1919 Alman Devrimi) bu yana bunların kontrolünü ele geçiren zihniyetten tamamen farklı bir zihniyetten kaynaklanmıştır. Tüm hayatımız karşılıklı anlaşmalar üzerine kurulu. Bunun en küçük örneği ailedir ve devlete kadar uzanır. İnsanların bir kısmı özel mülkiyeti tanırken diğer bir kısmının bunu reddetmesi imkânsızdır.

Şimdi öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, (1933) devleti destekleyen bir yaşam biçimini mi yoksa komünizmi mi benimsemek istediğimize karar vermemiz gerekiyor (…) Sıklıkla komünizmin insanlığın en alt basamağı olduğu söylenir. [Komünizm] İnsan yaşamının en ilkel biçimini temsil eder. İnsan doğanın derinliklerine indikçe, başarıları birbirine daha çok benzer, komünizmde olduğu gibi giderek daha homojen hale gelir. Komünist ilke sürdürülemez (…) Yavaş yavaş genel adalet anlayışının içine giren ve ekonomik yaşamın karmaşık bir süreci haline gelen özel mülkiyet ilkesinin kökleri bu gerçeğe dayanmaktadır (…) Ancak şunu söylemek yeterli değildir: ekonomimizde komünizm istemiyoruz.

40 yıldır Sosyal Demokrasinin sürekli büyümesine tanık oluyoruz. Bismarck emekli olmadan kısa bir süre önce şöyle demişti: “Böyle devam ederse, Marx zafer kazanacaktır.” (…) Birkaç yıl önce Sosyalistlerin sandalye sayısı biraz azaldığında, bana zafer kazanmış bir edayla şöyle söylendi ‘Bakın, tehlike çoktan geçti’ Onlar her zaman Sosyalist hareketin kendiliğinden yavaşlayacağı umuduyla kendilerini teselli ettiler. Ancak tehlike bu tür yollarla aşılamaz. İnsanlar eşit varlıklardır ve eğer insanlar yönetilmezlerse en ilkel hallerine geri dönerler (…) Kültürün tüm faydalarının, tıpkı bir zamanlar çiftçilerin patates ekmeye zorlandığı gibi, az ya da çok demir bir yumrukla tanıtılması gerektiğini unutmamalıyız.

Karşı tarafı tamamen ezmek istiyorsak önce tam güç kazanmalıyız (…) Henüz güç kazanma sürecindeyken, kişi rakibine karşı mücadeleye başlamamalıdır. Kişi ancak gücün zirvesine ulaştığında, daha fazla yükselmenin mümkün olmadığını anladığında saldırmalıdır. Prusya’da 10 sandalye daha, Reich’ta ise 33 sandalye daha kazanmamız gerekiyor. Tüm gücümüzü kullanırsak bu imkânsız değildir. Ancak o zaman komünizme karşı ikinci eylem başlar.

Şimdi son seçimin arifesindeyiz. Sonuç ne olursa olsun, önümüzdeki seçimden bir karar çıkmasa bile geri adım atılmayacaktır. Öyle ya da böyle, eğer seçim bir sonuca varmazsa, kararın başka araçlarla alınması gerekecektir.

Fedakârlık yapma zorunluluğu hiç bu kadar büyük olmamıştı. Ekonomi için tek bir dileğim var, sakin bir geleceğe doğru ilerlemesinin iç yeniden yapılanma ile paralel gitmesi (…) Ancak Marksizm ortadan kaldırılmadan iç barış sağlanamayacaktır. Mücadele ne kadar zor olursa olsun, yüzleşmemiz gereken karar burada yatmaktadır. Bu mücadelede bana katılan herkes gibi ben de hayatımı her gün mücadeleye veriyorum. Önümüzde sadece iki seçenek var; ya anayasal gerekçelerle rakibimizi gerileteceğiz ve bu amaçla bu seçimi bir kez daha yapacağız ya da daha büyük fedakârlıklar gerektirebilecek başka silahlarla mücadele edeceğiz (…) Önümüzdeki 10 ya da belki 100 yılın kararını verecektir. Bu, Alman tarihinde bir dönüm noktası olacak ve ben de bu dönüm noktasına büyük bir enerjiyle bağlı kalacağıma söz veriyorum.”[5]

Hitler’in konuşmasının ardından Krupp AG yöneticisi Gustav Krupp von Bohlen und Halbach, Hitler’e, hazır bulunan 20’yi aşkın sanayici adına, fikirlerinin kavranışı hakkında bu kadar net bir resim verdiği için minnettarlıklarını dile getirdi. Daha sonra Gustav Krupp, Ruhr bölgesinden gelen 1.000.000 Reichsmark’lık destekle başlayan süreçte, sanayicilerden 3.000.000 Reichsmark’ı aşan bir fon toplanmasına önderlik etti. Bu paralar Hitler’in yardımcısı Rudolph Hess’in hesabına aktarıldı. Bu arada Thyssen, ünlü mühimmat fabrikalarının başındaki Krupp von Bohlen und Halbach’ın Hitler’in iktidarı ele geçirmesine kadar onun şiddetli bir muhalifi olduğunu belirtiyor. Hindenburg’un Adolf Hitler’i şansölye olarak atamasından bir gün önce, eski mareşali böyle bir yola girmemesi için acilen uyardığını, ancak Hitler iktidarı ele geçirir geçirmez, von Krupp’un Hitler’in en sadık parti yandaşlarından biri haline geldiğini de söylüyor.[6]

NAZİ REJİMİ, BÜYÜK SERMAYE VE İŞÇİ HAREKETİNİN BASTIRILMASI

Tarihçi Dr. Karsten Heinz Schönbach’ın aktardığına göre büyük sanayici Fritz Springorum yukarıda sözü edilen toplantı hakkında şunları söylemiştir: “Bu toplantıda Bay Hitler son on dört yılın siyasi gelişimini anlattı. Ve siyasi olayların yanı sıra ekonomiye, bireysel kişiliğe ve özel mülkiyete ilişkin temel tutumunu öyle bir şekilde açıkladı ki, muhtemelen orada bulunan beyefendilerin tamamının onayını aldı.”[7] Yine Schönbach’ın anlatımına göre büyük sanayi ile Nazi Partisi ideolojisi arasındaki anlaşma göz ardı edilemeyecek bir gerçekliktir. Sanayicilerden Fritz Springorum, 1923 gibi erken bir tarihte kendisinin ve diğer bir büyük sanayici olan Albert Vögler’in Hitler’e “sempati duyduğunu” ifade etmiştir. Bunun sebebinin, Hitler’in hareketiyle Sosyal Demokrat işçi sınıfı içinde bir yarılma yaratılması olduğunu belirtmiştir. Bu durum, büyük sanayi ve Nazi Partisi düşüncesi arasındaki ideolojik uyumun temel bir boyutunu gösterir. Kömür sanayicilerinin ve demir-çelik sektörü başta olmak üzere birçok sanayicinin Hitler’e yönelmesinin arkasındaki iki ana sebepten birinin, işçi sınıfıyla olan mücadele olduğu açıktır.[8]

1933 sonrası Almanya’daki sınıf ilişkilerini/mücadelelerini doğru bir şekilde analiz edebilmek için, öncelikle Nazilerin iktidara gelmeden önceki gelişim sürecini ve toplumsal yapıyı genel hatlarıyla değerlendirmenin önemli olduğunu düşünüyoruz. Bu başlık, başka bir araştırmanın kapsamına girdiğinden, yazının devamında bu konuyu detaylı şekilde ele alma fırsatımız ne yazık ki bulunmuyor. Ancak, genel bir çerçeve sunmaya çalışacağız.

Nazilerin somut olarak iktidara gelmesiyle birlikte Almanya’da işçi sınıfı için karanlık bir dönem başladı. Sanayi liderlerinin desteğiyle güçlenen Nazi rejimi, işçi hareketlerini ve sendikal hakları sistematik bir şekilde yok etti. Ekonomik eşitsizlikler derinleşirken, toplumsal baskılar artarak devam etti.

5 Mart seçimlerinin ardından, Nazi Partisi otuz dokuz milyon oyun on yedi milyonunu alarak, 647 sandalyeden oluşan Reichstag’da 288 sandalye elde etti. Çoğunluğu sağlayamayan Hitler, 20 Şubat’taki tehdit konuşmasındaki “diğer yöntemlerini” uygulamaya koydu. Reichstag’daki muhalif üyeler “koruyucu gözaltına” alındı ve onların yokluğunda, 24 Mart 1933’te Reichstag, Almanya’yı diktatörlüğe dönüştüren “Yetki Yasası”nı kabul etti.

Hitler rejimi Alman şirketlerinin kendi iç işlerini yönetmelerine izin vermeyi ve onları sendikaların denetiminden kurtarmayı vaat etti. Gelecekte ücretlerin, toplu pazarlıkların dayatmalarına göre değil, işverenlerin üretkenlik hedeflerine göre belirleneceği anlaşılıyordu. Sürecin etkileri, işyerlerinde pazarlık gücünde belirgin bir değişiklikle kendini gösterdi. Yeni yönetim, 1933 yazında ulaşılan ücret ve maaş seviyelerini dondurmuştu. Bu durum genelde, iş gücünün ekonomik zayıflığını yansıtan bir tablodur. Zira 1933 sonrası uygulamalarla işçinin eline geçen paranın miktarı 1929’daki seviyelerin hayli altındaydı.

Nazi partisi ve müttefikleri 1933 baharında Almanya’nın dört bir yanında özellikle Komünistlere, Sosyal Demokratlara ve Almanya’nın küçük Yahudi azınlığına yönelik şiddetli bir saldırı dalgası başlattı. Gizli bir plana göre, 1 Mayıs (1933) kutlamalarının ardından, 2 Mayıs’ta Hür Sendikalar Birliği’nin tüm tesisleri “Nasyonal Sosyalist Fabrika Hücre Örgütü” (NSBO) ve paramiliter Sturmabteilung (SA) özel komandoları tarafından vahşice işgal edildi ve sendikaların önde gelen temsilcileri tutuklandı. Bu baskınlar sonucunda sendika binaları tahliye edildi, kapılarına kilit vuruldu ve sendikal faaliyetler tamamen durduruldu. Yüz milyonlarca Reichsmark değerindeki mülk ve sosyal yardım fonuna el konuldu.

KÖLE İŞÇİLİĞİ VE NAZİ EKONOMİSİ

Pek çok Alman şirketi, Nazi Almanyası’nın karanlık tarihine derinlemesine gömülüdür ve köle işçiliği ile ölüm kamplarının inşası ve işletilmesinde önemli roller üstlenmiştir. Alman büyük sermayesinin bu devleri -kapitalist sınıf- Nazi rejiminin başarısı için kritik bir öneme sahiptir.

Günümüzde, Bayer ve Hoechst gibi devasa Alman kimya ve ilaç firmalarının kökenleri hâlâ IG Farben’e dayanmaktadır. Krupp ise Auschwitz’deki köle işgücünden faydalanan Almanya’nın en büyük sanayi kuruluşlarından biridir.

Savaş döneminde silahlar, tanklar ve “süper silahlar” üreten Krupp, kamplardan 10.000’den fazla köleyi çalıştırıyordu. Auschwitz’teki üçüncü büyük sanayi kompleksi ise elektrik ve mühendislik devi Siemens’e aitti ve toplama kampı kurbanları ile ailelerini yok edecek gaz odaları ve fırınların inşasından sorumluydu. Bu ölüm makinelerinin bazıları gururla Siemens markasını taşıyordu.

Daimler-Benz ise Nazilere güçlü bir destek sağladı ve bu desteğin karşılığında büyük silah sözleşmeleriyle ödüllendirildi. Küresel moda markası Hugo Boss’un kurucusu da Nazi Partisi’nin hevesli üyesiydi ve köle emeğinden faydalanarak Hitler Gençliği, stormtrooper ve SS üniformalarını üretti.

Bosch-Siemens hâlâ faaliyet göstermekte olup, 2001 yılında, inanılmaz bir şekilde, Holokost sırasında kullanılan ölümcül gazın adını taşıyan “Zyklon” kelimesini ticari marka olarak tescil ettirme girişiminde bulunmuştur.

Günümüzde Volkswagen(VW) olarak bilinen şirket ise yakın dönemde emisyon skandallarıyla itibarını zedelese de, Nazi dönemindeki bomba ve askeri araç üretimindeki rolü hakkında gerçekleri açık bir şekilde dile getirmekten geri durmuştur. Alman tarihçilerin tahminlerine göre, Volkswagen’in savaş zamanındaki işgücünün yaklaşık sekizde biri köle işçilerden oluşuyordu.

Hollandalı yazar David de Jong’un Nazi Milyarderleri adlı çalışması, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Nazi Almanya’sının ekonomisinden faydalanan ve köle işçiliğini kullanarak servetlerini katlayan zengin ailelerin karanlık geçmişini aydınlatması açısından çok önemlidir. Kitap, Reimann, Porsche, Daimler-Benz, Dr. Oetker gibi günümüzün küresel devlerinin savaş dönemindeki faaliyetlerini belgelerle ortaya koyarak, bu ailelerin sadece savaş suçlarına bulaşmakla kalmayıp, aynı zamanda bu suçları uzun yıllar boyunca gizlemeye çalıştıklarını da gözler önüne seriyor.

De Jong, titizlikle yürüttüğü araştırmalarıyla, Nazi rejimi ile işbirliği yaparak çıkar sağlayan bu milyarderlerin vicdan azabı çekmek yerine, savaş sonrası dönemde de servetlerini korumayı ve hatta artırmayı başardıklarını vurguluyor. Kitap, sadece bir tarih çalışması olmanın ötesinde, etik değerler ve sorumlulukları hususlarında da önemli soruları gündeme getiriyor. Savaş suçlarına karışmış şirketlerin ve ailelerin günümüzdeki toplumsal rolleri ve sorumlulukları, “Nazi Milyarderleri” kitabı aracılığıyla yeniden tartışmaya açılıyor.

De Jong’un göre, Günther Quandt ve Friedrich Flick’in kontrolündeki IG Farben, Siemens, Daimler-Benz, BMW, Krupp ve benzeri birçok büyük Alman şirketi, zorla çalıştırılan mahkûmlar ve köle işçilerden yararlanan en güçlü özel sektör temsilcilerinden bazıları olarak öne çıkıyordu. Almanya’daki herhangi bir işletme, yerel istihdam ofislerine başvurarak zorla çalıştırılacak işçi ya da savaş esiri talebinde bulunabiliyordu. 1942 yılı başlarından itibaren, bu tür işçiler Heinrich Himmler’in Dostlar Meclisi üyesi olan SS Generali Oswald Pohl’un idaresindeki SS Maliye ve İdare Merkezi’nden (SS-WVHA) tedarik ediliyordu. Şirketler taleplerini ilettikten sonra, söz konusu organizasyon, işletmeleri incelemeye alırdı. Uygun bulunan işletmelerin fabrikalarının yakınlarına bir toplama kampı inşa edilir ve bu kamplar zorla çalıştırılan tutuklularla doldurulurdu.

Şirketler, her bir mahkûmu kabiliyetine göre günlük 4 ila 6 Reichsmark arasında bir ödeme karşılığında SS’den “kiralıyor” ve aynı zamanda bu toplama kampı şubesinin finansmanını sağlıyordu. SS’in kontrolündeki toplama kampları ile Alman şirketleri arasında kurulan bu sömürü ağı, birçok iş birliğini içeriyordu. Örneğin, Auschwitz toplama kampı IG Farben ile Dachau kampı BMW ile Sachsenhausen kampı Daimler-Benz ile ve Ravensbrück kampı Siemens ile ilişkilendirilmişti. Neuengamme kampı ise Günther Quandt’ın pil üretim şirketi AFA, Porsche’nin Volkswagen’i ve Dr. Oetker için köle işçiler tedarik ediyordu.[9]

SON TAHLİLDE

Komünist Enternasyonal’in de belirttiği gibi, Nazi rejimi tekelci sermayenin en gerici ve en şovenist unsurlarını temsil eden bir yapıydı. Büyük sermaye sahipleri, bu rejimin temel destekçileri arasında yer aldı. Bu durum, rejimin ekonomik politikalarının sınıfsal bir perspektiften değerlendirilmesini zorunlu kılar. Sermaye sahipleri, Nazi ideolojisini yalnızca bir siyasi araç olarak değil, aynı zamanda ekonomik çıkarlarını korumanın ve genişletmenin bir yolu olarak da görmüşlerdir.

Nazi rejimi, işçi sınıfını kontrol altına almak için çeşitli politikalar uyguladı. Sendikalar kapatıldı ve yerine devlet kontrolündeki işçi örgütleri kuruldu. İşçilerin grev yapma hakkı ellerinden alındı ve işçi hakları ciddi şekilde kısıtlandı. Tüm bu önlemler, tekelci sermaye sahiplerinin çıkarlarını koruma amacı güdüyordu.

1934’de artan iç talep, dış rekabetin sona ermesi, yükselen fiyatlar ve nispeten durağan ücretlerin birleşimi, sağlıklı kârlar elde etmenin kolaylaştığı bir ortam yarattı. İşçilerin koşullarındaki büyük gerileme Komünistlerin gerçekten de haklı olduklarını ortaya koydu. Nazi rejimi bir tekelci burjuvazinin diktatörlüğü idi.

Toparlayalım ve Komintern tezlerindeki faşizm tanımını anımsatmakla bitirelim.

“[Faşizm] tekelci sermayenin en gerici, en şovenist ve en emperyalist unsurlarının, küçük burjuvaziyi, mahvolmuş köylüleri, zanaatkârları, işçileri, devlet memurlarını ve özellikle de şehirlerdeki lümpen unsurları kendi etrafında toplamaya ve bunlar arasında kitlesel bir temel oluşturmaya çalışan açık terörist diktatörlüğüdür; aynı şekilde işçi sınıfının saflarına da nüfuz etmeye çalışır. Komintern tarafından yapılan bu faşizm tanımı, sosyal-demokrat, Troçkist ve Brandleristlerin faşizmin sınıfsal karakterini “sınıflar üstü bir güç” (Otto Bauer), “lümpen-proletaryanın diktatörlüğü” olarak değerlendirmelerini yerle bir etmektedir.”[10]

Kaynakça

[1] Fritz Thyssen, I Paid Hitler (London: Hodder & Stoughton, 1941).

[2] Reinhard Kühnl, Der deutsche Faschismus in Quellen und Dokumenten (Köln: PapyRossa Verlag, 2000).

[3] 1933’ten 1945’e kadar Nazi Almanya’sının ulusal parlamentosu olan Reichstag, bu dönemde yasama yetkisini büyük ölçüde kaybetmiş ve Nazi rejiminin sembolik bir organı haline gelmiştir. Kararları, çoğunlukla Adolf Hitler’in diktatoryal gücünü meşrulaştırma işlevi görmüştür.

[4] William L. Shirer, The Rıse And Fall Of The Thırd Reıch A History of Nazi Germany (New York: Sımon And Schuster, 1960).

[5] Office of the US Chief of Counsel for Prosecution of Axis Criminality, Nazi Conspiracy and Aggression, c. VI (Washington DC: US Government Printing Office, 1946).

[6] Fritz Thyssen, I Paid Hitler (London: Hodder & Stoughton, 1941).

[7] Heinz Schönbach Karsten, “Hitler and the German Coal Industrialists: Passing the Keys to A Kingdom”, 2024, https://www.ineteconomics.org/uploads/papers/WP_230-Schoenbach-Hitler-and-the-German-Coal-Industrialists-final.pdf.

[8] Karsten.

[9] David de Jong, Nazi Milyarderleri – Almanya’nın En Zengin Hanedanlarının Karanlık Tarihi, çev. Zeynep Demir (İstanbul: Kronik Kitap, 2024).

[10] Communıst Internatıonal XIII Plenum  No 2, c. XI (London: Published by Modern Books Ltd, 1934).

Bu haber en son değiştirildi 10 Ağustos 2025 11:06 11:06

Reklam

Önceki Haberler

PUSULA: Bir zamanlar diktatörler vardı

20. yüzyılda insanlık reel sosyalizm deneyimi ile çağ atlarken, kapitalist emperyalist sistem ise bir tehlike…

10 Ağustos 2025 11:02

Maval okuyan diktatör: Antonio de Oliveira Salazar

Seçim süreçlerine dair iktidar tarafından öngörülen „tehditler“ nedeniyle Anayasa’nın değiştirilmesi gibi „önlemler“ alındığı dönemler oldu.

10 Ağustos 2025 10:57

Yunanistan, Albaylar Cuntası ve “netekim” Georgios Papadopoulos

25 Kasım’da tanklar bir kez daha sokaklara çıktı. Meclis, devlet kurumları, Genelkurmay Başkanlığı ve Papadopoulos’un…

10 Ağustos 2025 10:52

İlk faşist: Duçe Mussolini

Faşist iktidarın dış politikası kendi ifadeleriyle “yeni ve dinamik”tir. Roma İmparatorluğu’nu referans olarak almakta ve…

10 Ağustos 2025 10:46

Franco: İspanyol faşizmi

1953 yılında Madrid Paktları olarak anılan anlaşmalar ile faşist Franco’ya ekonomik ve askeri yardımlar sağlandığı,…

10 Ağustos 2025 10:42

TKH’den emperyalizmin Kafkaslardaki genişlemesine tepki: ABD elini Kafkaslardan çek!

Türkiye Komünist Hareketi'nden (TKH) yapılan açıklamada Ermenistan- Azerbaycan arasında ABD'de imzalanan anlaşmanın Kafkasya'nın ABD ve…

9 Ağustos 2025 14:36
Reklam