Bir kitabın izinden: “Bu Dünyadan Nâzım Geçti"

Nâzım Hikmet ve Vâlâ Nureddin ( Vâ-Nû) , aynı okul sıralarında okuyup aynı yolları arşınladılar. Milli Mücadele döneminde birlikte önce Anadolu’ya oradan Sovyetler Birliği’ne uzanan yolculuğa birlikte çıktılar. Sadece yol arkadaşı değil, yoldaş oldular.

“Bu Dünyadan Nâzım Geçti” * adlı eser, Vâlâ Nureddin’in 1921 yılında Nâzım Hikmet ile birlikte Millî Mücadele’ye katılmak amacıyla gerçekleştirmiş olduğu yolculuğun zengin ve etkileyici hikâyesini gün yüzüne çıkarır. Bu serüven, ulusal kurtuluşun sağlanması adına verilen mücadelenin yanı sıra, dönemin siyasi atmosferine dair önemli ipuçları sunmaktadır. Yazar, bu süreçteki deneyimleriyle, hem Nâzım Hikmet’in hem de kendisinin mücadele ruhunu ve idealleriyle şekillenen toplumsal dayanaklarını ustalıkla aktarır.

Nâzım Hikmet ve yakın dostu Vâlâ Nureddin’in Ocak 1921’de başlayan yolculuğu, onları hem Anadolu’ya hem de Kafkasya’ya götürerek hayatlarında yeni bir dönemin kapılarını araladı. İstanbul’dan yola çıkıp önce İnebolu’ya Ankara’ya, Sonra Bolu ve oradan Tiflis ve Batum’a uzanan bu serüvende, Ahmet Cevat ve Şevket Süreyya Aydemir gibi isimlerle tanışmaları, dostluklarının ve düşünce dünyalarının derinleşmesini sağladı. Nihayetinde Moskova’ya ulaşan bu dört arkadaş, iç savaşın zorluklarıyla yoğrulmuş topraklardan geçerek yeni bir başlangıca adım attılar. Nâzım Hikmet’in hayatı, sadece Türkiye’de değil, dünya çapında birçok biyografiye konu oldu ve onun hikâyesi her yıl yeni kitaplarla yeniden anlatılmaya devam ediyor. Ancak, özellikle Moskova’da geçirdiği yıllar hala gizemini koruyor ve bu döneme dair bilgiler sınırlı kalıyor.

Osmanlı ve Rus imparatorluklarının sınırlarının bir dönem oldukça geçirgen olması, farklı kültürlerden insanların bir araya gelmesine olanak tanırken, bu sınırları aşan tüccarlar, hacılar ve öğrenciler gibi gruplar, her iki tarafın da tarihine renk kattı. Nâzım’ın hikâyesi de işte bu hareketli coğrafyanın ve dönemin bir yansıması olarak, derin bir ilham kaynağı olmaya devam ediyor.

Birinci Dünya Savaşı’nın zorlu yıllarında Rus-Osmanlı sınırı sivillere kapalıydı ve bu durum, bölgeler arası etkileşimi neredeyse tamamen durdurmuştu. Ancak, 1917 Şubat Devrimi’nin ardından savaşın sona ermesiyle birlikte bu sınır üzerindeki baskılar hafifledi ve eski hareketlilik yeniden canlandı. İnsanlar, geçmişte olduğu gibi sınır ötesinde yeniden bağlantılar kurmaya, ticaret yapmaya ve fikir alışverişinde bulunmaya başladılar. Bu dönemde, Nâzım Hikmet ve arkadaşlarının yanı sıra Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde (KUTV) bir araya gelen Türk komünist topluluğu da dikkat çekici bir şekilde gelişti. Bu topluluk, hem ideolojik hem de kültürel açıdan birbirinden farklı bireylerin ortak bir amaç etrafında buluştuğu bir alan haline geldi. O dönemin bu canlı atmosferi, yalnızca politik bir dönüşüm değil, aynı zamanda sınırları aşan dostlukların ve dayanışmanın da habercisiydi.

Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi, yalnızca bir eğitim alanı değil, aynı zamanda bir düşünce ve dönüşüm merkezi olarak da büyük bir öneme sahipti. Burada eğitim gören bireyler, sadece teorik bilgiyle donanmakla kalmayıp, aynı zamanda bu bilgiyi pratikle birleştirerek toplumsal değişim için güçlü bir zemin oluşturdu. Üniversitenin sağladığı bu ortam, Türk solunun gelişiminde önemli bir rol oynadı ve ilerici fikirlerin yayılmasına katkıda bulundu. O dönemde yetişen bireylerin fikirleri ve eylemleri, toplumsal yapıda derin etkiler yaratırken, bu miras günümüzde de sol düşüncenin temel taşları arasında yer almaya devam ediyor.

Nâzım Hikmet ve Vâlâ Nureddin’in Moskova’ya uzanan yolculuğu, gençlik heyecanı, idealler ve dönemin koşullarıyla şekillenmiş bir hikâyedir. İstanbul’dan ayrıldıklarında, her ikisi de ideolojik olarak komünizme uzak, daha çok milliyetçi düşüncelerle yoğrulmuş iki genç şairdi. Ancak o dönemde Bolşeviklerin Doğu halklarına yönelik stratejileri, özellikle Bakü’de düzenlenen Doğu Halkları Kongresi ve Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluşu gibi adımlar, gençlerin dikkatini çekmişti. Moskova, onlar için hem bir öğrenme merkezi hem de yeni bir ideolojik dünyaya adım atabilecekleri bir durak oldu. Bu yolculuk, tesadüfler ve karşılarına çıkan fırsatlarla şekillenirken, aynı zamanda onların hayatlarında derin izler bırakan bir deneyime dönüştü. Nâzım ve Vâlâ’nın bu süreçteki dönüşümleri, hem kişisel gelişimleri hem de Türkiye’deki edebiyat ve düşünce dünyası üzerinde etkili oldu.

Nâzım Hikmet ve Vâlâ Nureddin’in İstanbul’dan Moskova’ya uzanan yolculukları, hem edebiyat hem de tarih açısından oldukça ilgi çekici bir hikâye sunar. Bu yolculuğu anlatan kaynaklar arasında genelde üç önemli eser öne çıkar: Şevket Süreyya Aydemir’in Suyu Arayan Adam, Vâlâ Nureddin’in (Vâ-Nû) 1963’te yayımladığı Bu Dünyadan Nâzım Geçti ve Nâzım Hikmet’in 1964’te yazdığı Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim kitabı. Her biri bu hikâyeye farklı bir bakış açısı kazandırır ve okuyuculara değerli bilgiler sunar. Ancak bu eserlerin, yazarlarının kendi perspektiflerini ve yorumlarını da beraberinde getirdiğini unutmamak gerekir. Bu farklı bakış açıları sayesinde, Nâzım ve Vâlâ’nın Moskova’ya uzanan serüvenini daha zengin bir şekilde anlamak mümkün olur. Her biri, dönemin ruhunu ve bu iki önemli şahsiyetin dünyasını anlamak için birer kapı aralar.

Hepsi aşağı yukarı aynı zamanda, anlattıkları olayların gerçekleşmesinden yaklaşık otuz ila kırk yıl sonra yazılmıştır. Nâzım’ın Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim olarak bilinen kitabını kaynak olarak kullanmak özellikle yanıltıcı olabileceğinin altını çizmek gerekiyor. Çünkü bu kitap her zaman kahramanı “Ahmet”in Nâzım Hikmet’inkine neredeyse tıpatıp benzeyen bir yaşam sürdüğü bir “roman” olarak pazarlanmıştır.

İnebolu’dan başlayıp Kastamonu ve Çankırı üzerinden Ankara’ya uzanan yol, yakın dönem Türk düşünce tarihinin efsanevi yollarından biri olmuştur. Kurtuluş Savaşı sırasında pek çok yurtsever yazar, İtilaf Devletleri’nin işgali altındaki İstanbul’dan gemiyle ayrılıp Karadeniz’in küçük limanı İnebolu’ya vardıktan sonra beş-altı gün süren bu yolculukta ilk kez Anadolu gerçekliğiyle tanıştı. Daha önce vatanseverlik ve Türklük gibi kavramların şiirden ya da soyut siyasal ideallerden türemiş yüce duygular olduğu pek çok kişi, artık kendilerini “anavatan Anadolu” olarak kazanmaları gereken yabancı bir Anadolu ile karşı karşıya buldu.

Vâlâ Nureddin ve Nazım Hikmet’e Adnan Adıvar referans oluyor Ankara’ya gitmeleri için. 1 Ocak 1921 tarihinde Sirkeci rıhtımından hareket eden Yeni Dünya Vapuru Zonguldak’a vardı. Oradan Anadolu’ya geçisin bekleme noktası olan İnebolu’ya geçti. Birlikte geldikleri Yusuf Ziya’ya daha önce Alemdar Gazetesi’nde yazmış olmasından ötürü, Faruk Nafiz’e de Damat Ferit’ten nişan almış olmasından ötürü izin verilmedi.

Vâlâ Nureddin ve Nazım Hikmet, Adnan Adıvar’ın referansıyla yola çıktılar. 1 Ocak 1921’de Sirkeci rıhtımından hareket eden Yeni Dünya Vapuru, Zonguldak’a uğradıktan sonra İnebolu’ya geçti.

Burada Anadolu’ya geçiş için beklemeleri gerekiyordu. Ama birlikte geldikleri Yusuf Ziya’ya, Alemdar Gazetesi’nde yazdığı için, Faruk Nafiz’e de Damat Ferit’ten nişan aldığı için izin verilmedi.

Nâzım Hikmet, İnebolu’da hayatını değiştirecek bir dönemece girer. Ankara’dan geçiş izni beklerken tanıştığı Spartakistler, ona yeni ufuklar açar. Onlarla yaptığı sohbetlerde Marksizm, komünizm ve sosyalizm gibi kavramlarla tanışır; bu fikirler, onun düşünce dünyasında derin izler bırakır. O zamana kadar belki de sadece bir şair olarak yoluna devam etmeyi planlayan Nâzım, bu yeni ideolojilerle birlikte hayatına yeni bir anlam katar. Spartakistlerin anlattığı bu fikirler, onun için yalnızca bir bilgi değil, aynı zamanda bir mücadele çağrısı olur. Bu karşılaşma, Nâzım’ın ömrü boyunca sürecek olan adalet ve eşitlik mücadelesinin ilk kıvılcımıdır.

Nâzım ve Vâlâ Nureddin’in seyahatlerini kolaylaştıran, ayrıcalıklı aile geçmişleriydi. Her iki arkadaş da Osmanlı devletine hizmet geçmişleri olan, aşağı doğru hareket halinde olsalar da seçkin ailelerden geliyorlardı. Özellikle varlıklı değillerdi Nâzım’ın babası, okul ücretini karşılayamadığı için oğlunu saygın Galatasaray Lisesi’nden almak zorunda kalmıştı. Ama Nâzım ve Vâlâ Nureddin yine de geç imparatorluk İstanbul’unun orta sınıfı denebilecek bir kesimin parçasıydılar. Nâzım ve Vâlâ Nureddin’in babalarının her ikisi de devlet memuruydu ve aileleri ekonomik açıdan zengin olmasa da, gerektiğinde yardım için devlet hizmetinde çalışan çok sayıda arkadaş ve akrabadan yardım alabiliyorlardı.

Ankara’dayken Matbuat Umum Müdürü Muhittin Birgen’in ziyarete giderler. Muhittin Birgen’in baldızı Nüzhet Hanım, Nâzım Hikmet’in ileride ilk eşi olacaktır. Nüzhet Hanım, on bir yaşından yirmi yaşına kadar Muhiddin Birgen’in himayesinde yaşamıştır.

Cepheye gitme izni alamayan Vâlâ Nurettin ve Nâzım Hikmet, Muhittin Birgen’in önerisiyle gençleri milli mücadeleye katılmaya çağıran ve onları Ankara’ya davet eden bir şiir kaleme almışlardır. Bu şiir, dönemin ruhunu yansıtan ve gençliği harekete geçirmeyi amaçlayan bir çağrı niteliği taşımaktadır. Muhittin Birgen’in şiiri beğenip 10 bin adet bastırarak dağıtması, mecliste tartışmalara yol açmıştır. Padişah yanlıları şiirin içeriğine itiraz ederken, diğer milletvekilleri de devletin kaynaklarının bu kadar harcanmasını ve Ankara’ya davet edilen kişilere nasıl iş ve kalacak yer sağlanacağı gibi konuları sorgulamıştır. Bu tartışmalar sonrasında Muhittin Birgen, Vâlâ Nurettin ve Nâzım Hikmet ile şahsen ilgilenememiş ve bu sorumluluğu dönemin müsteşarı Kâzım Nâmi’ye devretmiştir.

Bu dönemde Maarif Vekâletinde müdürlük yapan Kâzım Nami Bey, Vâlâ’nın uzun yıllar Osmanlı bürokratı olan ve bir dönem Beyrut valisi olan merhum babasının yakın arkadaşıydı. Onları samimi ve sıcak bir diyalog kurarak bu iki arkadaşı liselerde öğretmenlik yapmaya teşvik etti. Onlar da İstanbul’a yakınlığı ve sakinliği sebebiyle Bolu’yu tercih ederek burada öğretmenlik görevine başladılar. Nazım ve Vâlâ Nureddin Ankara’ya veda edeceklerdir.

Mustafa Kemal’in Ankara hükümeti ile Sovyetler Birliği arasında, Kemal’in kuvvetlerine çok ihtiyaç duyulan silah ve altını sağlayacak olan Moskova Antlaşması 1921 Mart’ına kadar imzalanmayacaktı. Aslında Nâzım bu sırada teknik olarak hâlâ Osmanlı Donanması’nda askeri öğrenciydi ve donanmadan resmi terhis belgeleri ancak birkaç ay sonra, Mayıs ayında onaylanacaktı.

Bir gün Nâzım, Nüzhet’ten Muhittin Bey’in Tiflis’te belirsiz bir görev aldığını ve yakında, 1921’in başlarında Bolşeviklerin kontrolüne geçen Gürcistan’a gideceğini bildiren bir mektup aldı. Nâzım ve Vâlâ Nureddin kısa süre sonra Nüzhet ve Muhittin’i Tiflis’te ziyaret etmeye karar verdiler. Zira Nâzım Hikmet’in Gürcistan’a, Vâlâ Nureddin ile gerçekleştirdiği ilk seyahat, sosyalist bir devleti tanıma amcıyla beraber özel bir nedeni de barındırmaktadır. Şairin daha önce İstanbul’da komşusu olan ve duygusal bir bağ geliştirdiği Nüzhet Hanım, bu dönemde Tiflis’te bulunmaktadır.

Gürcistan’ın başkentine vardıklarında, Muhittin ve Nüzhet’in Moskova’ya doğru yola çıktıklarını ve ne zaman döneceklerini kimsenin bilmediğini öğrenirler. Ancak Nâzım ve Vâlâ Nureddin, Ankara’daki bağlantılarını kullanarak kısa süre içinde Gürcistan’ın önde gelen siyasetçilerinden Budu Mdivani adında başka bir koruyucu buldular. Mdivani Nâzım ve Vâlâ Nureddin’i Nüzhet’in ablası yani Muhittin Birgen’in eşi Melahat Hanım’ın kayınvalidesiyle birlikte misafir olduğu iyi döşenmiş otelde ücretsiz bir odaya yerleştiriyor.

Kısa bir süre sonra Melahat Hanım, Nâzım ve Vâlâ Nureddin’i, Bakü’den yeni gelmiş bir grup Türk komünistle birlikte yine bu otelde kalan Ahmet Cevat’la (Emre) tanıştırdı. Bu karşılaşma her iki gencin de hayatında belirleyici bir rol oynayacaktı.

Bununla beraber Nâzım ve Vâlâ Nureddin Ahmet Cevat ile özel durumlarını ve duygularını paylaşmaya başladıkça, o da kendi yaşam öyküsünü ve Türkiye’den gelişş amacını onlarla paylaştı. Ahmet Cevat ne denli büyük bir sevgi beslediyse, onlar da ona aynı derecede bir bağlılık ve sevgi ile karşılık verdiler. Bu karşılıklı anlayış, taraflar arasında güçlü bir bağ oluşturmuş, onun mücadelelerinin ardındaki gerçek tutkunun farkına varmalarını sağlamıştı. Böylece, hayatının zorluklarıyla dolu çelişkilerine rağmen, aralarında samimi dostluk ve derin sevgi büyük bir değer taşıyordu.

1921’de TÜRKİYELİ BİR KOMÜNİST OLMAK

 Komünistler o dönemde Ankara’da pek de düşman sayılmazdı. Aksine, Sovyetler Birliği, Moskova Antlaşması’nın ardından gönderdiği altın ve silahlarla Kemalist hükümetin en önemli destekçisiydi. Hatta Ankara’da bir süreliğine komünizm ve Bolşevizm bir tür “moda” haline gelmişti ve Kemalist hükümet, hükümet destekli bir “komünist partisi” kurarak bundan faydalanmaya çalıştı.” Bu bağlamda, Moskova’ya gitmek ve komünist bir üniversitede okumak, Şeyh Sait isyanının ardından TKP’nin yasaklandığı 1925’ten sonra Türkiye’de olacağı türden radikal bir eylem değildi.

Nâzım ve Vâlâ Nureddin, 1921-22 sonbaharı ve kışı boyunca Batum’da yaklaşık altı ay geçireceklerdi. Nâzım ve Vâlâ Nureddin, Şevket Süreyya (Aydemir) ile ilk kez Eylül 1921’de Batum’izdenda kaldıkları sırada tanışacaklardı.

Nâzım, Vâlâ Nureddin, Ahmet Cevat’tan bir teklif gelir. Ahmet Cevat okulda Türkçe öğretmeni olarak çalışacak ve potansiyel öğrencileri de beraberinde getirmesi için teşvik edilecekti. Bununla beraber Vâlâ Nureddin, “Ahmet Cevat gurbet illerde bize uzun yıllar şeflik etmiştir. Hatta Nâzım da, Şevket Süreyya da, ben de Moskova’da tahsile onun aracılığıyla gidebildik” der.

1922 baharında beş arkadaş, birkaç hafta boyunca onları Moskova’ya götürecek olan trenlerin ilki olan tıka basa dolu bir trene binerler.

Nâzım ve arkadaşlarını Kafkasya’ya götüren sadece şans ve tesadüf müydü? Yıllar sonra Vâla, Şevket ve Nâzım’ın anlattıklarına bakarsak yazgıları çeşitli noktalarda rastlantısal olarak görülebilecek buluşmalar sonucunda değişmiş gibi görünüyor.

Bazı açılardan bu olaylar şans ya da tesadüfün sonucu gibi görünse de, Nâzım ve arkadaşlarının Moskova’ya gelişi Bolşeviklerin adam kazanma çabalarından da etkilenmiştir. Bu çabaların, Nâzım ve Vâlâ Nureddin’i komünizmle tanıştıran ilk kişi olan Sadık Ahi’nin kısa süre önce İstanbul’da bir Bolşevik’le görüşmüş olması gibi gözle görülür etkileri oldu. Ancak daha da önemlisi, Bolşeviklerin Doğu Halkları Kongresi, Bakü merkezli TKP, gençlerin Batum’da çalıştıkları Türkçe Yeni Dünya ve KUTV gibi etkinlik ve kurumlar aracılığıyla Türkleri ve diğer “doğuluları” hedef alan genel doğu stratejisiydi. Nâzım ve Vâlâ Nureddin zaten eğitimli ve yabancı dil bilen kişilerdi, dolayısıyla Bolşeviklerin tam da türden öğrencilerdi. Onlar için Moskova’ya gitmek sadece bir macera, aynı zamanda bir fırsattı.

KAMPÜSTEKİ YÜZLER

KUTV’de ders vermeyi ve okumayı taahhüt etmişlerdi ama bu nasıl bir okuldu? Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi, 1921 baharında bir başka okulla birlikte açılmıştı: Batı’nın Ulusal Azınlıkları Komünist Üniversitesi ya da KUNMZ. Her ikisi de Moskova’da bulunan bu iki üniversite, genç Sovyet devletinin hem iç hem de dış politika gereksinimleriyle ilgili bir dizi amaca hizmet ediyordu. Bu iki okulun kurulduğu dönemde Sovyet Rusya kaynak sıkıntısı çekiyordu. Böyle bir dönemde değerli fonların ve enerjinin bu üniversitelere ayrılmış olması, Sovyet yazarların bu okulların misyonuna atfettikleri önemli rolün bir göstergesidir.

KUTV ve KUNMZ hem yerli hem de yabancı doğuluları ve batılıları çekmek için tasarlanmış bir dizi çabanın parçasıydı. İlkinde bu, Asya, Afrika ve Orta Doğu’dan potansiyel komünist müttefiklere yönelik bir çağrıyı da içeriyordu.

Neden “batılı” ve “doğulu” öğrenciler için ayrı üniversiteler kurulsun? Bunun arkasındaki mantık hem teorik hem de pratikti. Batılı komünistler, Bolşevik dünya görüşüne göre daha ileri ekonomik ve sosyal gelişim aşamaları nedeniyle komünist devrim için daha olgun olan sanayileşmiş toplumlardan geliyorlardı. Doğulu komünistler ise daha çok anti- emperyalizm ve tarımsal sorunların devrimci eğitim için daha pratik faydalar sağlayacağı düşünülen sömürgeleştirilmiş toplumlardan geliyordu.

1922 yılında KUTV, öğrencilerin Rusça, Fransızca, İngilizce, Çince ve Korece eğitim alabilecekleri beş bölüme sahipti. Sonraki birkaç yıl içinde üniversite, sektör sayısını yedi farklı dilde eğitimi de kapsayacak şekilde genişletti. 1925 yılına gelindiğinde Türkçe, Yunanca, Japonca ve Farsça eğitim veren yeni bölümler açıldı.

Üniversitenin kuruluşunda, altı yüzün üzerindeki öğrenci arasından altmış altı yabancı öğrenci mezun olmuştu. 1920’ler ve 1930’lar boyunca yabancı öğrenci sayısı artacak ve nihayetinde binlerce öğrenci KUTV’un üç yıllık eğitim programından mezun olacaktı. Okul ayrıca, yüzlerce yabancı öğrencinin daha eğitim göreceği bir yüksek lisans okulu kurmaya devam edecekti.

KUTV’daki Türk öğrencilerin sayısı başlangıçta mütevazıydı, üniversitenin ilk yılında sadece bir avuçtu, ancak zamanla herhangi bir yılda genellikle ortalama on ila yirmi arasında bir sayıya ulaştı. Nâzım ve arkadaşları Türkçe bölüm açılmadan önce KUTV’a geldikleri için Fransızca eğitim görüyorlardı.

Nâzım, Vâlâ Nureddin ve Şevket Süreyya, KUTV’daki Türk öğrenciler arasında kent soylu geçmişleri ve nispeten ileri eğitim düzeyleriyle öne çıkıyorlardı. KUTV’daki Türk öğrenciler hakkında 1925 yılında hazırlanan bir raporun sözleriyle, üçü de sınıf arkadaşlarına kıyasla “en kültürlü olma avantajına” sahipti. Bu çocukların hepsi zeki ve açık sözlüdür.”

KUTV’daki öğrencilerin çoğu, 1917’de Rus topraklarında on binlercesi bulunan eski Osmanlı savaş esirlerinden oluşuyordu. Bu savaş esirlerinin çoğu olmasa da sivil, yani savaş patlak verdiğinde Rusya’da bulunan Osmanlı tebaası olduğu anlaşılmaktadır. Özellikle Kafkasya’da, eski Osmanlı askeri savaş esirleri askere alınmak için fazlasıyla uygun bir hedef olarak görülüyordu.

Sivil eski savaş esirleri de üye toplama açısından önemliydi. Eylül 1920’de Bakü’de Türkiye Komünist Partisi kurulduğunda, başkanı eski bir sivil olan Mustafa Suphi’ydi. Suphi’nin kurulmasına yardım ettiği parti, büyük ölçüde, yakınlardaki Hazar denizindeki Nargin Adası’nda (bugün Büyük Zira olarak bilinen) hapsedilmiş olanlar da dâhil olmak üzere Osmanlı savaş esirleri üzerine inşa edilmişti,

BU GELİŞ HİKAYELRİ BİZE NE ANLATIYOR?

Öncelikle, Nâzım Hikmet’in 1922-1928 yılları arasındaki ilk Rusya yıllarına dair daha net bir bağlam sunmaya yardımcı oluyorlar. Nâzım, Vâlâ Nureddin, Ahmet Cevat ve Aydemir’ler, kendilerini hem komünizmin hem de Moskova’nın içinde bulan, başlangıçta onları evden ayrılmaya iten planları çoktan terk etmiş olan tek kişiler değillerdi. KUTV’un büyük bir kısmı, en azından üniversitenin yabancı uyruklu Türk öğrenci nüfusu söz konusu olduğunda, bu açıdan Nâzım ve arkadaşlarına benziyordu. Bu bireyler, hem öğretmenler hem de öğrenciler, kendilerini hem ideolojik hem de coğrafi olarak asıl yerlerinden çok uzakta bulmuşlardı.

Nâzım ve arkadaşlarını KUTV’daki daha geniş Türk nüfusuna bağlayan bir başka şey de Bolşevik “doğu stratejisi “ne ortak katılımlarıydı. KUTV’daki Türk kesiminin büyük bölümünü oluşturan eski savaş esirleri, sınır bölgesinden gelenler ve “geri dönen” Müslümanlar, çoğunlukla Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesinden önce Rusya ile bir tür bağı olan kişilerdi. İşgal altındaki eski Osmanlı komşularını Batı emperyalizmine karşı potansiyel bir müttefik olarak gören Bolşevikler, aralarındaki Müslümanları kendi saflarına katmak için çok çalıştılar. Bu, Doğu Halkları Kongresi, Bakü’de TKP’nin kurulması, Nâzım ve arkadaşlarının Batum’da çıkardıkları gibi gazetelerin yayınlanması, KUTV’nin kurulması ve diğer önlemler aracılığıyla yapıldı.

Üniversite Hayatı Her şeyden önce şartlarımızı anlatmalıyım. İlk yıllar, lojman koğuşlarında yattık. Sonraki devrelerde- oda kiralamak imkânlarını bulduk. Bir sefer koğuş beğenmediğimiz için, türlü milletlerden arkadaşları greve kışkırttık. Elebaşıyız diye az daha kovulacaktık. «Genel Vali» oğlu oluşumuz yine ortaya serildi. Arkadaş mahkemesinde ikimizi de “küçük burjuva eğilimli” olmakla suçladılar. Bereket versin çok anlayışlı bir insan olan rektörümüz Broydo’nun, kendi kadar anlayışlı karısı Debitskaya, bize sahip çıktı. Meşhur Abit Alimof, keza vartayı atlattık. Yazları Moskova dolaylarındaki ormanlık Udelnaya köyünde yahut bir firari asilzadenin göl kenarına oturttuğu Vaskin malikânesinde, bizim üniversiteye ayrılmış tesislerde geçiriyorduk. Gece, gündüz okuyup boş saatlerde voleybol, kriket, futbol oynuyorduk. Eh, epeyce de flört ederdik. Geceleyin büyük ateşler yakıp, çevresinde toplanır şarkılar söylerdik. Nazariyeler yürütürdük. Gençlik teşkilâtının kızları, kırmızı baş örtüsü bağladıklarından Nâzım Rusya’ya hitaben şu mısraları yazmıştı: “kocaman bir çan gibi haykıran Kızıl Meydanı!/Kızıl başlı, tunç memeli komsomolkaların/çıplak ayaklarıyla/kafamızda fır döndürdü Karmanyolu!”

Üniversitemiz ne nitelikteydi Bütün Sovyet eğitim sistemini burada anlatmağa imkân yoktur. Yalnız geçiş devri için yaratılan bir tipik bölümü belirteyim: Moskova’nın klâsik üniversiteleri, eskisi gibi durup duruyordu. Bunlara Sverdlof nev’inden, Krasni Profesör nev’inden ve teknik alandakiler nev’inden yüksek eğitim kurulları eklenmişti. Bir de Rabfak denen işçi fakülteleri açılmıştı bol bol. Bunlar, devrin şartlarına göre doğmuşlardı. Kadrolarına tahsili yarı kalmış istidatlı proleterler almıyordu. Seçilen ihtisas için, lisede öğrenilmesi gereken şeyler arasında neler lâzımsa onlar özet halinde ve bir bakıma vülgarizasyon yoluyla, bir bakıma hamle ile veriliyordu. Ve iyi sonuçlar almıyordu.

 Bu son satırları okuyup bıyık altından gülenlere, bizde de. Umumî Harpte lise dokuzdan tıbbiyeye ve mühendis mektebine, ilh, aynı ivedili ve şişirme sistemle talebe derlendiğini, fakat bu lise bitirmemişlerin halen dahi ordinaryüs profesör, dekan, pek ünlü hekim, hukukçu ve en büyük köprüleri yapan mühendisler olduklarını hatırlatırım. Öyle ki, yılan masalı liselerin fazla külfet olduğu zannını bile neredeyse verecek. Moskova’daki bizim üniversite Radfak tipi değildi. KUTV’du. Adına göre Doğulular içindi ama her yöndeki Sovyet Cumhuriyetlerinin tahsilleri aksamış yük ek şahsiyetleri burada kurs görmeğe yahut uzun devre okumağa geliyorlardı. Teşkilât elastikiydi, ihtiyaçlara göre değişiyordu.

 Asıl bizi ilgilendiren “ecnebiler gurubuydu”. Burada, İngilizce, Almanca, Fransızca, Arapça, Farsça, Çince, ilh, bölümler vardı. Sonraları bir öğretim ve tercüman kadrosu içinde bizler de yetişince, Türkçe dersler verdik. Şevket Süreyya Aydemir çok mükemmel bir pedagog olarak sivrildi ve sevildi. Ben, Nâzım’la, önce Fransızca bölümüne girdim. Fizik, kimya, biyoloji, ilh, bile okuyoruz. Hamleci sistemle… Kimya kısmında laborantlık ettim. Lâğvedilmiş bir partiye mensup genç, hoş, zarif ve bıçkın bir kadın profesörün lâborantı olarak…    Nâzımsa,    bilhassa    üniversite                kulübünün   temsillerini teşkilâtlandırmakla, dekorasyon yapmakla uğraşıyordu boş zamanlarında.

 Lâkin haftada bir, mecburî hizmet var üniversitelilere… Mutfakta, yemekhanede, odun kesmede ve taşımada… Hatta bir gün yorulup bayıldım. Üniversitemizin himayesindeki Besprizomi çocukların bölümüne odun taşırken. Seminerlerimiz vardı. Bunlarda bilhassa parlayan İsmail Hüsrev Tökin arkadaşımız oldu. Tanınmış âlimler, profesörlerimiz. Büyük bir ekonomist iktisatçı müellif olan bu profesörümüz, hazırladığı eserine dair ilhamlar bulmak için, seminerlerin birinde bizi, kâğıt para nazariyesinin henüz keşfedilmemiş deryasına daldırdı meselâ. Altı ay süre ile hep kâğıt parayı didikledik biz meteliksizler! İllahlâm. Sonunda biz konuşulanları izlemekten usandık. Başka şeylere daldırdık. İsmail Hüsrev sonuna kadar dayandı profesörle beraber. Yanında bir de Hintli Safter. İsmail Hüsrev’in Türkiye’de iktisat eleştiricisi, tanınmış bankacı ve şimdi de İstanbul Ticaret Odası Umumî Kâtibi oluşu az emek mahsulü ve beyhude değildir. Hemen her gece, büyük salonların birinde, devrin tanınmış siyaset, ilim ve sanat adamları konferanslar verirlerdi. Stalin, Troçki dâhil. Hariçten misafir gelen şahsiyetler de dâhil. Bazı geceler de, balomsu eğlenceler tertiplenirdi. Nâzım, böyle gecelerde şiirler okuyarak, kurduğu gruplarla sahneler hazırlayarak çok parladı. Başka üniversitelere ve topluluklara da davet olunurduk. Nâzım başta olarak, O çıktı mı tavanlar alkışlarla inlerdi. Türkçe şiirler alkışlanırdı.

 Geçim kaynağımız Moskova’ya varınca, Ahmet Cevat Şarkiyat Enstitüsünde devamlı hoca olmuştu. Bir pansiyona geçti. Benim bildiğim kadarı, hem mütercimdik yapıyor, hem Türk gazetelerini tarayıp içlerinden haberler derlemek ve Fransızca yahut Rusça özetlemek gibi işler yapıyordu. Ücretli olan bu sonuncu işte ben kendisine bir yıl sonra, halef oldum. Kitaplar çevirip, ders verip hayatımızı kazanmaya devam ettik. Talebenin pek muhtaçları için bedava, genellikle ucuz lokantaları vardı. Küçük ücretlerle bir kişilik, iki kişilik, dört kişilik odalar tutabiliyordu. Evlenenler karılarıyla, hatta çocuklarıyla üniversite odalarında oturabiliyordu. Nâzım’la sevişen, uzaktan uzağa mektuplaşan Bayan Nüzhet Moskova’ya çıkagelip de bütün rakiplerini atlatarak şairle evlenince, üniversite geleneği içinde o da kaynayıp gitti.

 Başka evli Türk karı-kocalar da vardı. Ama toplum hayatında sivrilemedikleri için buraya yazmıyorum. Yalnız şu kadarını söyleyeyim. Meselâ büyük bir müteahhit, meselâ bir maden ocağı sahibi, meselâ büyük Türk partilerinden birinin il başkanı, meselâ bir milyoner tacir, meselâ bir plâj işleticisi, meselâ

SON YERİNE

Nâzım Hikmet’in yaşamı, barış, özgürlük, eşitlik, özgürlük ve komünizm idealine adanmış bir mücadele sürecidir. 1921-1938 yılları arasında aktif olarak sürdürdüğü siyasi faaliyetler, 1938-1950 döneminde yaşadığı cezaevi hayatı ve 1951-1963 yıllarındaki siyasi sürgün dönemi, sosyalizmin anavatanı olan Sovyetler Birliği’ne ve Türkiye’ye yönelik inançla şekillenmiştir. Bu süreçte, Türkiye Komünist Partisi’nin idealleriyle paralel olarak, ülkenin geleceği için barışı, özgürlüğü ve eşitliği sağlama hedefi ön plandadır. Nâzım, yaşamı boyunca bu değerlere sıkı sıkıya bağlı kalmış, eserlerinde de bu mücadeleyi yansıtmıştır.

 

*Bu Dünyadan Nâzım Geçti/Remzi Kitabevi 1967-2.baskı