Böyle gelmiş böyle mi gidecek?

Başta Sovyetler Birliği olmak üzere pek çok sosyalist ülke kapitalist ülkelerin ağır saldırılarına rağmen siyasal yönetimin ve üretimin insanlığın yararına örgütlenilmesine niyetlenildiğinde neler başarılabileceğinin çarpıcı örneklerini yaratmıştı.

Böyle gelmiş böyle mi gidecek?

Gonca Eren

Ülkemizin ve dünyamızın içinden geçtiği koşullar yaygın bir şekilde umutsuzluğu da beraberinde getiriyor. Bu durum, tek tek kendi kişisel hayatlarımızda ya da toplumsal geleceğimiz söz konusu olduğunda içinde olduğumuz koşulların değişmez olduğu eğilimini beslememizden kaynaklanıyor. Halbuki mevcut yaşam şartlarımızın kötülüğü, zorluğu ile bunların değişip değişmeyeceği arasında doğrudan bir bağ yok. Yani koşullar ne kadar kötü ise değişme ihtimalinin o kadar zayıf olduğu hissiyatı doğru değil.

Peki yaşadığımız koşullar neden böyle, neden her yeni güne yeni felaketlerle ve yenik düşeceğimiz bir yaşam mücadelesi ile başlıyoruz? Bu soruların cevabı için biraz güncelliğin dışına çıkmak ve insanlık tarihine yukarıdan bakmak gerekiyor. Kapitalizm, insanın insanı sömürdüğü üretim modellerinin sonuncusu. Ondan önce de sömürü, yoksulluk ve savaşlar vardı. Ne zaman ki insan toplulukları üretmeye ve biriktirmeye başladılar, o gün bugündür ezen ve ezilen sınıflar olarak ikiye ayrılıyorlar. İnsanlık tarihi bu saflaşmanın çok çeşitli formlarını gördü. Kölelik, derebeyliklerde yoksul köylülük, üretim araçlarından yoksun işçiler… Bu en temel saflaşmalar, üretim biçimlerine ve toplumların örgütlenmesine göre türlü türlü araçlarla sürdü, sürüyor. Sürüyor sürmesine ama aslında bu köhne düzen bugün artık can çekişiyor.

Sömürünün ortaya çıkması ve bahsettiğimiz gibi türlü türlü araçlarla sürdürülmesinde tarih boyunca en ağır taşıyıcıların kadınlar olduğunu söylesek abartmış olmayız. Ailenin tarih boyunca varolan düzenin bekaası amacıyla konumlanışı ve kadının emeğinin, rolünün son derece hayati ve değerli iken önemsizleştirilmesi, değersizleştirilmesi ve azgın sömürünün eline bırakılması da abartılı bir değerlendirme değildir.

Bugünlere nasıl geldik sorusunun cevabı biraz buralarda aranmalıdır. Fiyat etiketlerinin marketlerde mağazalarda günbegün değiştirilmesi ile bunların ne alakası var demeyin. Ülkemizde yaşanan ağır ekonomik sorunların, yirmi küsur yıllık bir AKP iktidarıyla, ona koşulları hazırlayan Özal ile 80‘lerde başlayan „özel güzeldir“ liberalizmiyle elbette çok yakından ilgisi var. Ama bu koşulların sadece Türkiye için sözkonusu olduğunu, dünya güllük gülistanlık bir yerken bizi sadece “politikacılar“ın mahvettiğini iddia edebilir miyiz? Sayfalarca örnek verebiliriz ama hiç uzağa gitmeyelim, daha dün parçalanan Suriye, Filistin’de yaşananlar, sadece bu iki örnek bile dünyanın geri kalanının nasıl bir yer haline getirilmeye çalışıldığı konusunda fikir vermiyor mu?

Kısacası kapitalizmin emekçi sınıflar için topyekûn bir yoksulluk, savaş, açlık, ölüm anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Bu koşullardan en fazla etkilenen kesimlerden birinin kadınlar olduğunu da not edelim. Üretim sürecinde yeri erkeklerden sonra gelen, şirketlerin, fabrikaların „küçülme“ kararlarında listenin başını çeken, kayıt dışı istihdamın en büyük payını kaplayan, ev, çocuk, yaşlı bakım işleri üzerine yıkılmış olan, çalışacaksa da bunların hepsini idare edecek süper güçlere sahip olması beklenen, yoksa mobbingle başlayıp işten çıkarmayla sonuçlanan süreci kader olarak kabul etmek zorunda bırakılan kadınlardan bahsediyoruz. Ücretli olarak çalışsa da çalışmasa da evdeki tencereyi kaynatmak zorunda olan kadınların yaşadığımız ekonomik krizin en ağır sonuçları ile karşı karşıya olduğunu hatırlatmaya gerek yok, bizzat yaşıyoruz.

Üretimin kar ve sermaye birikimi hırsıyla örgütlendiği kapitalizm, kaynakları kuruttukça ve kar oranlarını artırma azgınlığı ile hareket ettikçe, her geçen gün bir önceki günü mumla arıyor olmamız çok doğal. Oysa ki insanlığın bugün ulaştığı gelişkinlik düzeyi; kar hırsına değil, insanlığın yararına yönelik bir üretim modeli geliştirebilir. Bugün artık “dünyayı yöneten“ emperyalist/kapitalist işletmelerde o işletmelerin sahipleri ya da daha güncel bir ifadeyle “en büyük hisseye sahip olanları“ üretimin, sevkiyatın, satışın vb. hiçbirinde önemli bir role sahip değil, bu “muhteremlerin“ en önemli rolleri kara el koymak! Kar azalmasın diye bir üç işçinin yapacağı işi bir işçinin yapması bekleniyor, yapamazsa sırada bekleyen daha “performanslı“ adaylara yer açması için kendisine yol veriliyor. Kar azalmasın diye eğitim ve sağlık özelleştirilerek ticaret kapısı haline getiriliyor, o kapıda yeni doğan bebeklerimiz ölüyor. Kar azalmasın diye kadınlar gündüz işte akşam gece yarılarına kadar ev işlerinde çalışıyor. Kar azalmasın diye kreşler yaygınlaştırılmayı bırakın, kapatılmaya çalışılıyor.
Bu koşulları fırsata çevirmek isteyen gerici siyasetçiler, dernekler, tarikatlar; eğitim, gıda, sağlık yardımı adı altında halkın hakkı olan hizmetleri, “sadaka“ olarak kendisine biat edenlere veriyor.

Ama en başta da söylediğimiz gibi bu felaket koşulları, bu koşulların değişmezliği anlamına gelmiyor. İnsanlığın yararına bir üretim modelini, adlı adınca sosyalist üretimi hedeflemek, bir hayal değil, insanlık için bir zorunluluk.

Geçtiğimiz yüzyıl kapitalizmin felaketleri içinden sosyalizmin doğuşuna ve yaşamasına şahitlik etmişti. Başta Sovyetler Birliği olmak üzere pek çok sosyalist ülke kapitalist ülkelerin ağır saldırılarına rağmen siyasal yönetimin ve üretimin insanlığın yararına örgütlenilmesine niyetlenildiğinde neler başarılabileceğinin çarpıcı örneklerini yaratmıştı. Kadınların bırakın toplumsal hayatta, sofrada bile yerinin olmadığı topraklarda kadın mühendisler, hekimler, öğretmenler, kozmonotlar yetişti. Bu sonuçlar, eğitimde, yasalar önünde ve toplumsal hayatta fırsat eşitliğinin yaratıldığı, çocukların eğitimi ve bakımı, yaşlı bakımı, ev işleri ile ilgili sorumluluğun sadece kadınlara yüklenmediği; kreşler, bakımevleri, çamaşırhaneler, yemekhaneler, ücretsiz eğitim, sanat, spor olanakları vb. koşulların yaratılması ile gerçeğe dönüştü.

İnsanca yaşam koşullarına sahip olmak sosyalist ülkelerin varlığı koşullarında o ülkeler kadar, kısmen de olsa “sosyalizm korkusu“ yaşayan kapitalist ülkelerde de bu yönde adımlar atılmasına neden olmuştu. Ülkemizde ve dünyanın pek çok ülkesindeki sosyal güvenlik sistemi, eğitimin ve sağlığın ücretsiz olması, zorunlu temel eğitim vb. uygulamaların sosyalist ülkelerin çözülüşü sonrasında bizim ülkemizde ve diğer ülkelerde tek tek ortadan kaldırılan haklar olması tesadüf değil. Bugün “sosyal devlet“ olarak övülen pek çok Avrupa ülkesi de sosyalist ülkelerin gölgesini üzerlerinde hissetmedikleri koşullarda içlerindeki azgın kapitalist ruhu hızla dışarıya çıkarmış durumdalar.

Kadınların toplumsal hayatta yaşadıkları sorunların çözümünde “üretim sürecine katılım“ önemli bir başlangıç noktasıydı ve sosyalist ülkeler bu konuda çok başarılı olmuşlardı. Artık bu koşulların ne yazık ki çok gerisindeyiz. Çok yakıcı ve görünür hale gelen bir sorundan örnek vermek gerekirse, kadınlara yönelik şiddeti elbette kadınları sadece üretim sürecinin parçası haline getirerek çözüleceğini iddia etmek gerçekçi değil. Böylesine yakıcı bir sorunun çözümünü bugün tepkisiz kalıp geleceği havale etmek de doğru değil. Öte yandan, kadınları üretim sürecinin parçası haline getirmeden, toplumun bütününü tüketimin ve çürümenin salgıladığı zehirlerden kurtarıp sadece çalışma hayatında değil, hayatın her alanında üretken kılmadan, yeni kuşakları bilimsel bir eğitimden geçirmeden kalıcı bir çözüm bulmak maalesef mümkün değil. İşte bu nedenle sosyalizme, ekmek kadar, su kadar ihtiyacımız var.
Peki bu ihtiyacı karşılamamız ne kadar mümkün?

İnsanlığın büyük bir felaketi yaşadığı Birinci Dünya Savaşı koşullarında, Çarlık Rusyası, eşitlik ve özgürlüğün temellerinin atıldığı Sovyet halklarının cumhuriyeti haline gelebildiyse, parçalanmasına ramak kalmış Osmanlı İmparatorluğu topraklarında Kurtuluş Savaşı verilebildi ve cumhuriyet kurulabildiyse, faşizmin insanlığı yıkıma sürüklediği İkinci Dünya Savaşı koşullarında Avrupa’da büyük direniş hareketleri örgütlenerek ve Avrupa’nın doğusunda yeni sosyalist ülkeler filiz verebildiyse, bugün neden olmasın? Yeter ki umut etmeye, boyun eğmemeye ve mücadele etmeye devam edelim…