Tutuklu ve ev hapsinde olan 28 kişi hakkında tahliye kararı
19 Mart 2025 tarihi önemli bir siyasi aşama olarak siyasi tarihimize geçmiş bulunmaktadır. Bu tarihin önemi halk iradesinin ortaya koyulmasıdır. Bu anlamda mesele, kayyum atamalarını ve İmamoğlu konusunun da önüne geçmektedir. Zira kayyum atamaları da, İmamoğlu’nun gözaltına alınması da siyasi kadronun halk iradesini baskılama çabaları olarak okunmalıdır.
Seçim sisteminin başat olduğu koşullarda seçimin sonucuna katlanmak demokrasiye ve halkın iradesine bağlı olma göstergesi olarak bir mazhariyettir. Nitekim 1950 seçimlerinde ülkenin kurucu partisi CHP’nin iktidarı devretmesi siyasi tarihimizin ak sayfasını oluşturur. Seçimlerle iktidarın devredilebilir olmasının en önemli göstergesi muhalefete düşen siyasi kadronun ve/veya siyasetçilerinin veremeyecekleri bir hesabının olmadığı ki, bu durum bir siyasi kadronun ya da siyasetçinin halkının nezdinde taşıdığı en önemli değerdir.
İçinden geçtiğimiz süreç halk iradesini baskılama süreci olarak özünde demokrasiden despotik sisteme ve/veya feodal tipi geri yönetim biçime geçiş olarak nitelenmelidir. Şöyle ki, AKP’nin muhalefet partilerine karşı tavrı yanında, göz yumularak yaşanan seçim süreci yanlışları ve seçimlerini arasındaki dönemlerde Habermas türü “kamusal alanlar” anlayışına saygılı olamayışı bugünlerin açık işaretçisi olarak görülmelidir. Tam bir feodal yönetim biçimine benzercesine bütçe yapımından, türlü kamu dairelerine doğrudan atamaları kesinlikle demokrasi ve çağdaş yönetim biçimi ile uyumlu yönetim olarak görülemez. Diğer bir deyişle, hükümet iradesinin devlet iradesine yükselmesi demokrasilerde kabul edilebilir bir durum değildir. Ne var ki, tek-adam yönetimine onay veren ve bu konuda yol gösteren hukukçular da tarihin huzurunda en az bizzat siyasiler kadar sorumludur.
İşte, bundan dolayıdır ki, yaşadığımız son olaylar münferiden tahlil edilemez. O nedenle son patlamaları yaşanan sürecin olgunlaşıp patladığı an olarak görmek ve tüm gidişatı mercek altına almak gerekmektedir. Bu analizi yaparken de, dünya koşulları kadar, Fehtullah döneminin ve bu dönemin 15 Temmuz girişimi ile sonlandırılmasının AKP iktidar bağlamında ele alınması kaçınılmazdır.
Sürecin oluşum ve ısınma süreci kadar patlama anının da dikkatle irdelenmesi gerekir. Şöyle ki, AKP’nin 2002 yılında iktidara getirilmesi ile 2000 IMF programının fevkalade yakın ilişkisi vardır. 2000 yılı IMF projesi Türkiye’yi durgunluğa girmiş olan Batı sermayesine IMF kontrollü bir ekonomi olarak açarak Türkiye ekonomisinin Batı sermayesi tarafından boğulmasına yol açtı. İşte, akıl almaz şekilde AKP dönemini ikili yapı olarak ele alan görüşün düştüğü hata burasıdır. Şöyle ki, olumlu olarak nitelenen birinci dönem aslında ikinci dönemin hazırlayıcısı niteliğinde idi. Birinci dönem proje dönemi, ikinci dönem ise fatura ödeme dönemidir. Bu süreci algılayamayan AKP yöneticileri ve halkımız ikinci dönemde yaşanan sonuçlarla baş başa kalarak duruma isyan etti. İşin garibi, birinci dönemim rüzgârının arkasında olduğunu düşünerek ebedi iktidar hayali kuran AKP, ikinci dönemin gerçeğini yaşayanlarla karşı karşıya gelmiş oldu. Zamanın akışında, birinci dönemde halk yanılmış, ikinci dönmemde de AKP yanılmış oluyordu. AKP’nin orantısız şiddeti sebebi, Gezi olayında olduğu gibi eylemlerin yurdun başka bölgelerine yayılmamasının sağlanmasıdır.
AKP, iktidara geldiğinde, belki kendi tarihsel algısı belki de yerli ve yabancı danışmanların tavsiyesi ile ordu, polis ve sermaye üzerinde operasyonlar yaparak yerini güçlendirmek, muhafazakar söylem ve uygulamalarla da tabanını oluşturmak ve konsolide etmek istiyordu. Tarikat ve cemaatler, kendilerine verilen tavizlerle bir yandan sosyal devlet işlevini yerine getirerek, diğer yandan da dincilik kanalından halkı tutarak, iktidara destek oluyordu. Göçmenler için belirli yardım ve koşullar karşılığında Avrupa ülkelerine de supap işlevi gören AKP iktidarı uluslararası desteğe de biraz fazla güvenmeye başlamıştı.
Ne var ki, her dikta rejimine kafa tutabilen, hatta onları devirebilen ‘ekonomi’ nin işleyişi ve oluşturabileceği sonuçlar gözden kaçıyordu. Bu süreçte halkın, özellikle de gençlerin ve derin ekonomik çöküş yaşayan halkın ayaklanması AKP kadroları tarafından algılanabilir ve anlaşılabilir gibi değildi. Bunlara ilaveten, mazide kalmış olmakla beraber, iktidar yanlılarının siyasal hafızalarında sosyal kalkış olarak yer etmiş olan ünlü Gezi olayı varken, İmamoğlu’nun alınması nedeniyle oluşan kalkışlara izin verilemezdi.
Bizim toplum olarak iki ciddi hata yaptığımızı düşünüyorum. Bunlardan birincisi Türkiye’nin hemen hemen tüm dış etki, telkin, hatta tavsiyelerden vareste olduğunu düşünmemizdir. Böyle bir izole durum söz konusu olmayacağı gibi, hele de küreselleşme döneminde ulusal hükûmetlerin uluslararası sermeye çıkarını ulusal yararın üzerinde görmesi ve koruması gerçeğini inkâr edemeyiz. İkincisi, Ortadoğu’nun dünyanın yumuşak karnı olduğunu da unutuyoruz. Bu bölgede, petrol, su, İsrail ve İran başlı başına sorun konularıdır. Ortadoğu eş başkanlığı her halde rastlantısal bir görev olmasa gerek; ABD’nin Ortadoğu ve Kürt politikası, İran politikası, İsrail’in devleti genişletme amacının Türkiye’ye bazı görevlerin düşebileceğini akla getirmesi gerektirmez mi? Binaenaleyh AKP’nin iktidar olma konumu bu bağlamda da ele alınmalıdır.
Tüm Batı demokrasilerinde olduğu gibi Türkiye’de de demokratik işleyişin yara alması salt siyasi yönetimin çok ötesinde ve çok farklı olarak sistem meselesi ile de ilintilidir. Şöyle ki, bir türlü vaz geçilemeyen Fransız ihtilali sonucu gündeme oturan ‘siyasal demokrasi’ yönetim biçiminin halk iradesini tam olarak ortaya koyamadığı gerçeğinin göz ardı edilmesi sosyal sorunların da göz ardı edilmesi sonucunu doğal olarak oluşturur. Toplumsal uzlaşmada ekonomik demokrasi gündeme getirilmedikçe insan hakları ve/veya özgürlükler sağlanamaz olur. Böyle toplumlarda sosyal çalkantılar ve huzursuzluklar devam ettikçe, iktidarlar bir yanı ile dikta rejimine eğilim gösterirken, diğer yanı ile de yoksulluğun yönetimi paralelinde yoksulların politik bağımlılıklarını oluşturur. Böylesi parçalı toplumlarda gerçek anlamda özgürlük de gelişemez, demokrasi de gerçek temeline oturtulamaz.
Durum her ise, her iki durumda da halkın iradesi öne çıktıkça, siyasi kadrolar uluslararası politikaların yönlendirmesiyle değil, halkın çıkarı ve kararı ile çevreden daha bağımsanız olarak topluma hizmet sunabilir. Bu düşünce sonucunda şu kanaate ulaşabiliriz ki, siyasi iktidar her hal ve koşulda halkı bölmeden bir bütün olarak dikkate alarak, dürüst seçimle halkın iradesine saygı göstermelidir. Umalım, geçmişte yaşanmış 1960 ve sair olaylardan alınacak çok yararlı öğretiler neticesinde aklıselim hâkim olarak erken seçimle halkın iradesi başat kılınarak hem demokrasi, hem bizzat ayak direyen siyasi parti ve siyasetçiler, hem de en önemli olarak ülkemiz ve demokrasimiz kazanır.
Buldan "Sayın Cumhurbaşkanı bizi AKP Genel Merkezi’nde değil, kendi külliyesinde kabul etti. Bu da şu…
İsrail'in Gazze Şeridi'ne 7 Ekim 2023'ten beri düzenlediği saldırılarda yaşamını yitirenlerin sayısının ise 50 bin…
Arakçi, Amerikan tarafıyla görüşmelerin dolaylı olacağını ve sadece nükleer meseleyi ele alacak ve temel ve…
Gezi günlerini hatırlatan toplumsal-siyasal tepki, AKP’nin gerici, baskıcı ve yoksullaştırıcı uygulamalarına duyulan öfkenin patlaması oldu.…
Sol, 23 yıllık AKP iktidarı ile bu tür "anlık" çıkış ve inişlere karşı artık daha…
Komünistlerin Cumhuriyet’le kurduğu ilişki bu anlamıyla yaşanan vakalar üzerinden iyi ya da kötü bir biçim…