Devrimin kendi kaderini tayin hakkı

Devrimin kendi kaderini tayin hakkı

24-03-2025 14:52

“Çünkü ezilen ulusların burjuvazisi, işçileri aldatmak için ulusal kurtuluş şiarını sürekli suistimal etmektedir: Bu şiarları iç politikada egemen ulusun burjuvazisiyle geçici anlaşma sağlamak için kullanmakta; dış politikada ise, haydutça amaçlarını gerçekleştirmek için rakip emperyalist hükümetlerden biriyle anlaşma sağlamaya çalışmaktadır.” (LENİN)

Gökmen Kılıç

Türkiye’de sol ve devrimci siyaset büyük bir kafa karışıklığının içinden geçiyor. Sovyetlerin çözülüşünden beri sosyalist bir bloktan mahrum kalan sosyalist hareket, 90’lı yıllardan beri büyük bir ideolojik saldırıyla karşı karşıya kaldı. Francis Fukuyama, “Tarihin Sonu” diyerek kapitalizmin nihai zaferini ilan ederken, dünyanın artık “küresel bir köy” olduğu ve küreselleşmenin yeni çağı şekillendirileceğinden bahsediliyordu. Artık ulus devletlerin sonu gelmiş, sınıf mücadeleleri rafa kalkmış, devrimler çağı bir daha açılmamak üzere kapanmıştı.

Günümüzde bu modası geçmiş tezler tartışılmaya devam etse de, etkisini önemli ölçüde yitirmiş durumda. Kapitalizmin “özgürlükler çağını” hepimiz bizzat yaşayarak bunu deneyimlemiş bulunuyoruz. Dünyamız savaştan savaşa koşarken, sınıf çelişkileri kapitalizmin fütursuz saldırılarıyla daha fazla derinleşmiş durumda. Zafer kazanmış kapitalizm insanların temel ihtiyaçlarını karşılamaktan hala çok uzak. Daha kötüsü ise Sovyetlerin var olduğu iki kutuplu dünyada retorik olarak bile olsa bu iddianın peşinden giden kapitalist ülkeler mevcutken, bugün böyle bir iddianın varlığı bile tartışma konusu.

Modernite döneminin kapitalizmi, kalifiye insan, kaliteli ürün, sosyal devlet, eşitlik ve özgürlük vadederken, şişman bir insana dönüşen kapitalist üretim, nüfusun da giderek artmasıyla bu iddia ve niteliğini çoktan yitirmiş durumda. Eğitim sisteminden sağlık sistemine, barınma sorunundan beslenme ihtiyacına ve hatta özgür ulaşım hakkına kadar tüm bu iddialar sosyalist sistemin olmadığı dünyamızda birer birer terk ediliyor. Bugün yüz yıl önceye göre, az gelişmiş bir kapitalist ülkedeki yurttaşın, gelişmiş bir kapitalist devlete seyahati neredeyse imkânsız hale gelmiş durumda.

Bu verileri ele aldığımızda kapitalizmin “dünyanın sonu”nu ilan ettiği dönemin çoktan kapanmış olduğunu ve yeni bir düzen umudunun yaşamsal bir ihtiyaç haline geldiğini cesurca söyleyebiliriz.

Dünyanın sonu belki gelmedi fakat sol ve devrimci hareket, 90’lı yılların ideolojik saldırılarıyla birlikte çıkışı başka argümanlarla ve başka dinamiklerle aramaya çalıştı.

Sol siyaset, sosyal demokrasi zehrini bertaraf etmek için uzun yıllar çabalarken, “küreselleşme” saldırısıyla birlikte birçok yeni tartışmanın tarafı olmaya itildi.

Kapitalist modernite, küreselleşme ve sosyalizm vurgularını yaparken tam da gelmek istediğimiz tartışmalardan birine konunun muhataplarından biri gelmiş oldu.

“Teori, program, strateji ve taktik olarak yüzyılın reel-sosyalist sistem gerçeğinin ağır etkisinde kalmıştır.”

Yukarıdaki satırlar Abdullah Öcalan’a ait. “Yeni Kürt açılımı” için Öcalan’ın okuduğu mektupta bu ifadelerin kullanılması tesadüf sayılmamalı. Öcalan mektubunda, Kürt dinamiğinin ve hareketinin hangi koşullarda ortaya çıktığını anlatırken, reel-sosyalizmin ağır etkisinde kalındığını bir olumsuzlama olarak vurguluyor. Öcalan’a göre reel-sosyalizmin “ağır etkisi” ortadan kalkmış ancak Kürt silahlı hareketi kendini tekrarlar biçimde devam etmiş ve aslında bu durum silahlı hareketin anlamını kaybetmesine neden olmuştur diyor.

Türkiye sosyalist hareketinin on yıllardır tartışıp içinden çıkmakta zorlandığı temel başlıklardan biri “ulusal sorun” ya da daha tanımlı haliyle Kürt ulusal dinamiği olmuştur.

Türkiye’de sosyalist devrimin ve onun taktik, strateji ve programını önemli ölçüde belirleyen temel tartışmalardan birini Kürt dinamiği ile kuracağı ilişki oluşturuyor. En bilinen ezber haliyle “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nın (UKKTH)” Kürt dinamiği için tanınıp tanınmayacağı sorunu devrimci stratejinin belirleyeni durumunda.

Fakat biz bugün burada yalnızca UKKTH’yi değil, devrimi de konuşmak gerektiğini düşünüyoruz. Kürt dinamiğinin Türkiye’deki düzenle ve emperyalizmle kurduğu ilişki biçiminin “Canım ne de olsa ulusal hareket” kolaycılığıyla açıklanmasının sınırları olduğunu söylemeliyiz.

Bu kez Kürt dinamiği cephesinden değil devrimcilerin cephesinden sorunu ele almak istiyoruz. Sosyalist hareketin ve bir özne olarak devrimci partinin varoluş nedeni Türkiye devrimini aramak, onu gerçekleştirmek ve bu devrimle birlikte kapitalizmin kriz dinamiği olan başlıkları nihayete erdirmektir. Kuşkusuz Türkiye devrimi, sınıflar arası sömürüyü ortadan kaldıracak; bununla birlikte kapitalizmin ortaya çıkardığı, kültürel, etnik, inançsal ve sosyolojik vb. eşitsizlikleri de çözme iddiasındadır.

Ancak tüm bu sorunların çözümü “sosyalizme havale ederek” değil aynı zamanda devrim mücadelesine katarak, onları sosyalist devrime güç veren dinamikler haline getirerek başarılır.

Özetle, Türkiye sosyalist hareketi Kürt dinamiğinin bir “yedek gücü” değil, Kürt dinamiği sosyalist devrimin bir destekçisi, ona güç veren bir öznesi olarak görülmelidir. Burada aslolan devrimin çıkarlarının birinci sıraya yazılmasıdır.

Zihin karışıklığını gidermenin ilk adımına buradan başlanmalıdır; devrimin arka sıralara atıldığı, bir türlü sıranın sosyalist devrime gelemediği, herkesi desteklemeye hazır olan sosyalist hareketin devrime sıra geldiğinde utandığı bir “ilişki” biçiminin varlığı doğrudan reddedilmelidir. Bugün asıl tartışılması gereken devrimin kendi kaderini tayini hakkı olmalıdır.

TARİHTEN BİR ÖRNEK: DEVRİMİN KADERİ VE NİSAN TEZLERİ

Sosyalistlerin, komünistlerin tarihinde çok özel bir yere sahip olan Büyük Ekim Devrimi bizlere “devrimin çıkarları” bağlamında da önemli dersler sunmaya devam ediyor. Devrimin hemen öncesinde Bolşeviklerin devrimi ne derece sahiplendikleri ve onu büyük bir “kıskançlıkla”, “diğer kazanımlara” kurban etmedikleri görülebilir. Bolşevikler ve özellikle Lenin için devrimin çıkarları ile Çarlığın yıkılmasıyla ortaya çıkan diğer “demokratik kazanımlar” arasında mukayese götürmez bir fark bulunmaktadır. Şubat Devrimi’nin ardından kurulan geçi hükümetin desteklenmesi beklenirken, sosyalist devrimin çıkarları kantarın topuzunu burjuva demokratizminden sosyalizme doğru kaydırmıştır.

Lenin’in ünlü Nisan Tezleri’nde yaptığı tespitler ikili iktidardan Sovyetler’e doğru bir yönelişi tarif ederken, tezlerin temel derdinin devrimin çıkarları ve iktidar sorunu olduğu görülmektedir.

“Her devrimin temel sorunu devlet iktidarı sorunudur. Bu konuda berrak olmadan, devrime bilinçli bir katılımdan ya da hele ona önderlik etmekten söz edilemez.” (1)

Sosyalist hareketin bahsedilen berraklık içinde olması ve her durumda devrimin çıkarları bakımından siyasi pozisyonun gözden geçirmesi gerekmektedir. Bu yalnızca ulusal sorun bağlamında değil, tüm ilişkilenmeler için geçerli bir kuraldır.

ULUSAL DİNAMİKLE İLİŞKİ: ÖNCE SINIFSALLIK VE DEVRİM PERSPEKTİFİ

Türkiye’de bir turnusol kâğıdı durumuna getirilen ulusal dinamikle ilişkilenme biçimi yerli yerine oturtulmadan meramımızı anlatmak mümkün değildir. Sosyalist devrimci özne ile ulusal dinamiğin ilişkisi içsel değil dışsal bir ilişkidir. Daha açık bir deyişle Marksist-Leninist öznenin devrim sorununa bakışında ulusal dinamik temel bir özne olarak düşünülmez. Ulusal dinamik, sınıf mücadeleleri açısından yan bir parametredir. İktidar ve devrim sorunundan izole edilmiş bir ulusal dinamik tartışması sosyalist devrimin konusu olamaz. Bu anlamda, ulusal dinamikler her şartta desteklenen ve tüm parametrelerden yalıtılmış demokratik bir özgürlük alanına sahip değildir.

“Ulusların kaderini tayin hakkı dahil, demokrasinin çeşitli istemleri mutlak şeyler değildir bunlar, dünya demokratik hareketinin (bugün sosyalist hareketinin) tümünün bir parçasıdır. Bazı durumlarda, parçanın, bütünü ile çelişkiye düşmesi olanağı vardır; o zaman parça atılır. (Ulusların Kederlerini Tayin Hakkının Tayini Üzerine Bir Tartışma Özeti, c. XIX, s. 257-258 Rusça)” (2)

Sınıfsallıktan uzak, devrim perspektifine güç vermeyen, hatta onu dağıtan ve manipüle eden bir ulusal dinamiğin sosyalistlerle değil, burjuvaziyle kurduğu ilişki belirleyici olacaktır. Bu durumun istisnası olmadığı gibi tarihte komünistlerin karşılaştıkları örnekler de hiç değişmemiştir.

“Öte yandan ezilen ulus sosyalistleri, ezilen ulus işçilerinin ezen ulus işçileriyle tam ve koşulsuz, aynı zamanda da örgütsel birliğinde özellikle ısrarlı olmalı ve bu birliği hayata geçirmelidirler. Bu olmadan, burjuvazinin çeşitli oyunlarına, ihanetlerine ve dolandırıcılıklarına karşı proletaryanın bağımsız politikasında ve başka ülkelerin proletaryasıyla sınıf dayanışmasında ısrarlı davranmak imkansızdır. Çünkü ezilen ulusların burjuvazisi, işçileri aldatmak için ulusal kurtuluş şiarını sürekli suistimal etmektedir: Bu şiarları iç politikada egemen ulusun burjuvazisiyle geçici anlaşma sağlamak için kullanmakta; dış politikada ise, haydutça amaçlarını gerçekleştirmek için rakip emperyalist hükümetlerden biriyle anlaşma sağlamaya çalışmaktadır.” (3)

Lenin’den alıntıladığımız paragraf bugüne de ışık tutacak cinsten tespitler içeriyor: “Örgütsel birlikte ısrar” vurgusu bugün de temel yaklaşımlarımızdan biridir. Burjuvazinin ulusal sorunu suistimali ve emperyalizmle uzlaşma ihtimali, sınıfsal perspektifin olmadığı her durumda ortaya çıkan bir gerçekliktir.

Paragraftaki ezen ve ezilen ulus yaklaşımının ise farklı yerlere çekilmesine mahal vermeden söyleyelim: Burada anlatılan, “ezen ulus burjuvazisinin” karşısında “ezilen ulus burjuvazisini” koyan bir federalizm düşkünlüğü değildir. Mesele her ulusun proleterlerinin sınıfsal ve örgütsel birliğinin, yani ulus birliğinin sağlanmasıdır. Paris Komünü deneyimleri üzerine Marx’ın Proudhon’un yaptığı tartışmayı Lenin, Bernstein karşı yürüttüğü başka bir tartışmada söyle aktarıyor:
“Marx’ın ‘devlet iktidarını, asalak uru yok etme’ye dair görüşlerini Proudhon’un federalizmiyle aynı kefeye koymak düpedüz korkunçtur! Fakat bu bir tesadüf değildir, çünkü Marx’ın burada merkeziyetçiliğe karşı federalizmden değil, aksine eski, burjuva, tüm burjuva ülkelerde var olan devlet mekanizmasının parçalanmasından söz ettiği oportünistin aklına hiç mi hiç gelmez.”

SIRASINI BEKLEYEN DEVRİM Mİ, KENDİ KADERİNİ TAYİN EDEN DEVRİM Mİ?

Burjuva devrimleri çağıyla ortaya çıkan uluslaşma ve ulusal sorunların yerli yerine oturtulması ve sosyalist devrimle ilişkisinin yeniden sorgulanması gerekmektedir. Sosyalistler, ulusal özgürlük taleplerini görmezden gelmezler; fakat sosyalistlerin ulusal dinamikle kurduğu ilişki, ulusal dinamiğin sosyalist devrimle mesafesi tayin edilmeden tarif edilemez. Bu anlamıyla tek başına ulusallığın kendi öz dinamiği bir ölçü değildir.

Sosyalist harekette “devrim teorisi”nin ayrılmaz bir parçası gibi gösterilen ulusal dinamiğin, tek ve değişmez bir biçimde ele alınması, sosyalist hareketin kafa karışıklığını önemli ölçüde arttırmaktadır.

“Günümüzde ‘devrim teorisi’ adına yapılan açılımlar da, selin gitmesi ile geride kalan kuma biçim verme çabalarıdır. Başarılı ya da başarısız, deneyimler olmadan kimse kuma istenilen gelişkinlikte biçim veremez. Hele hele Marx ve Engels’in, sonra da Lenin’in ‘somut durumun somut tahlili’ adına bunları tekleştirmek, büsbütün yanıltıcıdır.”

Kürt dinamiğini gözeten “devrim teorileri”nin siyaset alanındaki pratikleri devrimin güncelliğini yok sayan, onu uzak bir hedef olarak ortaya koyan niteliğe bürünmüştür. Devrim teorileri, adıyla müsemma “devrim teorisi” gibi olmalıdır. Aradığımız, sırasının gelmesini bekleyen bir devrim değil, kendi kaderini kendi tayin edebilen bir devrimdir. Yoksa sel gider, kum kalır…

KAYNAKÇA

1- V.I. Lenin, Nisan Tezleri, İkili İktidar Üzerine. Lenin Seçme Eserler Cilt 6, S. 40 İnter Yayınları

2-Leninizm’in sorunları, J. Stalin, sol yayınları, İkinci baskı Kasım 1992. S. 64

3-V.I. Lenin, “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı Sorununun Proleter-Devrimci Tarzda Ortaya Konuşu”, Lenin Seçme Eserler Cilt 5, S. 308 İnter Yayınları