Edebi eleştirinin silahları olarak Grundrisse, Kapital ve Anti Dühring
Marx, ekonomi teorisinin temelini kendi kendine yeten bireyi idealize eden on sekizinci yüzyılın "Robinsoncularını" eleştiren bir perspektif sunar. Bu bireyci anlayışı, çağdaş kapitalist ilişkileri tarihsel toplumsal yapılara geri projekte ettiği ve üretimin kapitalizme özgü toplumsal niteliğini görmezden geldiği için sorunlu bulur.
Karl Marx’ın edebiyatla kurduğu bağ, entelektüel yaşamının etkileyici ve derinlikli bir yönünü gözler önüne serer. Marx, yalnızca geniş kapsamlı değil, aynı zamanda çok dilli ve çok yönlü bir okuma alışkanlığına sahip, sıra dışı derecede tutkulu bir okuyucuydu.
Örneğin, tarih, siyaset ve ekonomi üzerine yazdığı olgun eserlerden biri olan Kapital’in ünlü birinci cildi, Shakespeare de dâhil olmak üzere çeşitli kültürel ve edebi figürlere göndermeler ve alıntılarla zenginleştirilmiştir.
Benzer bir durumun izlerini Friedrich Engels’in çalışmalarında da görmek mümkündür. Nitekim Engels’in henüz 20 yaşındayken, 1840-41 yılları civarında, opera için yazdığı “Cola di Rienzi” adlı librettosu kısa bir süre önce Türkçeye çevrilerek yayımlandı.
Marx, okurlarını örneğin Goethe, Miguel de Cervantes’in, Giuseppe Verdi’nin ya da Charles Dickens‘ın edebi karakterleriyle karşılaştırarak, muhaliflerinin bu figürlere benzerlik gösterdiğini ya da onlardan belli açılardan ayrıldığını ifade etmeyi tercih eder. Kimi edebiyat eserlerindeki olayları kullanarak, gerçek toplumsal dünyadaki durumların mantığını ister doğru ister çarpıtılmış olsun bir model üzerinden açıklamayı amaçlar. Gerçek hayatta karmaşıklığı nedeniyle anlaşılması güç olan ekonomik süreçler, edebiyat aracılığıyla daha anlaşılır hale gelebilir. Bu sebeple, Robinson Crusoe Kapital cildinde merkezi bir örnek teşkil eder.
Klasik ve erken dönem neoklasik iktisatçılar, iktisat teorisine farklı bakış açılarıyla yaklaşmış ve teorilerini farklı eğretilemelerle açıklamışlardır. Klasik iktisatçılar, ekonomik çözümlemelerini genellikle doğa durumuna geri dönerek ve burjuva toplumun kökenlerini sorgulayarak şekillendirmişlerdir. Buna karşılık, neoklasik iktisatçılar ise dünyaya, adasında gelecekteki ihtiyaçlarını karşılamak için kullanabileceği şeyleri keşfetmek üzere karaya çıkan Robinson Crusoe’nun perspektifinden bakmışlardır.
Daniel Defoe’nun köle tüccarı Robinson Crusoe’sunu okurken aynı zamanda ırk, iktidar, egemenlik, sömürü, fetih, kölelik, soygun, cinayet ve zorbalığın tarihini Karl Marx ve Friedrich Engels’in yazılarının kılavuzluğunda kavrarız.
Marx, Grundrisse’nin çözümlemesine toplumsal bağlamdaki maddi üretimi merkez alarak başlar. “Bu incelemenin konusu, her şeyden önce, maddi üretimdir. Toplum içinde üreten bireyler-dolayısıyla toplumsal olarak belirlenmiş bireylerin üretimi kuşkusuz, çıkış noktasıdır. Smith ve Ricardo’nun incelemelerine başlangıç olarak kabul ettikleri tek başına ve yalıtık avcı ve balıkçı, 18. yüzyılın, hiç de, bazı uygarlık tarihçilerinin imgelediği gibi, aşırı inceliğe salt bir tepkiyi ve yanlış anlaşılmış bir doğal duruma dönüşü ifade etmeyen, Robinsoncu yavan hayalleri arasında yer alırlar.”
Ona göre bireyler, üretim süreçlerini tek başlarına gerçekleştirmez; aksine, bu süreçler çevrelerindeki toplumsal yapı ve ilişkilerden derinlemesine etkilenir. Bu yaklaşım, üretimi yalnız bireylerin faaliyetleriyle açıklayan ve Robinson Crusoe hikâyesi üzerinden örneklenen bireyci görüşle belirgin bir karşıtlık içindedir.
Marx, ekonomi teorisinin temelini kendi kendine yeten bireyi idealize eden on sekizinci yüzyılın “Robinsoncularını” eleştiren bir perspektif sunar. Bu bireyci anlayışı, çağdaş kapitalist ilişkileri tarihsel toplumsal yapılara geri projekte ettiği ve üretimin kapitalizme özgü toplumsal niteliğini görmezden geldiği için sorunlu bulur. Ona göre üretim, doğası gereği toplumsaldır ve dönemin hâkim ilişkileri ile koşulları tarafından şekillenir. Burjuva toplumu ise üretimin şimdiye dek ulaştığı en gelişmiş ve karmaşık tarihsel örgütlenme biçimini temsil eder.
Marx, bu kez Kapital birinci cildinde kapitalist ekonominin, özellikle de başlangıç noktası olan ilkel birikim döneminin analizini göstermek ve “Robinson Crusoe’nun yaşadıkları politik iktisatçıların en sevdiği konulardan biri olduğu” için Robinson Crusoe romanına değinir.
Marx, siyasi ekonomideki ilkel birikimi teolojideki ilk günaha benzetiyor ve tıpkı Âdem’in elmayı yeme eyleminin insanlığa günah ve acı getirmesi gibi, ilkel birikimin de kalıcı ekonomik eşitsizlik oluşturduğunu ileri sürüyor. Karl Marx’ın Kapital birinci cildinde klasik politik ekonominin sermaye ve mülkiyetin kökenleri hakkında yaydığı mitlere yönelik sert bir eleştiri yöneltir.
Marx, politik ekonomistler tarafından sunulan ekonomik tarihin “çobanıl=pastoral” versiyonunu, ilkel birikimin acımasız gerçekleriyle karşılaştırır ve bu tür anlatıların ideolojik işlevini açığa çıkarır. Politik Ekonomideki ilkel birikim, teolojideki Âdem’in elmayı ısırdığı ve günahın insan ırkına düştüğü orijinal günaha benzer. Bu günahın kökeni, iki tür insanın olduğu geçmişe ait bir hikâyecik olarak açıklanır: çalışkan, zeki ve tutumlu elitler ve har vurup harman savuran tembel serseriler. Bu mit, eşitsizliği doğallaştırmaya hizmet eder ve onu sistemsel sömürüden ziyade ahlaki farklılıkların kaçınılmaz sonucu olarak tasvir eder.
Zorun rolü
Engels, 20 Eylül 1884 tarihli mektubunda Karl Kautsky’e şunları yazıyor: “Marx’ın Robinson’u, Daniel Defoe’nun gerçek, orijinal Robinson’udur; ikincil özellikler de buradan alınmıştır -gemi kazasından kurtarılan enkaza dair unsurlar vb. Daha sonra, kendi Cuma’sını da edindi ve bir gemi kazası geçiren bir tüccardı; eğer yanılmıyorsam, bir dönem köle ticareti yapıyordu. Kısacası, gerçek bir ‘burjuva.’”[1]
Avlanma, tarım ve Cuma’nın köleleştirmesi kapitalist üretim tarzını kuran mekanizmanın, yani ilkel birikimin mükemmel bir alegorisini oluşturur. Ama Engels, Anti-Dühring’de Robinson Crusoe’nun Cuma üzerinden “zor”un rolüne çubuğu bükecektir.
Bu zor’a küçük bir örnek: “Küçücük ailemle birlikte sofraya oturuşumuzu bir gören olsa gülmekten kendini alamazdı. Başköşede bütün adanın sahibi, yüce efendisi zatı şahanelerim yer alıyordu; bütün uyruklarımın yaşaması kesinlikle benim buyruğuma bağlıydı. Astığım astık, kestiğim kestikti; istediğime özgürlük verir, istediğimi sürer, istediğimi de köle edebilirdim; uyruklarım arasında hiç başkaldıran yoktu.”[2]
Engels’e göre aslında bütün mesele, ünlü (Marx’ın metaforundaki) ilk günah kavramıyla ilişkilendirilmiş ve Robinson Crusoe’nun Cuma’yı köle yapmasıyla açıkça ortaya konulmuştur. Bu, zor kullanmayı içeren bir eylemdir ve dolayısıyla politik bir nitelik taşır.
Eğer bu köleleştirme, geçmiş tarihin temelini oluşturan hareket noktası ve asli olgusu olarak kabul ediliyorsa, tarih boyunca yalnızca daha hafifleyen ve “daha dolaylı ekonomik bağımlılık biçimlerine evrilen” bir adaletsizlik ve ilk günah olarak yer almıştır. Ayrıca, günümüze kadar meşruiyetini sürdüren “zorla inşa mülkiyet” dahi bu ilk köleleştirme sürecine dayanıyorsa, ekonomik olguların politik nedenlerle, yani güç ve baskı yoluyla açıklanması gerektiği apaçık ortadadır. Bu gerçeği görmezden gelen ya da bununla yetinmeyen herkes, aslında gizli bir gericidir.
Engels’in öncelikli sorusu: Robinson’un Cuma’yı hangi koşullarda köleleştirdi? Sadece kişisel keyfi için mi? Elbette hayır. Aksine, Cuma’nın ekonomik bir hizmetkâr, bir köle ya da basit bir araç olarak kullanıldığını ve zaten varlığını sürdürebilmesi açısından bundan başka bir şekilde değerlendirilmediğini görüyoruz.
Ama Robinson’un tüm bunlardan bir parça keyif aldığını da söyleyebiliriz. Adasının nüfusu artık artmıştır; kendi içinde, uyruklarından dolayı zenginleşmiş hissetmeye başlar. Ara sıra kendini bir kral olarak hayal etmek, en keyif aldığı düşüncelerden biridir. Birincisi, buradaki her şey kendi öz malı ve bu topraklarda tartışılmaz bir yönetim hakkını kendinde bulur. İkincisi, uyrukları son derece uysal ve itaatkârdır. Kesin söz hakkı, yasaları belirleyen kişi yine Robinson’dur. Hayatlarını kendisine borçlu olmalarının yanı sıra, gerektiğinde Robinson için ölmeyi göze alabilecek bir bağlılıkları vardır. Ayrıca, üç uyruğunun tamamının farklı dinlere mensup olması da oldukça ilginç bir durumdur: “Adamım Cuma Protestan, babası putatapar yamyam, İspanyol da Katolikti. Bununla birlikte ülkemde inanç özgürlüğünü tanımıştım.”
Toparlarsak…
1719 yılında yazılan Robinson Crusoe’yu yalnızca bir serüven romanı olarak okumak eksik ve yüzeysel bir okumadır. Sömürgeciliğin etkileri, erken kapitalizmin doğuşu ve burjuvazinin yükselişi gibi konular, romanın alt metinlerinde açıkça görülebilir. Robinson Crusoe romanında “(…) On altıncı yüzyıldan beri hazırlanmakta olup On sekizinci yüzyılda olgunluğa doğru dev adımlar atan burjuva toplumu önceden haber verilmektedir”[3]
Daniel Defoe’nun köle tüccarı Robinson Crusoe’sunu okuyup bitirdikten sonra aklımızda mıh gibi kalan şudur: “Gerçek tarihte, en önemli rolü fethin, boyunduruk altına almanın, soygun için insan öldürmenin, kısacası zorun oynadığı bilinir. Ekonomi politiğin incelikle tutulmuş kayıtlarında ezelden beri saf ve temiz bir hava hüküm sürmüştür. Hak ve “emek”, ezelden beri biricik zenginleşme araçlarıydı, ama elbette, “bu yıl”, her zaman istisna oluşturmuştur. Gerçekte, ilk birikim yöntemleri her şey olabilir, ama saf ve temiz olmadıkları kesindir.”[4]
Ekonomi politik eleştiri ile edebi eleştirinin birbirini nasıl kesebildiği, birbirine nasıl uyarlanabildiğinin en mükemmel örneğini Karl Marx ve Friedrich Engels’in çalışmalarında görmemek ne büyük kayıp…
[1] Karl Marx ve Friedrich Engels, On Literature and Art (Moscow: Progress Publishers, 1976).
[2] Daniel Defoe, Robinson Crusoe, çev. Akşit Göktürk (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2009).
[3] Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, çev. Sevan Nişanyan (İstanbul: Birikim Yayınları, 1979).
[4] Karl Marx, Kapital, çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan, c. 1 Ekonomi Politiğin Eleştirisi-Sermayenin Üretim Süreci (İstanbul: Yordam Kitap, 2011).