Feshedilen toplum sözleşmesi
Türkiye’de doğal hukukun temel dayanağı sayılan insan haklarının her geçen gün daha da örselendiğine tanıklık ediyoruz. Ülkemizin son yirmi yılı yargının siyasallaştığına dair ibretlik örneklerle dolu.
Thomas Hobbes, John Locke, Jean-Jacques Rousseau gibi Aydınlanma Çağı’nın düşünürleri devletin işlevini açıklamak ereğiyle toplum sözleşmesi kuramını geliştirdiler. Bu düşünürlerden iki yüz yıl sonra John Rawls, Marx’ın da etkisiyle kuramı güncel hale getirdi. Doğal hukuk anlayışını yücelten söz konusu isimler, insanın devredilmez ve vazgeçilmez hakları olduğunu vurguluyor.
Toplum sözleşmesi kuramı, bireylerin kimi özgürlüklerini sınırlandırmak pahasına devletin varlığına ortak iradeleriyle rıza gösterecekleri önermesine dayanıyor. Ne var ki bireyler açısından devletin varlığı, güvenlik, özgürlük, eşitlik ve adalet gibi işlevleri yerine getirmesi koşuluyla meşruluk kazanıyor. Modern hukuk, devletin gücünün bireysel hak ve özgürlükler lehine sınırlandırılmasını öngörüyor. Yeri gelmişken liberal kuramcıların sınıfsal ayrımı normal karşıladıklarını; dolayısıyla sosyoekonomik eşitsizlikleri doğuran kapitalizmle barışık olduklarını da belirtelim.
Türkiye’de doğal hukukun temel dayanağı sayılan insan haklarının her geçen gün daha da örselendiğine tanıklık ediyoruz. Ülkemizin son yirmi yılı yargının siyasallaştığına dair ibretlik örneklerle dolu. Türkiye Genel Sosyal Saha Araştırması tarafından yapılan kurumlara ilişkin güven araştırmasında, dini cemaatlerin ve siyasi partilerin yanı sıra hukuk sisteminin de büyük güven kaybı yaşadığı saptanmış (1).
İnsanlardaki güvensizliğin nedeni, kendini halka güven vermek zorunda hissetmeyen iktidarın keyfi uygulamalarında aranmalıdır. Böylesi olumsuz bir güven tablosuna karşın Adalet Bakanı, muhalifler hakkında soruşturma açılır açılmaz yargının bağımsız olduğunu söylüyor. Bunu söylerken de soruşturmaları sahiplenen açıklamalar yapmaktan geri durmuyor. Örneğin herhangi bir şüphelinin suç konusu ifadeleri için “eleştiri sınırını aştı” diyerek kamuoyu önünde hüküm verebiliyor. Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun başkanı olan Bakan Bey’in soruşturma sürerken yaptığı açıklama, ihsas-ı rey sayılmıyor; bağımsız yargıya müdahale olarak değerlendirilmiyor.
Tek adam rejiminin adalet sistemi cezalandırma motivasyonuyla işliyor. Örneğin siyasiler, gazeteciler, sendikacılar hapisle; sanatçılar tehditle, gözdağıyla; emekçi ve emekli ise derin yoksullukla cezalandırılıyor. TÜSİAD gibi bir işveren örgütüne bile düşman ceza hukuku uygulanıyor. Yani sermaye sınıfı da ayrımcılıktan payına düşeni alıyor!
İşin özü şu ki, siyasal iktidar kendine tehdit olarak gördüğü herkesi kolayca cezalandırabiliyor. Özellikle “hakaret ya da halkı kin ve düşmanlığa tahrik” gibi ifade suçları için verilen orantısız cezalarla insanlar özgürlüğünden yoksun bırakılıyor. Korku pompalama stratejisi, mevcut yönetime koşulsuz itaat edilmesi yönünde algı oluşturmak için kullanılıyor. Örneğin “Silivri soğuktur” ifadesi ister tehdit, ister şaka yollu söylensin kamuoyundaki yerleşik algıyı dışa vuruyor.
Tek adam rejiminde, muhalefet partilerine verilmiş oylar milli iradenin yansıması olarak kabul edilmiyor. Seçilmişleri görevlerinden uzaklaştırmaya dönük yargısal hamleler, aslında muhalif seçmenleri cezalandırmak anlamı taşıyor. Bu hamlelerin her seçimden sonra rutin haline gelmesi hukuk sistemine güven duymayanları haklı çıkarıyor. Seçme iradesine ipotek konulan yurttaş, askerlik de yapıyor, vergi de ödüyor; yani yükümlülüklerinden muaf tutulmuyor. Görüldüğü gibi toplum sözleşmesine uymayan yurttaşlar değil bizatihi siyasal iktidar. İronik ama sözleşmede yer alan bireyin temel hakları, bunları koruyup gözetmesi gerekenlerin tehdidi altında!
Sonuçta ülkece çıkmazdan kurtulup yeni bir başlangıç yapmak için tüm yurtseverlerin dayanışma içinde olması gerekiyor. Milyonlarca yurttaşın gözünde meşruluğunu yitirmiş baskıcı bir iktidara karşı direnme hakkının meşru olduğunu unutmayalım.