Hukuksuzluk kalkanıyla siyasi mücadele... Yazık!
Toplumsal ve siyasal tarihimize derin kara leke olarak geçecek son olayların başlatılması, serüveni ve şimdilik sonlandırılması hepimizin gözleri önünde ibretle ve nefretle yaşandı ve yaşanmaktadır.
28 Nisan 1960 – 27 Mayıs 1960 aralığına benzercesine zor zamanlardan geçiyoruz. Bu süreç bir yönü ile siyasi ve idari organlar açısından hukuk ve demokrasi testi, güvenlik güçleri açısından ise görev anlayışı testi niteliğinde yaşanmıştır. Bu test, AKP’nin giriştiği ikinci meydan savaşında mutlak başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Partinin gerçek yüzü ve demokrasi anlayışı çok net olarak ortaya saçılmıştır. Halkımız bunu mutlaka değerlendirecektir.
AKP kişisel/kurumsal birinci iktidar mücadelesini Fetullah yanlılarına karşı verirken, tümüyle doğru olmamakla beraber, bu mücadelede hiç değilse bir kısım yandaş halkı yanına alabilmişti. Oysa geçtiğimiz hafta sonunda iktidar partisinin hukuksuzluk kalkanı altında yürüttüğü karşıtı ezme amaçlı mücadelede ise, salt muhalif lider adayı ve arkasındaki partilileri değil, kişisel çıkarla ya da bağnazca parti tutkunları dışında hemen hemen tüm halkı karşısına almış oldu. Tarih her iki olayı da demokrasi ve özgürlüklerle bir ilgisi olmayan, kişisel iktidar sağlama amaçlı mücadele olduğu şeklinde kaydını düşer. Her vesile ile 1960 olayını yeren mevcut siyasal erk, maalesef her iki olayda da aynı gaflete sürüklenmiştir. Her iki olay da siyasi tarihimize birer kara leke olarak geçmiştir. Tarih ilginç rastlantılarla doludur; ne gariptir ki, reddedilen bir olayın aynısı bizzat reddeden tarafından yinelenebilmektedir!
Toplumsal ve siyasal tarihimize derin kara leke olarak geçecek son olayların başlatılması, serüveni ve şimdilik sonlandırılması hepimizin gözleri önünde ibretle ve nefretle yaşandı ve yaşanmaktadır. Yaşanan olayların muhakemesini tarihe bırakarak, bugün sizlerle aklımca saptadığım bazı noktalara değinmek istiyorum.
Birincisi, olayın bir kumpas olup olmadığı; böyle bir olayda gizli tanık kullanmanın gerekçesi ve haklılığı; zanlıların şafak operasyonları ile alınması vb. gibi sürecin yürütülüşü ile ilgili sergilenen görüntüler çağdaş bir ülke hukuk sisteminden çok yeterince gelişmemiş bir toplumda kin ve nefretle yürütülen süreç olarak tarih kaydına geçmiştir. Böylesi süreçleri ülkemize reva gören hiçbir siyasi yönetim ve emrindeki uygulayıcılar derin bir tarihi leke taşımaktan ve halkın gazabından kurtulamayacaktır!
İkincisi, İstanbul Üniversitesi’nin son icraatı da bir başka fecaattir. Eğer, nakil ve sair süreçte gerçekten bir hata ya da yanlışlık olmuş ise, bunun sorumluluğu başvuru yapanda değil, işlemi gerçekleştiren idari makamdadır. Bu nasıl bir aymazlıktır ki, tüm akademinin ve süreçle ilgili insanların 30 küsur yıl sonra, bir emirle yaşamları üzerinde kader sözü söylenebilmektedir! Köle olmadıkça, hiçbir makam ya da kimsede böyle bir yetki yoktur! Bu durum, salt diplomaları iptal edilen şahıslarla ilgili olmayıp, akademinin itibarını derinden sarsan vahim bir durumdur. Kasıt var mı, bilemem, ancak son gelişmelerle akademi camiası derin bir yara alırken, artık siyasilerin diplomalı olmaması da tartışma dışına taşınmaktadır. Bir taşla iki kuş olabilir mi acaba?…
Diğer bir mesele de, Tüm oluşumlar çerçevesinde Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi mi, yoksa bir Ortadoğu ülkesi mi olduğu tartışmasının artık bir değerinin olmadığıdır. Bu ayrımın netleştirilmesinde hukuk tanımaz icraatlarıyla büyük işler başaran siyasi yapı, gerek açılım sürecinde, gerek CHP’ye yönelik operasyonlarında siyaset biliminde doktora konusu olabilecek gerici adımlara imza atmıştır. Türk ve Kürt halklarının eşit vatandaşlık ilkesi altında birlikteliğinin amaçlandığı açılım süreci, maalesef her iki kesime de feodal yapılanma sisteminde dayatılmaktadır. Şöyle ki, konu, Türk halkına en radika görülebilen parti başkanı sözcülüğü üzerinden, Kürt halkına ise en güçlü görülen lider konumundaki kişinin sözcülüğü üzerinden dayatılmaktadır. Her iki tarafta da halkın iradesi çiğnenerek, salt liderlerin anlaşmaları ile halkların kaynaşması sağlanabilir im? Acaba amaç, gerçekten ve samimiyetle halkların uzun vadeli birlikteliği mi, yoksa iç siyasette bir liderin siyaset arenadaki süresini uzatma yollarının döşenmesi midir, ya da görüntüyü biraz daha genişleterek, durum büyük ağabeyinin bu yöre halklarına yaptığı dayatma olabilir mi? Kürt vatandaşlarımızın ülkeyi bugünkünden daha derin karanlığa sürükleyebilecek böylesi bir yolu Kürt ve Türk halkına reva görmeyip, bu oyuna gelmeyeceklerine kuvvetle inanıyorum.
Çözüm sürecinin feodal yapılanma mantığı çerçevesinde çözülebileceğini düşünen bir siyasi yapı tek-lider konfor alanını terk etmek istememektedir, nerede kaldı ki buradan indirilmek! Yaşadığımız son olay, tek lider yönetiminin sürdürülmesi görüşüne bağlanabilir olmakla beraber, bu görüş resmin tümünü göstermez. Ortadoğu’da sınırların değişmesi gerektiği tezi ileri sürülmüşken; Ortadoğu başkanlığı ya da eş-başkanlığı mevkileri saptanmışken; bu mevkilere atamalar yapılmış ve sorumlulara görevler tevdi edilmişken, bu işlemlerin suhuletle yürütülmesi açısından Ortadoğu’nun çok önemli bir ülkesi olan Türkiye’nin siyasi yapılanması ve yönetimin de şekillendirilmesini zaruridir. Bu mesele salt bir kişinin hırsı ile değil, büyük ağabeyin ülkemiz ve Ortadoğu politikaları ile de çok yakından ilgilidir. Ortadoğu’da bir Kürt devleti projesi, Kıbrıs sorunu, İsrail’in çıkarlarının gözetilmesi yanında, sıkışan küresel kapitalizm ortamında Ortadoğu ülkelerin merkez ülkeler lehine sömürülmesinin kolaylaştırılması Türkiye’de tek-adam rejimini gerekli kılmaktadır. Bu rejim merkez ekonomilere çok büyük kolaylık sağladığı gibi, yarın ülke halkının yüzüne bakamayacak olan söz konusu ülke lider(ler)ine de geçici konfor alanı sağlamaktadır. Bu bağlamda, İmamoğlu’na karşı yürütülen mücadeleyi de salt basit parti ya da tek-adam mücadelesi ötesinde arka planı ile okumamız gerekmektedir. Kapitalist sistemde tek-adam ya da parlamento sistemi sömürücü ilişkide fazla bir şeyi değiştirmez, doğrudur, fakat geçmişte özelleştirmelere karşı yürütülen mücadelelere, hatta kazanılmış bazı alanlara bakıldığında, kapitalist sistem içinde dahi olsa sömürü olgusunun anlaşılması ve halkın uyanması açılarından önemli kazanımların sağlanabildiğini görürüz.
Hiçbir olay tarihsel süreç dikkate alınmadan anlık ve çevre etkisi dışında ele alınamayacağına göre, biz buralara hangi kafa ile nasıl geldik sorusunun yanıtını aramalıyız. Bunun için de, bir yandan ülke tarihinin derinliklerine, diğer yandan da merkez ülkelerle olan ilişkiler düzeyine bakmalıyız. 2000 IMF-Derviş programı, AKP kadrosunun ana partisinden adeta cenin çıkartılması misali çıkartılarak, kefen giydirilerek siyaset sahnesine sürülmesi, sıkı ABD salon görüşmeleri, aldatıcı darbe ve askeri-idari baskı karşıtlıkları, AB üyeliği vb gibi iktidara tutunucu göz boyayıcı tavırlar acaba salt iç siyaset amacına mı yönelikti, yoksa büyük bir programla daha büyük bir amacın bir parçası olarak mı tasarlanıyordu? 2000 IMF-Derviş programını Ortadoğu eş-başkanlığı, 2017 yanıltıcı referandum ve 2018 dönüşümünün hangi amaca yönelik olduğunun birlikte düşünülmesi gerekir. Bu tabloda, kaliteli hukuk sistemi, etkin parlamento, halk adına etkin yargı sistemi, yansız medya, yansız akademi hatta yansız büyük şirket yapılanması düşünülebilir mi? Tabii ki, bu yapıyı bozmaya çalışanların önü kesilir, hatta kolu kırılır. Üstelik bu icraat tablosunda salt iç iktidar değil, merkez emperyalist güç de arka planda boy gösterir. O zaman lütfen anlayalım: nasıl oluyor da bir hafta evvel bir partiyi kapatmadığı için AYM kapatılsın diye yeri göğü inleten bir lider bir hafta sonra tam tersini söyleyebiliyor? Bir merkez ülke lideri ile görüşen ülke lideri nasıl oluyor da bir Dış İşleri temsilcisini almadan görüşmeyi sürdürebiliyor? Nasıl oluyor da, İslâm aleyhinde sergilediği görüntüler nedeniyle NATO üyeliğine karşı çıkılan bir ülkeye bir süre sonra gönül rahatlığı ile izin çıkabiliyor. Çoğaltılabilecek bu örnekler çok önemli bir sürecin göstergeleridir.
Sistemler anında değiştirilemezler, maalesef değişime bir süreç gerekir. Ancak sürece girebilmek için dahi bilinç gerekir. Türk ve Kürt olarak bir arada halkımızın bilincini anlık çıkarı doğrultusunda değil, uzun dönemli toplumsal yarar doğrultusunda oluşturmaya çalışmamız ülkemizin tek çıkış yoludur. Her ihtimal üzerinde düşünmemiz gerekir; örneğin, bir şiirle hapse girip mağdur edebiyatı ile iktidara taşınan bir liderin acaba yenisiyle değiştirme zamanı geldi de, adayın bir süre içeri girmesi ve mağdur hüviyetine büründürülmesi bir planlama ya da tesadüf olabilir mi, acaba!.. Yaşam sürprizlerle dolu değil midir?