Kim korkar istibdat rejiminden?

Kapitalizm ve sağın kardeşliği, sömürünün ve gericiliğin, emeğe düşmanlığın ve baskının, haksızlığın ve faşizmin kardeşliğidir. Kapitalizmde iktidar sınıfsaldır. Sermayenin çıkarlarının gözetildiği patronların iktidarından demokrasi çıkmaz. Ama yönetilemediğinde, baskı, istibdat ve diktatörlük çıkar. Sağcılık, kapitalizmi sürdürmek içindir.

Son dönemde yaşanan gözaltı, tutuklama ve kovuşturmalar ülkenin nereye gittiği sorusunu da beraberinde getiriyor. Bir yandan “istibdat rejiminin” kendi gerçek yüzünü artık göstermeye başladığı, diğer yandan “bu işin sonu faşizm” tespitine gitmese de diktatörlüğe evrileceği şeklinde görüşler bulunuyor.

Türkiye, 12 Eylül askeri cuntasını ve 12 Mart muhtırasını yaşadı. Abdülhamit istibdatı ise Osmanlı’nın son dönemi olmakla birlikte, bugünkü rejimin en fazla benzetildiği süreç olarak kodlanmalı. Bununla birlikte Menderes dönemini de benzer bir baskı ve hukuksuzluk süreci olarak tarif etmekte bir beis görünmüyor.

Türkiye sağı, baskı dönemlerini doğrudan askeri darbelerle eşitliyor. Hatta ileriye gidip 1908 Meşrutiyeti’nin ilanı ile 27 Mayıs ihtilalini de 12 Mart, 12 Eylül ve 15 Temmuz arasına katıp, kendince askeri darbeler üzerinden ülkenin ilerici siyasal çıkışlarını da mahkûm ediyor.

Örneğin benzer bir akıl yürütme, en son teğmenlerin tasfiyesinde yine karşımıza çıktı. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” dedikleri için ordudan ihraç edilen teğmenleri darbeci FETÖ’cülerle eşitleyen bir propaganda saldırısına maruz bırakıldı toplum. Halbuki FETÖ’cüler, doğrudan “Mustafa Kemal’in askerleri”ne kumpas kurdu, onları hapse attı. Hatta, ordu ulusalcı-cumhuriyetçi-Kemalist askerlerden temizlendiği için 15 Temmuz’un yolu döşenmişti. Sağcı, yandaş AKP zihniyeti, bir kez daha gerçekleri ters yüz etmiş, genç teğmenleri aklınca darbecilikle suçlayarak FETÖ ile eşitlemeye girişmişti.

Daha “düzeyli” tez ise şu şekilde dile getiriliyordu: “Bütün askeri darbeler ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ diyenler tarafından yapılmadı mı?”

Bir kez daha tarihi gerçekler ters yüz ediliyor, ülkenin gerçek siyasi ve toplumsal tarihi, sağcı kalemlerin karalamaları altında okunamaz hale getirilmeye çalışılıyordu. 1908, doğrudan hanedanlığı hedef alan, Cumhuriyet olmasa bile meşrutiyete yönelen, anayasayı ve meclisi ülkeye getiren bir siyasal çıkıştır halbuki. Keza benzer bir biçimde ülke tarihinin görece en demokratik anayasasını yaşama geçiren 27 Mayıs ihtilalini, 12 Mart, 12 Eylül ve 15 Temmuz ile birlikte aynı torbaya koymak büyük bir hokkabazlık örneğidir. Kaldı ki 12 Mart, 12 Eylül ve 15 Temmuz askeri darbeleri sağcı darbelerdir.

Bu darbelerin sağcılığını örtbas etmek isteyenler, bütün darbelerde Kemalizm hayaleti görürken, aslında Kemalizm’i düşman olarak belleyen FETÖ ile aynı zihniyete sahip olduğunu göremiyordu. Darbeler ile egemen sınıfları, darbeler ile emperyalizmi ve darbeler ile doğrudan sağcılık arasındaki ilişkiyi kurmadan tam bir sihirbazlık örneği sergileniyor.

Ülkemizde ara rejim, sıkıyönetim, darbe rejimleri ile sağcılık arasında sıkı sıkıya bağ vardır. Demokratik dönüşümler ve demokratik mücadele ise her zaman solun hanesine yazılmıştır. Abdülhamit istibdadı, Menderes dönemi “Vatan Cephesi”, 12 Mart muhtırası, 12 Eylül cunta rejimi ülkemizin baskının ve hukuksuzluğun ayyuka çıktığı dönemlerin adı olmuştur. 1970’lı yılların bizzat Gladio merkezli terörü 12 Eylül askeri cuntasına zemin yaratmış, 1990’lı yılların derin devletiyle bu terör sürdürülmüştür.

Abdülhamit, Meclis’i kapatmış, anayasayı rafa kaldırmıştır. 1908 ise istibdat rejimine tepkinin sonucuydu.

Menderes, Meclis’i kendisine bağlamış, Tahkikat Komisyonları kurmuş, anayasası tek parti rejiminin payandası yapmıştır. 27 Mayıs, bu diktatörlüğe bir tepkinin ürünüydü.

12 Mart ve 12 Eylül askeri cuntaları, doğrudan işçi sınıfına, anti-emperyalizme, sola karşı girişilen darbelerdi. Köküne kadar sağcıydılar. Anayasa rafa kalkmış, Meclis feshedilmiş, sıkıyönetim rejimleri kurulmuştu.

Piyasalaşmayı 12 Eylül’den çıkış olarak düşünen sağ ya da liberal zihniyet, 12 Eylül’ün bizzat Özal döneminde uygulanan neo-liberalizmin önünü açmak için gerçekleştiğini göremeyecek bir körlüğe değil sınıfsal tercihe sahiptir. 12 Eylül’den hemen sonra Özal dönemi, susturulmuş sol ve sindirilmiş işçi sınıfı üzerinden doğrudan sermayenin ve emperyalizminin çıkarlarının yaşama geçirildiği tarihsel kesitin adı olmuştur.

Ve bugün bir kez daha AKP, Meclis’i tasdik kurumuna indirgemiş, yargıyı siyasetin sopası haline getirmiş, anayasayı rafta duran bir kitapçığa çevirmiş, hak, hukuk ve adaletin ortadan kaldırıldığı tek adam yönetimi anlamına gelen istibdat rejimini kurmuş bulunuyor. Haziran Direnişi, AKP gericiliğine ve istibdadına karşı toplumsal bir tepkinin ürünüdür.

Abdülhamit, Menderes, Evren. Bugün içinden geçtiğimiz süreç, ne kadar benziyor değil mi? Türkiye kapitalizminin tarihi sağın hukuksuzluğunun, baskısının, adaletsizliğinin tarihidir.

Kapitalizm ve sağın kardeşliği, sömürünün ve gericiliğin, emeğe düşmanlığın ve baskının, haksızlığın ve faşizmin kardeşliğidir. Kapitalizmde iktidar sınıfsaldır. Sermayenin çıkarlarının gözetildiği patronların iktidarından demokrasi çıkmaz. Ama yönetilemediğinde, baskı, istibdat ve diktatörlük çıkar. Sağcılık, kapitalizmi sürdürmek içindir.

Bugün AKP-MHP iktidar bloku, bir kez daha toplumu sindirmeye, korkutmaya, susturmaya çalışıyor. Sanatçılar kovuşturuluyor, siyasi parti yöneticileri gözaltına alınıyor, muhalif gazeteciler tutuklanıyor, yargı siyasetin sopası olarak her türlü muhalefetin kafasına iniyor. AKP’nin 20 yıllık iktidarını, “yeni Türkiye ya da İkinci Cumhuriyet” olarak görüp sevinen liberalleri analiz körlükleri değil sınıfsal tercihleri yanıltmıştır. Emperyalizm yerine küreselleşmeyi gören, özgürlüğü piyasacılık zanneden körlük, bugün bir kez daha sermayenin has temsilcisi AKP ve MHP’nin nasıl bir canavara dönüştüğünü anlamakta zorlanacaktır.

Ancak canavar hep vardı. Sadece yüzüne “muhafazakâr demokrat” maskesi takmıştı. Ancak yüzleri o kadar kalınlaştı ki, artık demokrasi maskesi bile durmuyor!

Türkiye kapitalizminin tarihinin gösterdiği gibi ne bu tablo bizler açısından şaşırtıcı ne de bu tablo normal ve kabul edilebilir. İstibdat rejimi korkutacak, baskıyı artıracak, sindirecek ve susturacak!

Ama işte buna boyun eğmek demek tam da AKP’nin istediği şey. Madem korkutmak amaçları, öyleyse onlara gösterilmesi gereken de bellidir: Korkmak, sinmek, susmak, boyun eğmek yok!

İstibdat rejimine karşı güçlü bir barikat örülmesi için bugün tam zamanı!