"Kızıl Yıldız"

Türkiye’de akademik sovyetolojinin kurucusu Yalçın Küçük’tür. SSCB tarihi üzerine Türkçe yazılmış akademik bir kitapta Yalçın Küçük’e tek bir referans yoksa o kitap benim gözümde baştan eksiklidir. Yazarların SSCB tarihi üzerine ortalama bir Türkiye sosyalistinden daha çok okumuş oldukları ve özellikle İngilizce literatüre daha hakim oldukları su götürmez, ancak ortalama bir sosyalistin yapmayacağı hataları yapıyorlar.

Onur İşçi ve Samuel Hirst’ün yeni çıkan kitabının adı Kızıl Yıldız: Sovyetler Birliği Tarihi (Kronik Kitap, 2025). Yazarlardan birincisi Boğaziçi Üniversitesinde ikincisi de Bilkent Üniversitesinde uluslararası ilişkiler bölümünde öğretim üyesi. Konu SSCB tarihi olunca kitabı merakla okudum. Kitap bütünüyle antikomünist değil, soğuk savaşın militan antikomünist diliyle yazılmamış, aksine bu dili aştığını iddia ediyor, bazı ayrıntılarda gerçekten de aşmış görünüyor ancak önemli noktalarda liberal antikomünizmin tezlerine yakın bir konumda duruyor. Yazarlar daha önsözde “Sovyet yüzyılını ideolojik kaygılardan uzak bir çerçevede yeniden anlatmak istedik” diyorlar ki bu da liberal tarih yazımının kendini ideolojiler üstü görme yanılsaması ve yanıltmacasını paylaştıkları anlamına geliyor. SSCB tarihini ideolojik kaygılardan uzak anlatmak mümkün değildir ve ben ideolojik bakmıyorum diyenler genelde anti-Sovyet ideolojilerini gizlemek isteyenlerdir. Yazarların akademik dürüstlük, nesnellik ve çok yönlü bakış ilkelerine bağlı kalmaya çalışmakla birlikte birçok noktada anti-Sovyetik tezlerden kurtulamadıkları görülüyor.

Akademik bir tarih kitabını elime aldığım zaman ilk önce kaynakçasına ve dipnotlarına göz atarım, alanında temel olan belli başlı kaynakları ne kadar kullandığına bakarım. SSCB tarihi söz konusu olduğunda bu kaynaklar öncelikle Lenin ve Stalin’in eserleri, Sovyet resmi belgeleri, sonrasında ise bu alandaki öteki yazarların, tarihçilerin incelemeleridir. Yazarların ikisi de Türkçe ve İngilizce yanında Rusça da biliyorlar ve Rusça kaynakları kullanmışlar. Ancak bu kullanım aşağıda göstereceğim üzere yüzeysel görünüyor. SSCB tarihinin hemen her dalında Avrupa ve ABD’li akademisyenlerce genelde İngilizce yazılmış bir ya da daha çok kitap, tez ve makale bulmak olanaklıdır. SSCB dağıldıktan sonra azalmış olsa da Batı üniversitelerinde hala Rusya ve SSCB tarihi çalışan çok sayıda araştırmacı vardır. Bu literatürün büyük kısmı akademik kılığa sokulmuş antikomünist propaganda eserleridir. Öyle olmak zorundadır çünkü antikomünist olmayan bir akademisyenin doktora tezinin desteklenmesi, araştırma için fon bulması, doktorasını yaptıktan sonra bu üniversitelerde iş bulması çok zordur. İstisnai olarak gerçekliğe saygılı ve özgür düşünceli bazı akademisyenler çıksa da genel tablo antikomünisttir. Dolayısıyla İngilizce biliyorsanız ve antikomünist iseniz SSCB tarihi yazmak çok kolaydır çünkü aklınıza gelebilecek neredeyse her başlıkta ve alt başlıkta liberal klişelere uygun bir kitap, tez veya makale mutlaka vardır. Tek yapmanız gereken meşrebinize göre bir kolaj yapmaktır. Kitabı okuduğunuz zaman kitabın İngilizce yazılmış ve sonradan Türkçeye çevrilmiş olduğu hissine kapılıyorsunuz çünkü bazı ifadeler İngilizceden kötü bir çeviri gibi duruyor. Örneğin, mahkeme kararıyla idama mahkum edilip kurşuna dizilen kişiler için kurşuna dizildi diyecek yerde “vuruldu” diyorlar. “Çok insanlar hiçbir sebep yokken idam edildi” (sf. 174) cümlesinin ifadesi de bozuktur. Stalin’in hukukçuları diyecek yerde “Stalin’in avukatları” diyorlar. “Kirov göz açıp kapayıncaya kadar suçlu bulunmuş ve öldürülmüştü” cümlesinde Kirov yerine sanırım “Kirov’un katili” diyeceklerdi ancak “katili” sözcüğü silinmiş olmalı. Yazarlar Sovyet edebiyatına bol yer ayırmışlar ancak Vasili Grosmann’ın Ermenistan anılarının Aras Yayınlarından çıkan Türkçe çevirisinden (Taşlar Ülkesine Yolculuk) haberleri yok, İngilizceye şu adla çevrildi diyorlar. (Bu arada mağdur diye gördükleri Grosmann’ın Gürcistan ve Ermenistan’daki uzun gezilerinin masrafını kimin karşıladığını kendilerine hiç sormuyorlar.)

Türkiye’de akademik sovyetolojinin kurucusu Yalçın Küçük’tür. SSCB tarihi üzerine Türkçe yazılmış akademik bir kitapta Yalçın Küçük’e tek bir referans yoksa o kitap benim gözümde baştan eksiklidir. Yazarların SSCB tarihi üzerine ortalama bir Türkiye sosyalistinden daha çok okumuş oldukları ve özellikle İngilizce literatüre daha hakim oldukları su götürmez, ancak ortalama bir sosyalistin yapmayacağı hataları yapıyorlar. Türkiye’de ortalama ya da ortalamanın biraz üstünde bilgi sahibi olan bir sosyalist büyük olasılıkla Yalçın Küçük okumuştur ve ondan Lenin’in daha 1917’de “yetişmek ve geçmek” (dognat i peregnat) ifadesini kullandığını öğrenmiştir. Lenin’i ve Yalçın Küçük’ü yeterince okumamış olan akademik tarihçilerimiz ise bu sloganı Hruşçov’a mal ediyorlar. Kitabın kaynakçasında son dönem tarihçilerinden Yuriy Jukov, Grover Furr ve Yevgeni Spitsın da yok. Stephen Kotkin’in eserlerine bol referans veren yazarlar, Kotkin’le polemik yapan Furr’e hiç referans vermiyorlar. Oysa Jukov ve Furr’ün bazı kitapları Türkçeye de çevrildi.

Yalçın Küçük’ün Avrupa ve ABD akademisyenleri hakkında çok güzel bir saptaması vardır ve şöyledir: Bunlar Marx, Engels ve Lenin’in eserlerini okumazlar, onlara doğrudan referans vermezler, ancak ikincil literatüre referans verirler. Kızıl Yıldız yazarları ise Lenin ve Stalin’i okumuş gibi görünüyorlar, ancak gerçekten okumuşlar mı ve ne kadar okumuşlar, orası net değil. Örneğin Lenin’in yabancı imtiyazlar üzerine 1921 tarihli bir raporunun Rusça özgün metnine referans veriyorlar ve Lenin’in bu raporunda “gözlem noktaları” ve “endüstriyel sabotaj” ifadelerini kullandığını bu ifadeleri tırnak içinde vererek ima ediyorlar (sf. 90, dipnot 19). Oysa Lenin’in o raporunda bu iki kavram geçmiyor, ben raporu iki kez dikkatle okudum ve bu ifadeleri bulamadım. Bu da yazarların aslında Lenin’i okumadıklarını, ikincil literatürden derledikleri bilgileri kullandıkları ve Lenin’e referans verdiklerini düşündürüyor. Bu örnekte önemli bir anlam kayması veya çarpıtma yok, ancak yazarların Lenin’i okuduğundan kuşku duymaya yetiyor.

Yazarların övülecek yanlarına gelirsek, Bolşeviklerin Kasım 1917’de Geçici Hükümeti devirip yine geçici bir Sovyet hükümeti kurmasının ardından gerçekleşen Kurucu Meclis seçimleri ve bu meclisin dağıtılmasını olabildiğince nesnel bir biçimde anlatıyorlar. Anti-Sovyetik literatürde çoğu zaman anlatılmayan önemli birçok ayrıntıyı, bu seçimden %39 oyla birinci çıkan SR partisinin aslında seçimden önce sol ve sağ olarak ikiye bölünmüş olduğunu, ancak oy pusulalarının değişmemiş olduğunu, dolayısıyla halkın bölünmüş bir partiye bölünmemiş gibi oy verdiğini, Bolşeviklerin %22 oy aldığını ancak büyük şehirlerde birinci parti olduklarını, liberallerin partisi Kadet’lerin ise sadece %5 oy aldığını ifade ediyorlar. Ayrıca Bolşeviklerin sol SR partisinin toprak reformunu kabul ederek onlarla koalisyon yaptığını ve nüfusun çoğunu oluşturan köylülerin de toprağa kavuştukları için Kurucu Meclisin dağıtılmasını önemsemediklerini ifade ediyorlar. Yine çok atlanan bir ayrıntıyı, Kurucu Meclisin Ocak 1918’de dağıtılmasından kısa süre sonra 23 Ocak 1918’de toplanan 3. Tüm-Rusya Sovyetleri Kongresinde Bolşeviklerin 1800 delegenin %52’sinin oyunu alarak Sovyetlerde mutlak çoğunluğu ele geçirdiklerini de belirtiyorlar.

Kuşkusuz SSCB tarihinin tüm başlıklarını kapsayıcı tek bir cilt yazmak mümkün değildir ve her kitapta bazı konuların eksik olması kaçınılmazdır. Bunu doğal karşılıyorum, ben burada önemli bulduğum bazı atlamaları ve bazı olgusal yanlışları göstermek istiyorum. Stalin’den önceki sekreterler “genel sekreter” unvanını taşımıyordu, Yakov Sverdlov da genel sekreter değildi. Yazarların iddiasının aksine ÇK ve OGPU Bolşevik Parti Politbürosuna değil hükümete bağlıydı. Acaba yazarlar bu iki kurumun resmi adının ÇK pri SNK (Halk Komiserleri Sovyetine bağlı Olağanüstü Komisyon) ve GPU pri NKVD (İçişleri Halk Komiserliğine bağlı Baş Siyasi İdare) olduğunu duymamışlar mı? Yazarlar Bolşeviklerin iç savaş yıllarında uyguladıkları zorunlu tahıl toplama sistemini (prodrazvertska) Bolşevikler icat etmiş gibi bir izlenim bırakıyorlar. Oysa bu sistem Birinci Dünya Savaşı sırasında çarlık rejimi tarafından da uygulanmıştır. TBMM hükümetinin bağımsızlık savaşındaki tekalif-i milliye uygulamasına benzer.

Yazarlar Bolşevikleri devrim yıllarındaki öteki partilerden ayıran özelliklerini sayarken şöyle çok garip bir cümle kuruyorlar: “Bolşevikler şu ya da bu grubun çıkarlarını temsil etmiyordu” (sf. 29). İnanmak gerçekten güç, yazarlar ne demeye çalışmış acaba? Gruptan kasıt ne, belli değil. Bolşeviklere ister sempatiyle ister düşmanca baksın her tarihçinin kabul ettiği gerçek Bolşeviklerin işçi sınıfını ve onun öncülüğünde yoksul köylülüğün çıkarlarını temsil etmek iddiasında olduklarıdır. Yazarlar Bolşevikler hakkında ayrıca “seçimlere katılmak yahut parlamenter sisteme geçme gibi bir amaçları da yoktu” diyorlar ki yine olgulara aykırı bir iddiadır bu. Bolşevikler Çarlık zamanında Duma seçimlerine katıldılar ve Duma’ya MV de gönderdiler. Ekim Devriminden sonraki Kurucu Meclis seçimlerine de katıldılar. Evet parlamenter sisteme geçmek yerine Sovyet sistemini savundular, Kurucu Meclisi de Sovyet iktidarını tanımadığı ve uzlaşmadığı için dağıttılar. Ancak ilk kurulan Bolşevik hükümette sol SR partisi de vardı. Dolayısıyla Bolşevikler tek particiliği de amaçlamıyorlardı, iç savaşta öteki partilerle aralarındaki düşmanlık uzlaşmaz bir noktaya vardıktan sonra öteki partileri yasakladılar. Yine yazarların iddia ettiği gibi “gerektiğinde güç kullanmak” da sadece Bolşeviklere özgü değildi, o yıllardaki bütün siyasi partiler öyleydi. Çarı devirenler Bolşevikler değil, aristokrasi ve liberallerdi. Kuşkusuz Bolşevikler birçok açıdan eleştirilebilir, çok partili bir düzen savunulabilir, ancak tarihçiler olguları tersyüz edemezler. Olgu ile görüş birbirinden ayrılmalıdır.

Burada bir parantez açıp tarihçi olarak değil ama siyasetçi olarak kendi görüşümü de yazayım. Ben Bolşeviklerin sol SR ve Menşevik partilerini yasaklamalarını yanlış buluyorum. Bence iç savaş bittikten sonra Bolşevikler SR ve Menşevik partisinin ve Sovyet iktidarını tanıyan başka partilerin kurulmasını desteklemeli hatta örgütlemeliydiler ve bu partilerin başına Bolşeviklere esastan düşman olmayan kişilerin geçmesini desteklemeliydiler. Böylece bu partilerin Bolşevik partiye sızmalarına gerek kalmayacaktı ve Sovyet seçimlerinde farklı partiler ve partisizler yarışacaklardı. Kuşkusuz devletin sosyalist ilkeleri anayasa güvencesinde olacaktı ve kapitalizme geçmeyi savunan partilerin güçlenmesine izin verilmeyecekti. Açıkçası Avrupa kapitalizminin komünist partilere yaptığı muameleyi Bolşevikler kapitalist partilere yaparak onların demokrasi oyununu oynayabilirlerdi. Siyasi olarak bugünden geçmişe bakıp şurada yanlış yaptılar demek mümkündür, ancak tarihçi gözüyle bakıp tarihi anlamak istiyorsak Bolşeviklerin öyle yapmalarını engelleyen maddi ve psikolojik etkenleri de bilmemiz gerekiyor.
Yazarlara göre Bolşevikler, “gereğinden fazla bir bedel ödeseler dahi tamamen kontrol edemeyecekleri topraklara bağımsızlık, yani ‘sosyalist cumhuriyet’ statüsü verdiler; milli duyguların nispeten az hissedildiği yerlere ise özerklik verildi”. Buna göre Bolşevikler Birlik cumhuriyeti statüsünü tamamen güç ilişkilerine göre vermişler! Bu iddia doğru olsaydı, Bolşeviklerin Orta Asya Türk cumhuriyetlerine ve Tacikistan’a cumhuriyet statüsü vermelerine gerek yoktu çünkü buralarda bağımsızlıkçı bir hareket yoktu. Örneğin Kazakların Alaş Orda partisi bağımsızlığı değil özerkliği savunuyordu. Orta Asya Türk halkları 1920’lerde uluslaşmalarını tamamlamış değillerdi ve uluslaşmalarını SSCB sayesinde tamamladılar. Azerbaycan, Türkmen, Özbek, Tacik, Kırgız ve Kazak uluslarını SSCB yarattı. Kazakistan’ın nüfusunun çoğu Kazak değil, Slavdı. Bolşevikler buna rağmen Kazak SSC diye bir cumhuriyet yarattılar. Birlik cumhuriyeti statüsünün nesnel ölçütleri vardı. En başta, cumhuriyetin sınırlarının başka bir cumhuriyetin tamamen içinde olmaması gerekiyordu. Tataristan ve Başkurdistan, Rusya Federasyonu içinde kaldıkları için özerklik statüsü aldılar. İkincisi, cumhuriyetin nüfusunun en az bir milyon olması gerekiyordu, yani tek başına ayakta duracak kadar asgari gücü olmalıydı. Üçüncüsü, cumhuriyetin ekonomik olarak ayakta durabilecek bir iç pazara sahip olması gerekiyordu.

Yazarlara göre kolektivizasyonda çalışan tarım işçileri (kolhozlarda çalışan demek istiyorlar) 1960’lara kadar emekli maaşı alma hakkına alamayacaktı. Bu ifade doğru değil, çünkü kolhozcular 1964’e kadar emekli maaşını kendi kolhozlarından alıyorlardı, bu tarihten sonra ise devletten almaya başladılar.
Yazarlar Hitler SSCB’ye saldırdığı zaman Stalin’in iki hafta boyunca kendine gelemediğini iddia ediyorlar ki bu iddianın kaynağı ne belli değil. Oysa Stalin’in yanına her gün kimlerin girip çıktığı Kremlin bekçilerinin defterinde yazılıdır, Stalin’in bu iki hafta boyunca kimlerle görüştüğüne bakmak da kendine gelip gelemediğini anlamak için yeterlidir. Yazarlara göre Stalin 1945 yılında hükümet tarafından verilen “başkumandan” unvanını kabul etmiş! Ne kadar ilginç! Stalin 1945’te başkumandan unvanını kabul ettiyse 1945’e dek SSCB silahlı kuvvetlerinin başkumandanı kimdi peki? Efendim? Gerçek şu ki savaşın başından itibaren Devlet Savunma Komitesi başkanı, başkomutan, başbakan ve savunma bakanı Stalin’di. 1945’te mareşallerin talebiyle Stalin’e verilen unvan, mareşalin de üstünde bir askeri rütbe olan generalissimo rütbesiydi ki bu rütbeyi başkumandan diye Türkçeye çevirmek yanlıştır. Bu hatayı Yordam Yayınlarının gazeteci Feliks Çuyev’in Molotov ile söyleşilerini (Molotov Anlatıyor) çeviren çevirmeni de yapmıştı ve ben Yordam’ı da uyarmıştım. Molotov’un dediği gibi, Stalin bu generalissimo unvanını kabul ettiğine sonradan pişman olmuştu. Yazarlar bundan da habersizler.

Yazarlar 1948’de Stalin’in sözde Batı Berlin’i ablukaya alması hakkında bütün Batılı akademik çevrelerin ve Vikipedi’nin yaydığı dezenformasyonu da tekrarlıyorlar ne yazık ki. Oysa tarihçi Joseph Pearson, The Airlift adlı yeni çıkan kitabında bunun bir dezenformasyon olduğunu, o sırada Batı Berlin’den giriş ve çıkışların serbest olduğunu İngiliz arşivinden belgelerle göstermiş bulunuyor!

Yazarlar uzaya fırlatılan ilk Sovyet uydusuna verilen Sputnik adının Rusçada yoldaş anlamına geldiğini yazıyorlar (sf. 19). Bu tam olarak doğru değil çünkü Sputnik, yoldaş sözcüğünün iki anlamından birini yansıtıyor. Siyasi olarak aynı partide veya düşüncede olanlara Rusçada tovarişç deniyor, sputnik ise sadece yol arkadaşı demek.

Yazarlar “Rusya’nın yirminci yüzyılı, 1991 yılında dramatik bir son perde ile kapandığında, küresel ekonomi bundan zerre kadar etkilenmedi” (sf. 23) diyorlar ki gerçekten inanılmaz bir iddia. Devasa bir pazarın hem tüketim gücüyle hem de doğal kaynaklarıyla o zamana dek kapalı olduğu dünya kapitalizmine açılmasının, trilyonlarca dolarlık servetin el değiştirmesi ve Batı’ya akmasının küresel ekonomiye bir etkisi olmadığını söylemek nasıl bir mantıktır anlamak mümkün değil. SSCB’nin ve sosyalist blokun çözülüşünün kapitalizme ne büyük bir ferahlık getirdiğini görmek için uzman olmak bile gerekmiyor.

Yazarlar Soljenitsın denen gerici yazar müsveddesinin 1945 yılında subay olarak askerlik yaparken bir arkadaşına yazdığı mektuplarda “Stalin hakkında ileri geri şakalar yaptığı için” (sf. 278) ve “Stalin’in bıyığıyla dalga geçtiği için” (sf. 282) sekiz yıl kampta çalıştığını iddia ediyorlar ki bu da konuyu iyi araştırmadıklarını gösteriyor. Soljenitsın, mektuplarında Stalin’le dalga geçmenin ötesinde Sovyet düzenini yıkmak için bir örgüt kurmaktan söz ettiği için ceza aldı.

Yazarlar Gorbaçov’a karşı Ağustos 1991’deki garip müdahaleyi de yanlış anlatıyorlar. Her ne kadar bu müdahaleyi düzenleyenlerin sonraki eylemsizliği anlaşılmazlığını korusa da olguları çarpıtmanın bir mazereti olamaz. Yazarlar şöyle yazıyorlar: “Mihail Gorbaçov’u devirmek isteyen komünistler Moskova’da sokağa indiklerinde, Boris Yeltsin bir tankın üstüne çıkıp halkı karşı-direnişe çağırmasaydı bu girişim bertaraf edilemeyebilirdi”. Doğrusu, komünistler sokağa inmediler, devletin en tepesindeki bütün birimler ordu, polis, KGB Gorbaçov’un yardımcısı Yanayev önderliğinde Olağanüstü Hal Devlet Komitesini (GKÇP) kurup Gorbaçov’u görevden aldılar ve duruma hakim oldular. Ancak daha sonrasında bu komitenin iktidarsız üyeleri felç olmuş gibi hiçbir şey yapmadılar, başta Rusya Devlet Başkanı ayyaş Yeltsin olmak üzere hiç kimseyi tutuklamadılar. Bunu gören ayyaş Yeltsin’e cesaret geldi ve bir tankın üzerine çıktı. Komünistler ve yurtseverler devletin duruma el koyduğunu sanırken, devletin en tepeden çözülmüş olduğu görüldü: Yeltsin’i indirmek için gerekli emri GKÇP’den kimse vermedi. Komünistler gerçekten sokağa inmiş olsaydılar, GKÇP komünistleri sokağa dökmüş olsaydı, Yeltsincileri kolayca ezerlerdi. Ancak SBKP’nin en tepesinde ihanet vardı, tabanda ise şaşkınlık ve eylemsizlik içinde bir bekleyiş.

Yazarlar kitabın başında Kiril alfabesinden Latin harflerine bir transliterasyon tablosu vermişler ama tabloda bir yanlış veya eksik var (й harfinin karşılığı y iken nedense boş bırakmışlar) ve kendi tablolarına kendileri uymamışlar, yazımda tutarsızlıklar var. Kişi adlarının birçoğunu yanlış yazmışlar. Cuğaşvili yerine Cugaşvili, Rıjkov yerine Ryzhkov, Soljenitsın yerine Soljenitsin, Kosıgin yerine Kosigin yazıyorlar. Ermeni yazar Hraçya Koçar’ın adını Hrachya Kocher diye yazarak Türkçe literatüre ne kadar yabancı olduklarını, dünyaya İngilizce konuşanların penceresinden baktıklarını bir kez daha gösteriyorlar. Hruşçov’un adını doğru yazmaları takdire şayan ancak birkaç yerde yine Kruşçev diye geçiyor.