Kurumlar mı, demokrasi mi?

Gerek geçen yılki Nobel’in kafamıza soktuğu kurumlar ve kalkınma yaklaşımı, gerek bu yılki Nobel’in demokrasi ve kalkınma yöntemlerinin her birinin uzun uzun tartışılmaya ve farklı ekonomik koşullardaki ülkelere uygulama yönlerinin müzakeresi dikkate değer konulardır. Umarım, gerek kurumlar, gerek demokrasi görüşleri ülkemizde de dikkate alınarak, gerekli derslerin çıkarılmasına çalışılır.

Bu yılın Nobel Barış Ödülü’ne kimi çevrelerce aday gösterilen Trump avucunu yalarken, ödül Venezüella’dan Maria Corina Machado’ya gitti. 2025 Nobel Barış Ödülü’nü kazanan Maria Corina Machado için Norveç Nobel Komitesi’nin gerekçesi şöyledir:

“Venezüella halkının demokratik haklar için olduğu kadar, diktatörlükten demokrasiye geçiş için adil ve huzurlu bir ortam oluşum amacıyla yürüttüğü yılmaz çalışmasından dolayı!”

Bu yılki Nobel Barış Ödülü’nün Venezüella’lı yılmaz özgürlük mücadelecisi Maria Corina Machado’ya verilmesi içimi rahatlatırken, durum ABD-Avrupa çekişmesine bir nazire midir, yoksa dünya genelinde giderek yükselen diktatölük yönetimlerine anlaşılır bir dille ikaz mıdır, bilemiyorum! Ödülün, örgütsel kadroya hakim olarak dünya liderliğini ABD’den söke söke almayı hedeflemiş olan İsrail’e bir yanıt niteliği taşıma görüntüsü oldukça makul bir gerekçe izlenimi vermektedir. Ancak tüm bu olumluluğa rağmen resmi bozan bir neden, Maria Corina Machado’nun ülkesindeki diktatörlüğü alt etme mücadelesinde desteğini alabilir ümidiyle Trump’a yönelişi kadar, Filistin’e tam bir inferno yaşatan Netenyahu’ya uzanışıdır. Söz konusu olumsuzluklara rağmen, diktatörlükle mücadeleyi gündeme taşımış olan Machado’ya olduğu kadar, Barış Ödülü’nü Machado’ya layık gören Norveç Bilim Komitesine de yükselen diktatörlükler ve tak adam rejimi seviciliği karaşısında teşekkür borcumuz olduğu açıktır. Pek ümitvar olmamakla beraber, yine de iyi dileklerimizi kâinata gördermekten geri durmayalım: Umalım, Norveç Nobel Komitesi’nin bu kararı giderek diktatörlüğe evrilen ülkelerin diktatörlerine bir şeyler anlatabilir!

Hatırladığımız üzere, geçen yılki Ekonomi Ödülü’nü, ünlü kurumlar görüşü ile gurur vesilemiz Prof. Dr. Daron Acemoğlu almış idi. Prof. Dr. Acemoğlu’na göre, bir ülkede ekonomik kalkınma ile kurumlar arasında doğrudan bir ilişki vardır. Araştırmasını ülkeler arasında mukayeseler yaparak zenginleştiren Daron Acemoğlu, kurumları oturmuş olup, işleyişi düzenli ve etkili olan ülklerde ekonomik kalkınmanın daha güçlü olduğu, buna karşın kurumsallaşmada geri düşmüş ekonomilerin ise orta-gelir tuzağında ya da daha da gerilerde patinaj yapmaktan kendilerini kurtaramamış olduklarını anlatır. Bu yılki Nobel Barış Ödülü’nün Machado’ya verilmesi bu kez dikkatlerin demokrasi ve özgürlük konularına çevrilmesine yol açmıştır. Çünkü ne şekilde tanımlanırsa tanımlansın, ister tek adam yönetimi, ister despot lider yönetimi şeklinde olsun, diktatörlükler bir yönü ile insan haklarına aykırıdır, başka bir yönü ile de toplumsal gelişme ve ilerleme potansiyeli önünde aşılamaz bir engel oluştururlar.

600 yıllık saltanatı ile övünülen Osmanlı İmparatorluğu tarihine fazla duygusallığa kapılmadan yansız bir bakış bile bize çok önemli bilgiler sunmaktadır. Bu konudaki düşüncelerimizi şu bir soruya verebileceğimiz yanıt yardımı ile netleştirebiliriz. Soru şudur: Viyana’ya kadar yayılmış olan Osmanlı İmparatorluğu, nasıl ve hangi sebeplerden dolayı tedricen gerilemeye yüz tuttu ve son kertede Anadolu’ya hapsedilir konuma geldi ya da getirildi? Bu sorunun yanıtı, İmparatorluğun gerilemesi kadar, ilerlemesini de, hatta çöküşünü de aydınlatabilir. Bu meseleyi gerçekçi yaklaşımla ele alacak olursak, İmparatorluğun daralmasının, hatta çöküşünün sebebinin Osmanlı’nın teknolojik atılım yapamaması, buna karşın Batı dünyasının ise teknolojide ilerlemesi olarak saptarız. Çok hızlı ve yalın bir inceleme sonucunda görürüz ki, Osmanlıların teknolojik atılım yapamasının, buna karşın Batı’nın ilerlemesinin odağında yönetim biçimi yatmaktadır. Şöyle ki, Avrupa’nın özgür üniversite yapılarına kavuşup, akademisyenlerin çalışmalarında özgür olmaları Batı dünyasının hızla ilerlemesine yol açarken, Osmanlılar’da bilim dünyası fevkalde koyu bir taassup ve Şeyhülislam’ın denetimi altına alınmış idi. Bu durum bir yönetim yapısı ya da kurumlar meselesidir. Böylesi karanlıklara gömülüş anında durup düşünüp, gerekli kararların alınması yoluna gidilmeyip, matbaa binası dahi topla yerle bir edilirken, “tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” yaveleri ile koca imparatorluğun çöküş yolu döşendi.

Geçtiğimiz yıllarda “Barış İmzacıları” davasında ülkemizin en gelişmiş üniversitelerinden binlerce akademisyen işinden edildi, nahak yere mahkemeye sürüklendi ve bilim dünyasından koparıldı. Acaba, bu çöküşe meydan veren ve politikayı haheşle uygulamış olan uygulayıcıların ulus karşısında ufakcık dahi olsa, bir nedamet duygusu geliştirmiş olabildikleri düşünülebilir mi? Sanırım, böylesi düşünce ve iyi niyetler ancak demokrasinin ve insan haklarının geçerli olduğu yerlerde akıllara gelebilir.

Bir aktivist olan Maria Corona Machado’nun her atılımı meşru görülebilir mi? Yukarıda da kısaca sözünü ettiğim gibi, medya bilgilerine dayanarak söyleyebilirim ki, diktatörlüğün yıkılması ve ükesine demokrasinin getirilebilmesi amacıyla Machado’nun kâh dünya emperyalizm lideri Trump’a, kâh Filistin halkına tam bir cehennemi yaşatmaya ant içmiş Netenyahu’ya yardım çağrısı yapması tabi ki düşünülmeye değer fahiş hatalardır. Ancak, her durumda olduğu gibi, bu durumda da yapana değil de yaptırana baktığımızda, “denize düşen, yılana sarılır” misali, Machado’nun gayretleri kısmî davranışsal bozukluk olarak görülebilir.
Diktatörlerin patolojileri psikiyatrik alanda incelenmeye ve yorumlanmaya muhtaçtır. Benim alanım dışında kalan bu bölgede sosyo-psikolojik açıdan kısmen söyleyebileceğim şunlar olabilir. Olayı tek kalıp ve tek tip diktatör olarak ele almak çok aydınlatıcı olmayabilir. Şöyle düşünüyorum ki, diktatörler “kendisine dönük/narsistik” ve “topluma dönük/diğergâm” olarak kabaca ikiye ayrılabilir. Tasnif üzerinde tartışma yapılabilir, fakat düşüncem odur ki, bir diktatörün diktatörlük vasfını toplumların farklı dönemlerindeki koşullara göre irdelemek gerekir. Örneğin, koas içindeki bir toplumu yönetmeye ve makul bir raya oturtmaya çalışan bir diktatör ile, durağan bir toplumdaki sosyo-dinamikleri kafasındaki çağdışı hedeflere göre yıkan ve/veya değiştirmeye kalkan bir diktatörü, koşullara bağlı olarak, farklı açıdan ele almak gerekir. Diktatör karşıtlığını müşavere ve tartışma olarak görürsek, akut toplumsal kriz ya da sair ani karar alınması gereken savaş vs gibi politik durumdaki bir toplumda müşavere ve tartışma zamanı kısıtlı olabiliri hatta hiç bulunmayabilir de. Bu durumda zorunlu olarak diktatörlük uygun yönetim biçimi olarak görülebilir. Zira, zamanın elvermediği ve acilen karar alınması gereken sıkışıklık içindeki bir toplumda alınması gereken karar ortamlarında oluşabilecek zaman kaybı ve daha büyük sorunlara sebep olma nedenleriyle demokrasi aranmayabilir. Buna karşın, bir savaşın ya da ciddi toplumsal savruluşun içinde bulunmayan durağan bir toplumda diktatörlüğün tek gerekçesi siyasinin güvensiz kişilik yapısı üzerinde yükselen korku algısı ve bunu önlemeye yönelik, özellikle de potansiyel tehdit oluşturabilecek kişi ya da kurumlara karşı girişilen baskı ve şiddet uygulaması hastalıklık hali ya da kesinlikle diktatörlük olarak görülebilir.

Gerek geçen yılki Nobel’in kafamıza soktuğu kurumlar ve kalkınma yaklaşımı, gerek bu yılki Nobel’in demokrasi ve kalkınma yöntemlerinin her birinin uzun uzun tartışılmaya ve farklı ekonomik koşullardaki ülkelere uygulama yönlerinin müzakeresi dikkate değer konulardır. Umarım, gerek kurumlar, gerek demokrasi görüşleri ülkemizde de dikkate alınarak, gerekli derslerin çıkarılmasına çalışılır. Her iki kurum da olayları tarihsel süreçte analiz eden Marksist yaklaşımdan uzaklaştırıp, tüm sürecin sosyal ve/veya davranışsal üst yapılardan etkilendiği/yönetildiği görüşe sürüklemektedir. Alt-yapı üst-yapı modelini katılığından biraz gevşeterek ileri sürülen savları odağa koyduğumuzda, maalesef, olumlu sonuç alamayız, zira en büyük ve doğru öğretici olarak tarih bu tezleri pek doğrulamamaktadır. Konu, kesit analiz yöntemiyle ele alındığında farklı ülkeler mukayesesi tezleri doğrular gibi gözükürken, zaman serisi analizi yöntemiyle ele alındığında farklı bir sonuçla karşılaşırız. Nitekim, yükselen Batı karşısında Osmanlı’nın durumu da bu görüşün teyididir. Bu konuyu gelecek yazılarda biraz daha açabilmek umudu ile başarılı çalılşmalar!

Yazarın Diğer Yazıları
Partili dostunuzdan selam 22 Eylül 2025
Durum vahim ise! 15 Ağustos 2025